‘HEGEMONYA VE HEGEMONYA YARATIM ARACI OLARAK KONTRGERİLLA’ (1.BÖLÜM)
Hayatın düşündüğü ve düşüncenin yaşadığı yer bizzat ki toplumsallığın kendisi olduğuna göre, kavramların dahli olmadan anlam oluşturabilen bir toplum tasavvur edebilmek oldukça güçtür. Bu nedenle siyaset felsefesi, toplum teorisi ve toplum tarihi olduğu kadar, aynı düzeyde yaşamla ilişki içerisinde üretilen kavramlar tarihidir de.
Kavramlar, anlamlandırma çabamızın bir sonucu olarak açığa çıkarlar ve bu yönüyle de bir köklük, bir aidiyet bildirir, kurucu bir rol üstlenirler. Zaman içerisinde de değişme uğrasalar da köklendikleri ilk kurucu anlam içerikleri genelde kendini sürdürür, kolay kolay yok olmazlar. Kaynağını Yunanca “Hegemon” kavramından olan hegemonya da, köylerine köklük bildiren kurucu bir kavram olma özelliği taşır. Hegemon, Yunanca’da hem yönetimsel bağlamda önder ve hem de kaostan çıkışta yol gösteren rehber kişi anlamında iki farklı tanıma karşılık gelir. Ancak hegemon kavramının zaman içerisinde kullanımı giderek daraltılmış, yol gösteren rehber anlamı görünmez kılınırken, yönetimsel bazdaki önder tanımına ise bir egemenlik formu giydirilmiştir.
Kapitalist devletçi kuramlarda hegemonya, iktidarla özdeşleşmiş olup bir devletin başka bir devleti ya da devletleri siyasal, ekonomik ve kültürel egemenliği altına alması biçiminde bir içerik kazanırken, Marksist kuramda “İşçi-köylü blokunun egemen ve yönetici gücü”olarak proletaryada somutluk bulur. Lenin bunu bir adım ileriye taşırarak, hegemon güç olmayı ittifaklar ilişkisine ve ittifaklar arasında sağlanacak birliğe dayandırır. Lenin, işçi-köylü blokuna otokrasiye karşı etkin mücadele içerisinde olan liberal anlayışı, burjuvaziyi de dahil eder.
Hegemonya kavramına yönelik en kapsamlı incelemeyi gerçekleştiren ve kurumsal çalışması açısından belirgin bir çıkış noktası yapmayı başaran kişi ise, İtalyan devrimci Antonio Gramsci’dir. Gramsci, sömürülen sınıfların mevcut sömürü düzenini kabul etmelerinin tek başına devletin uyguladığı zor yöntemleriyle açıklanmayacağını, zor ile birlikte devlet eliyle ideolojik-kültürel bir rıza anlayışının da getirildiğini ve bununla iknanın sağlandığını belirtir. Buna göre devletin rızayı oluşturmasında sivil toplum, esas rolü oynamakta ve bu rol için belirleyici bir kaynak işlevi görmektedir. Toplumun düşünce ve davranış tarzlarını şekillendiren kurumlar; okul, kilise, üniversite, basın, medya vb. birimler bu kaynağın en aktif iş gören şubeleridir. Devlet, bu birimler aracılığıyla ideolojik-kültürel hegemonya faaliyetlerini yürütür. Devlet ideolojisinin topluma yaydırılmasında ve böylece rıza ve iknanın üretilmesinde bu şubeler belirleyici bir rol oynarlar. Gramsci bunu, “Devlet = politik toplum + sivil toplum, bir başka deyişle zor zırhıyla korunan hegemonyadan” çıkarsamasıyla formüle eder.
