KADIN-DOĞA-TOPLUM İLİŞKİSİ ÜZERİNE
Gelecek ve geçmişin arasında bir yerde kalmış olan biz kadınlar bir yere ait hissetmeme duygusu içinde kaybolmak veya kendi gerçekliğini bulmak için sürekli bir arayış ve mücadele içinde olduk. Binyıllardır kendine ait olmayan ve erkek zihni ile üretilmiş, kurgulanmış ve kurumsallaşmış bir sistemin içinde kendini bulmaya çalışan biz kadınların, yerküre üzerinde neredeyse nefes alabileceği hiçbir yeri yoktur. Nefes almak kanallarını biz kendimiz açarız ve açıyoruz. Kadınlar kendisini ait hissetmediği mevcut verili sistemi sorgulayarak değiştirirken, kendisi ile birlikte aslında toplumu değiştiriyor. Kadının kimlik arayışı aslında toplumun kimlik arayışıdır.
Kadın kendi benliğini keşfettikçe, toplumun öz dinamikleri açığa çıkmaktadır. Kadınlar, tarih kayıtlarında ismi olmayan, ilahi kitaplarda ismi şeytan ile aynı anlamda kullanılan, neredeyse kendisine biçilen rolü kabullenip bu kabul üzerinden erkek zihniyetinin ürünü egemen sistemin içine mahkûm edilmiştir. Ve kadınlar kendisine biçilen en kutsal kimlik olarak analık kimliği ile yetinmek zorunda bırakılmıştır. Erkeğin kız kardeşi, annesi, karısı ve sevdiği olan kadın, erkeğin sistemine en iyi hizmet ettiği sürece ancak fiziksel olarak yaşama hakkına sahip bir canlı olarak varlığını devam ettirebilmiştir. Kutsal kitaplar, ilahi yaratıcının emri olarak kadını talan edilmesi gereken bir sömürge olarak tariflerken, kendini çağdaş ve dünyevi olarak tanımlayan ve orijin olarak antik Yunan felsefe okullarını alan ulus devlet teorisi ve onun ekonomik sistem olarak anti tezi olan reel sosyalizm kadının en eski sömürge olduğu gerçekliğini görmezden gelmiştir.
Çünkü kendini çağdaş olarak tanımlayan ulus devlet ve reel sosyalizm dayandığı düşünsel bilgi birikim merkezi olarak kabul ettiği felsefe okulları ve onların ekollerinin hepsi kadını bir sömürge olarak tanımlar. Bu anlamda sınıflı toplumun ve kadının sömürge tarifini görmek için Aristoteles’i okumak yeterli olacaktır. Aristoteles de Hegel’i beslenmiş ve bu böyle devam etmiştir. Dolayısı ile böyle bir kaynaktan beslenen bir sistemde de kadının mevcut pozisyonu değişmemiş, hatta daha da derinleşmiştir. Kadının sömürge pozisyonunun yazılı kaynağı olan ilahi kitaplar ve onun anti tezi olarak ortaya çıkan pozitivist düşüncenin ekollerinin dışında yazılı mitolojiler, sözlü mitler, masallar, şarkılar ve hatta küfürler bu durumu pekiştirmiştir. Her duruma ve her koşula uyun mutlaka bir küfür, bir şarkı ya da bir hikâye erkek literatüründe mevcuttur. Kurgulanmış eril düzen içinde gerçeği bulmak neredeyse iğne ile kuyu kazmak ile eşdeğerdir.
