BİLİMSEL, “REEL”, DEMOKRATİK SOSYALİZM, SINIF-İDEOLOJİ VE HEGEMONYA İLİŞKİSİ (1.BÖLÜM)
“Adalet sorunu paylaşım sorunu kadar eskidir… Adalet, paylaşma gereksiniminin fark edilmesiyle başlar. En eski yasa paylaşmayı düzenleyendir; …adalet herkesin yeterince yiyeceğinin olmasını gerektirir. Ama aynı zamanda herkesin yiyeceğin üretimine katkıda bulunmasını da gerektirir.”[1]
İnsan; bu temel içgüdünün/bilginin ve bilincin taşıyıcısı olduğu sürece mücadele etmeye de her zaman devam edecektir.
Ulus-Devlet Üzerine:
Ulus-devletlerin, Fransız Devrimi ile yani feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde ortaya çıktığı genel bir kabuldür. Feodalizmin zayıflamaya başlaması ve çöküş süreci ile birlikte güçlenen burjuvazi, ekonomik ve siyasal ve alandaki etkinliğini arttırmak için egemenliğin monarşiden-kraldan alınıp halka geçmesi şiarı ile milliyetçi akımların, ulus-devlet paradigmasının temellerinin atılmasında başat rol oynamıştır. Kapitalist sermayenin doğuşu ile ulus-devlet paradigmasının doğuşu birbirine koşut olarak gelişmiştir. Bu gelişim beraberinde kırsal alanlardan kent merkezlerine büyük göç dalgaları ile bir sınıf olarak işçi ve emekçi kesimleri de doğurmuştur.
“İktidarın azami bir merkezi devlet olarak örgütlenmesi de diyebileceğimiz ulus-devlet, modernitenin esas yönetim biçimidir”.[2]
Bu bağlamda feodalizmden kapitalizme geçiş süreciyle beraber burjuvazi, ulus-devlet paradigmasını da kendi merkezi hegemonik gücü haline getirmiştir.
Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm Üzerine:
Ulus-devlet yapılanmalarının oluşumuna paralel bir şekilde sosyalizm teriminin de yazılı literatürde ilk defa 1827 yılında İngiltere’de ortaya çıktığı bilinmektedir. 1830’lardan itibaren sosyalizm sözcüğü, Fransız yazınında kullanılmaya başlandı. Sosyalist düşünce ve sosyalist hareketin ilk kez Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkması elbette tesadüf değildi. Sosyalizm düşüncesi İngiltere’deki sanayi devrimi ve Fransa’da burjuva demokratik devrimin ürünüydü.
1789-93 Büyük Fransız Devrimi tarihte görülen en kitlesel halk mücadelelerine sahne oldu. Devrim, kabaca monarşiden nefret eden Parisli yoksul kitlelerin üzerinden yükseldi. Bu kitleler “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganları ile mücadeleye atıldılar. Monarşiye karşı bir isyan olarak başlayan hareket her türlü baskı ve otoriteye, toprak sahiplerine, kiliselere ve fabrika sahiplerine karşı bir mücadeleye dönüştü. Monarşiye karşı hareket toplumun geniş kesimlerini birleştirmişti, ancak mücadele gerileyince yeni bir egemen sınıf, kapitalistler kendi eşitsizliğe dayalı mülkiyetlerini ve iktidarlarını kurmak için hareketi durdurmaya çalıştılar. Sonuçta halk hareketi tutucu ve devrimci olarak iki kampa bölündü.
1800’lü yılların başlarında yaşanan sanayi devrimi sonrası, daha az çalışma koşullarında herkese yetecek kadar üretim yapılabileceği belirgin bir şekilde görünmeye başladı. Bu gelişmelerin sonucunda “Ütopik Sosyalistler” ortaya çıktı.
İyi niyetli kimi bankerler ve fabrika sahipleri, sanayi devriminin insanlık için kullanılabileceğini düşündüler. Bunların çoğu “ütopik sosyalizmin” savunucuları haline geldi.
En tanınmışlarından biri Robert Owen, bir tekstil fabrikatörüydü. Owen için işçi sınıfı zavallı, zayıf bir gruptu. Owen’in sosyalizmi, çalışan kitlelerin koşullarını düzeltmek için zengin iş sahiplerini ve hükümet üyelerini ikna etmeye dayanıyordu.
Bilimsel sosyalizm tanımlaması, esasen “Ütopik Sosyalizm” tanımlamasının bir tür karşı tezi olarak doğmuş ve anlam kazanmıştır. Özü itibari ile “ütopik” denilen sosyalizm belirlemesinin salt bir ütopya olmaktan öte, gerçekleştirilebilinir olduğunu ifade etmek ve iddia etmek amacıyla “bilimsel sosyalizm” tanımlaması kullanılmıştır. Bilimsel sosyalizmin üç ana kaynaktan beslendiğini belirtmek gerekir: Alman felsefesi, Fransız ütopik sosyalizmi ve İngiliz ekonomi-politiği.