Gramsci’nin yarattığı bir diğer farklılık, hegemonya kavramını “sınıfçı” ve “devletçi” bakış açısının dışına çıkararak toplumun bütününe hitap eden daha kapsayıcı bir perspektife dönüştürebilmiş olmasıdır. Gramsci, hegemonik önderlik kavramsallaştırmasında daha önce değindiğimiz Yunanca hegemon kavramının bildirdiği her iki anlama da yer verir. Hem yönetim anlamında önderlik, hem de karışıklıktan, kaostan çıkarma, yol gösterme anlamında rehberlik; her ikisi de Gramsci’nin hegemonik önderlik kavramına ilişkindir. Bu bağlamda Gramsci’de hegemonya, rıza ve ikna üzerinden kendisini temellendiren entelektüel, ahlaki ve politik bir önderliktir. Gramsci’nin hegemonya kavramı, “kültür ile halkın, felsefe ile siyasetin birliğini temsil eder; felsefenin eylem ve pratiğin dünyasında gerçekleşmesi, hegemonyanın toplumun genelinde yaygınlaşmasına tekabül eder. Hegemonya, felsefenin ve bilginin sosyo-politik ve tarihsel bir öznede somutlaşmasıdır ve bu somutlaşmanın kendisi, bu öznenin, olanın etkin hakikatinde ki eylemde oluşumu ve oluşudur. Hegemonyanın gelişimi, yığının ve kalabalığın kararla bir halkta gelişiminden ve bu yığının bir halk içindeki yapılanmasında, hegemonyanın gelişmesi ve yaygınlaşmasından başka bir şey değildir.”
Önderliğin toplumsallığı oluşturan bütün alanları etki etmesi ve “yol gösterici” konumunu üstlenmesi, kapsamlı ve çok boyutlu (ekonomik, kültürel, entelektüel, ahlaki ve politik), komplike bir mücadele tarzının yürütülmesi, halkın stratejik değerdeki rızasının kazanılması ve bunun yetkince pratikleşmesi için bir toplumsal otoritenin sağlanması durumudur hegemonya. Dolayısıyla karşı hegemonya meselesi, aynı zamanda bir “pedagoji biçimi” ve bir “kitlesel eğitim” stratejisi olarak da anlaşılmalıdır. Gramsci’ye göre, bir toplumsal grubun diğer grupları kendi görüşleri doğrultusunda “eğitmeye” çalışması anlamında “hegemonyanın her ilişkisi zorunlu olarak eğitime dayalı bir ilişkidir.” Eğitim ve kitlenin bilinçlenmesi ve iktidar hakkında bilgilerinin gelişmesi, insanların iradeleşek ortak paydalarda, örgütlülüklerde buluşması açısından bir manivela görevi görür.
Kapitalistik manada hegemonya ise, uygarlıksal gelişime denk gelen iktidar yapılanmasının bir gereği ve sonucu olarak açığa çıkmış, devletsel oluşumu ile birlikte zirve yapmıştır. Bilindiği üzere her iktidarsal oluşum bir diğeri ile mücadele içerisinde ve karşıtını ortadan kaldırarak kendisine hakim kılmaya çalışır. Bu mücadeleyi yönteminin en etkili silahı olan savaş, sürekli öten bir makine gibi işlese de sadece karşıtını değil, beraberinde sahibini de çürütüp zayıflatır. Savaş deneyimi ile bunun tecrübe edilmesinin yapısına, iktidar karşıtı hareketlerin dalgalar halinde geliştirdiği özgürlükçü direnişler, merkezi iktidar yapılanmalarının aralarındaki çatışmaları bir tarafa bırakarak en güçlü iktidar-devlet hegemonyası altında bir araya gelmelerinin ve ittifak geliştirmeyi zorunlu kılar. Hegemonik iktidar, devletlerden oluşan hegemonyasını ekonomik ve ideolojik iki temel güç yapısı aracılığı ile gerçekleştirir. Ekonomik ve ideolojik güç haline gelmek sizin güçlü bir devletin hegemon hale gelmesi mümkün değildir. Bu da güçlüler arasında ekonomik ve ideolojik üstünlüğü kendinde merkezileştiren en güçlünün hegemonyası anlamına gelir.
Akad kralı Sargon’dan günümüzün ABD’sine kadar sürdürüle gelen hegemonik süreç, bir zincirin halkaları gibi birbirine eklense de, hegemonik oluşumun ekonomik ve ideolojik güç yitimine uğrayarak çözülmeye başladığı, buna karşılık yeni bir hegemonun da henüz açığa çıkmadı koşullarda güçlü devletler arasında bir “güç dengesi” nin oluştuğu ana geçiş dönemlerine de rastlanmaktadır. Giderek asalaklaşan, dolayısıyla azami kâr ve sermaye birikimini gerçekleştirmekte zorlanan hegemonik güç ya da devletin bir gerileme ve çözülme sürecine girmesi kaçınılmazdır. Çünkü ekonomik, politik ve askeri güçlerini sonsuza dek sürdürmeleri olası değildir. Yanı sıra, güç ilişkisine dayalı ittifaklar stratejisinin kendi içerisinde paradoksal bir güzelliği barındırıyor olması, hegemon devletin önemli bir açmazını oluşturur. Bu açmazı en açık bir şekilde ekonomi ve askeri teknoloji olanlarında görürüz. Hegemonik devlet bir taraftan kendi avantajını korumak için ittifaklarının ekonomik güçlenmesini ve askeri teknoloji üretmesini sınırlandırmaya ve kendine bağımlı kılmaya çalışırken, diğer taraftan düşman olarak belirlediklerini kendisinden uzak tutmasını ve pazarlara hakim olmasını sağlayacak güçlü ittifaklara ihtiyaç duyar. Her iki yaklaşım da sonuçta ittifak içerisindeki devletlerin güç kazanmasına, güçlenmesine yol açar.