Dolayısı ile her yazılı ve sözlü kaynağı yeniden okumak ve yorumlamak gerekmektedir. Yazılı tarihi yeniden okumak hem kadının tarihini bulması hem de kadın ile birlikte ezilen sömürülen tüm toplumlar için gereklidir. Bugün kadının geldiği düşünsel düzey ve yakaladığı entelektüel bilgi, verili olan tarihin çarpık ve yanıltıcı olduğu yönündedir. Başta, tarih olarak başlatılan yazının icadı bir kurgudan ibarettir. Yani tarihi yazının icadından başlatan erkek zihniyeti, burada tarihi kendinden başlatmış ve kültürel mirasın merkezine kendisini oturtmuştur. Yazıyı büyük bir kültür devrimi olarak nitelemek yazı öncesindeki kültürel birikimi küçümsemek anlamına gelmektedir ki XX. yüzyılda tam olarak yapılan da budur. Oysa yazı öncesi dönem çok da uzun ve bugün ortaya çıkan tarihi kalıntılar göstermektedir ki yazının icadını katbekat aşan bir kültürel birikim söz konusudur. Burada yazının icadı ile başlayan süreç olarak ortaya konulan tarih, kadının erkek tarafından yenilgiye uğratıldığı döneme denk gelmektedir ne hikmetse. Burada iki tane temel manipülasyon söz konusudur, birincisi yazının icadı ile başlayan tarih sınıflıdır yani sanki sınıflar tarihin başlangıcından bu yana vardı ve hep olmak zorundadır. İkincisi de yazılı tarih beş bin yıllık bir dönemi kapsarken, yazı öncesi bunun katbekat fazlası olmasına rağmen birkaç gelişme ile tarif edilmesidir.
Dolayısı ile kadının geçmiş ve gelecek arasındaki kendini bulma süreci zorlu ve sancılıdır. Tarih bu kadar çarpıtma ile doluyken kadının kimliğinin çarpık olması da anlaşılır bir durumdur. Tabii ki kadın kimliğindeki bu ters durumlar-duruşlar bir kabul değil ama bir gerçekliktir. Beş bin yıllık yaygın sömürge sınıfının kendi kimliğini bulması elbette kolay değildir. Verili tarihin her döneminde ve her toplumunda kadın ezilendir ve dolayısı ile üzerindeki sömürge etkisini atması da kolay bir iş değildir. Kurnaz erkek tarafından yenilgiye uğrayan kadının erkeğe karşı mücadelesi elbette tarihin hiçbir döneminde bitmemiş ve bitmeyecektir. Zaten esas anlamda beş bin yıllık hiyerarşik eril zihniyet kendisini kadının yarattığı toplumsal değerleri kullanarak, tüketerek sürdürebilir kılmıştır. Eril zihniyetin ürünü olan devlet aygıtı toplumu bir arada tutma, toplumu koruma ve varlığını devam ettirmeyi amaçladığını vadederek kendisini kurumsallaştırmış ve vazgeçilmez kılmıştır. Tam da bu noktada eril zihniyetin manipüle ettiği, araçsallaştırdığı toplumsal kaygılar kadına ait değerlerdir. Doğanın bir parçası olan insanı topluma her anlamda kazandıran ve toplumsal süreklilik kaygısını yaşayan kadındır. Kadın tam da bu noktada toplumun varlığını, dar anlamda ailenin varlığını, daha dar anlamla kendi çocuğunun varlığını korumak adına değim yerindeyse her şeye katlamıştır. Diğer anlamda kendini feda etmiştir. Bir taraftan eril zihniyete karşı rıza gösterme noktasında ikna olmuş bir kadın gerçekliği söz konusu iken, diğer taraftan, eril zihniyete rıza göstermeyen kadınların direnişi tarih kitaplarına hiç yansımamıştır. Yazılı olan eril tarih kadını kötü, lanetli, din dışı, ahlak dışı ilan ederek bu kadın profilini toplum dışı olarak cezalandırmıştır. Yani hiyerarşik eril zihniyet beş bin yıllık süreçte kadını yer yer kadının kendi öz değerlerini koruma adına ikna ederek sistemin sürdürülmesi için zemin yapmış, diğer taraftan rıza göstermeyen kadını en ağır şekilde cezalandırmıştır.