Friedrich Engels tarafından daha çok polemik ağırlıklı olarak kaleme alınan Anti-Dühring isimli eserden bir kısım, Paul Lafarge’ın isteği ve de desteği ile Fransız okurlarına hitaben bir kitapçık olarak yazılan “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” ismi ile yayınlanmıştır.
“İçimizden biri, yeni bir öğreti saydığı bir şeyi açıklayınca, onu önce her şeyi kapsayan bir sistem haline getirmek zorundadır. Mantık ilkelerinin ve evrenin temel yasalarının, eninde sonunda, yalnız bu yeni bulunup tamamlanan teoriye ulaşılmak için varolageldiğini kanıtlaması gerekir.”[3]
Bu çerçevede gerek “Anti-Dühring”[4] isimli eserinde, gerekse de bu eserden türetilen “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” ismi ile yayınlanan kitapçıkta Friedrich Engels, ütopik sosyalizme karşı felsefi anlamda diyalektik materyalizmi kendisine rehber edinerek, bilimsel olgular çerçevesinde eleştiren, yargılayan evrensel bir tez olarak “Bilimsel Sosyalizm”i tanımlamıştır.
Kabaca ifade etmeye çalışırsak eğer Engels’in adı geçen eserlerinde Bilimsel sosyalizm; üstün (deha ve/ya iyi kalpli) kişilerin düşünsel olarak tasarımlarının değil, nesnel gerçekliğin yasalarına dayalı, tarihsel açıdan ise kaçınılmaz bir ilerlemenin sonucunda hayat bulacak, bulması gerekecek bir gerçeklik olarak ele alınmaktadır. Bilimsel sosyalizm, Marksizmin ekonomik-sosyal yasalarına bağlı onun ayrılmaz bir parçası olarak tanımlanmıştır. Bilimsel sosyalizm; geçmiş ve şimdi yaşanmakta olan geleceğin tarihini ekonomik, sosyal, kültürel hayatın birçok veçhesi ile anlamayı, analiz etmeyi, geleceğe dair öngörüler oluşturmayı ve geleceği inşa edebilmeyi hedefler.
Engels’in yine adı geçen eserinde altını çizdiği önemli noktalardan birisi de, kapitalizmle beraber doğumu gerçekleşen proletarya arasındaki kaçınılmaz mücadele, bir zamanlar “ütopya”, nesnel bağlamda temelleri alt yapısı henüz oluşmamış olan düşünsel bir fikir, hayal olarak, adilane ve kötü olmayan bir yaşam formu olarak sosyalizm artık tarihin akışı içerisinde zorunlu bir sonuç olarak tanımlanır.
Engels bu satırların devamında bilimsel sosyalizmin ütopik olandan temel farkının ne olduğunu açıklarken, Karl Marx’ın temel buluşu olan artı-değer üretiminin açıklanması ve bu açıklamanın (buluşun) sayesinde işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin meşru temellerinin esasen bilimsel sosyalizmin tanımlaması ile atıldığına dikkat çeker.
“(1) kapitalist üretim yöntemini tarihi ilişkileri ve belirli bir tarihi dönemdeki kaçınılmazlığı içinde, ve bundan ötürü, kaçınılmaz çöküşü ile göstermek; ve (2) onun hala bir sır olan temel karakterini ortaya çıkarmak gerekliydi. Bu artı-değer’in bulunmasıyla yapıldı… …Kapitalist üretimin ve sermaye üretiminin oluşumu (ikisi de) açıklandı. Bu iki büyük buluşu, materyalist tarih görüşünü ve artı-değer yoluyla kapitalist üretimin sırrının çözümünü, Marx’a borçluyuz. Sosyalizm, bu buluşlarla bir bilim oldu”[5]
Daha sonra Karl Marx tarafından kaleme alınan “Kapital”in[6] birinci cildinde “artı-değer” üretimi ve sermaye birikiminin oluşum süreci ayrıntılı bir şekilde örneklemelerle açıklanır. Burjuvazinin sermaye birikiminin temelinde artı-değer üretiminin olduğu, bu sebeple de burjuvazinin elindeki sermayenin esas sahibinin de üreten güçler, yani emekçiler olduğu açıklanır.
Sermaye güçlerinin kendisi sınırlarını genişletmek amacıyla ulus-devlet paradigması üzerinden kapitalist moderniteyi; ulusçuluk ve milliyetçilik söylemi üzerinden gerçekleştirilen kanlı ve acımasız savaşlarla var etmiştir. Ancak kapitalist modernitede mevcut düzeni; salt polis, ordu, zabıta vb gibi salt silahlı örgütlenmeleri üzerinden baskı, zor ve şiddet aygıtları ile değil, aynı zamanda eğitim, hukuk, aile, din, kültür ve sanat vb bir çok alanda kendi ulus-devlet yapılanmasının ideolojik aygıtları aracılığı ile rıza üreterek korumaya, sürdürmeye çalışır. Dolayısıyla; ön tanımlaması ister bilimsel, ister “reel”, isterse de demokratik olsun sosyalizm üzerine yazılan her yazının “sınıf, devlet, ideoloji ve de hegemonya” ilişkisini irdelemesi yerinde olacaktır.
SELAHATTİN IŞILDAK
YORUM GÖNDER