Buna rağmen her hegemonik iktidar ve devlet kendisini ezel ve ebed müddet kılma arzusunu taşır. Bunu gerçekleştirmek için de, hem bir “düşman” hem de bir “ittifak” ağı oluşturarak bunu bir dünya sistemi yapısına dönüştürür ve böylece sürekliliğini sağlama almayı hedefler. Kendisinden kaynaklı bunalım ve krizleri güçlü yönetebilmesi açısından düşman ve ittifaklar yaratma stratejisi, hegemonik devletin varoluşsal bir özelliğidir. Bu özelliğini somutluk kazandırmadan hegemonyasını var edemez. Bunu İ.Wallerstein, şu sözlerle dile getirir; “Gerçek hegemonya döneminde, hegemonik gücün hem dünya vizyonuna bir “düşman” hem de bir müttefik ağı oluşturması gerekliydi. Düşmanla savaşmak için müttefikler oluşturmaktan çok, müttefikleri kontrol altında tutmak için düşman oluşturuluyordu.” İki kutuplu dünya gerçeği döneminde ABD hegemonyasının, komünizmi düşman olarak belirlemesi ve bu belirleme ışığında NATO şemsiyesine ve ittifaklarını oluşturması, Reel Sosyalist kampın çözülüşü sonrasında yaşanan boşluk sürecinin bu sefer “anavatan güvenliği/uluslararası terörle mücadele stratejisi” ile doldurulması ve yine 2021’de açıklanan ABD strateji belgesinde Çin ve Rusya’nın düşman ilan edilmeleri aynı hegemonik kurgunun güncellemesinden başka bir anlam içermemektedir. ABD hegemonyasının yükselen Çin ve toparlanan Rusya bloğu karşısında varlığını sürdürebilmesi için NATO ittifakına, Rus ve Çin saldırganlığı ile korkutulan NATO ittifakının da ABD hegemonyasına ihtiyacı bulunmaktadır.
Sonuç itibariyle ideolojik kamplaşmalar dönemini yaşamıyoruz. Haliyle yaşanmakta olan kutuplaşma ideolojik ayrışma temelli değil, kapitalist modernite eksenli bir paylaşım savaşın neticesidir. Bu bağlamda yeni hegemonya mücadelesinin 1. Dünya Savaşı öncesi imparatorluklar arasında yaşanan çekişmeleri hatırlatır bir karakter sergilemesi şaşırtıcı olmayacaktır. Ukrayna’da yaşanmakta olan savaş; ABD hegemonyasının kendini yeniden tahkim etmesi, Rusya-Çin bloğunda kendilerine karşı devreye konan “kuşatma stratejisi”ni boşa çıkarmadaki kararlılıklarını sergilemesi açısından bir turnusol kağıdı işlevi gördüğünü belirtmek yerinde olacaktır. Başta ABD hegemonyası olmak üzere, hegemonik güç olma çabasındaki devletlerin geldikleri aşamada sürekli askeri müdahale seçeneğine başvurmak zorunda kalmaları, ideolojik ve ekonomik güç olma vasıflarının zayıflaması ile yakından bağlantılıdır. Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi, “küresel finans kapital çağıyla birlikte somut tarih ve toplumla hiçbir bağ kalmayan bu sistem öz itibarıyla anlamsızlaşmıştır. Biçim itibarıyla dağılması da günbegün gerçekleşmektedir. Belki de tarihte ilk defa merkez hegemonik sistem tüm rezervlerini tüketmiş olup, ağır ağır çatırdamakta, sürekli krizle boğuşarak sonuna yaklaşmaktadır.”
NASRULLAH KURAN
YORUM GÖNDER