Fakat hiyerarşik eril zihniyet ne dün nede bugün bütün argümanlarına rağmen kadın iradesini kıramamıştır. Eğer kadın iradesinde bir kırılma varsa kadının zayıflık olarak tanımlanan varlığını devam ettirme kaygısından kaynaklanmaktadır ki bu da bir zayıflık değildir. Önemli olan konulardan biri de kadın şahsında geriletilen, değersizleştirilen ve manipüle edilen değerlerin “doğal toplum değerleri” olmasıdır. İlk elden sömürgeleştirilen kadın aslında tüm toplumsal değerleri ifade etmektedir. Güncel ve genel ifade ile kapitalist modernitenin zemin yaptığı, sömürdüğü doğal toplum değerleri kadının yarattığı değerlerdir. Bu anlamda kadının verdiği mücadele doğal olarak direnen toplumun tümünü ifade etmektedir. Tam da bu noktada eril zihniyet ürünü olan diğer bir manipülasyon da budur. Sanki kadın cins olarak bir iktidarı hedef almaktadır ve bu noktada tarihsel anlamda hep yaptığı gibi cins olarak birkaç kadını öne çıkarıp kendi gerçek karakterini gizlemektedir. Elbette bu kadınların öne çıkmayacağı anlamına gelmez ama mesele öne çıkmanın çok ötesinde bir zihniyet ve sistem meselesidir. Bu mesele, eril zihniyetin yarattığı adil olmayan sistemin bir bütün olarak değişmesidir yoksa var olan sistemin içinden pay almak değildir ki; bu bir kadın kurtuluşu da olmayacaktır. Bu şuna benziyor ‘Kürtler bakan oluyor, başbakan oluyor ve hatta cumhurbaşkanı oluyor’ ama ‘Kürt’ olamıyor. Yani sistemin içinde ön plana çıkarılan kadınların durumu biraz bununla benzeşiyor.
Dolayısı ile kadın mücadelesi bir yeryüzü meselesidir. Toplum bir bütün olarak özgür olmadığı sürece kadın özgürleşemez. Bunun tersi de kadın özgür olmadığı sürece toplumda asla özgür olamaz. Toplumun demokratik düzeyinin ölçüsü kadın duygusu, kadın düşüncesi ve kadın iradesidir. Diğer bir nokta kadının doğa ile kurduğu diyalektik bağ ile yarattığı toplumsallığın eril zihniyet tarafından talan edilmesi aynı zamanda doğanın da talan edilmesini beraberinde getirmiştir. Yerküre tarihinin en büyük zararlarını bu son yüzyılda yaşamaktadır. Üzerinde yaşadığımız dünya kendisine yapılan zulümlere cevap vermektedir. Yapılan doğa katliamlarına karşılık yer yer depremlerle, buzulların çözülmesi ile atmosfer tabakasının delinmesi ile cevap vermektedir. Bugün bilim insanları doğanın bu cevapları için tahminlerde bulunmaktadırlar ama bu tahminler ve öngörüleri hiçbir işe yaramıyor. Çünkü kendisini doğanın efendisi olarak kurgulayan eril sistemin değişmesi gerekmektedir. Mesela depremler için birçok hesaplama yapılıyor ki bu hesaplamalar her zaman bir olasılıklar bütünüdür ve olasılık yoğunluğuna göre tahminlerde bulunulur. Ayrıca tahminler her zaman lineer olarak tutmaz, her zaman bir hata payı vardır. Bir oku attığınızda hedefin arkasını hesaplamak zorundasınız çünkü reel olarak o ok hiçbir zaman hedefe ulaşmaz. Yapılan sadece hata paylarını yok saymak ve hedefine ulaşmış olarak kabul etmektir.
Dolayısı ile bilimsel veriler bize mevcut riskleri söyler, bu riskleri azaltmak ya da ortandan kaldırmak için ekolojik bir yaşamın şekillenmesi gerektiğini anlatır. Ekolojik yaşam tek tek her bireyin zihniyet dönüşümü yaşamasını gerekli kılarken büyük fotoğrafta sistemin bir bütün olarak değişmesi gerekmektedir. Yani; bu talan düzeni değişmez ise, yapılan iyi niyetli hesaplar ile bile bizi bekleyen büyük felaketlere çözüm geliştiremeyecektir. Aşırı kar hırsına dayalı bu sistemin kendisini sürdürmesi mümkün değildir. Yeni bir yaşamın inşa edilmesi en temel ihtiyaçtır. Mevcut hiyerarşik eril sistem her anlamda iflas etmiştir. Eğer ekolojik yaşamı esas alan bir toplumsal yaşam inşa edilmez ise bu gidişle üzerinde yaşanılacak bir yeryüzü kalmayacaktır. En nihayetinde doğanın bir parçası olduğumuz gerçeğinden hareket ederek kadın duygusu ve inceliği ile yeni bir yaşamın yaratılması ekmek su kadar bir ihtiyaçtır. Zihinlerimize işlenen güzellik algısından tutalım yediğimiz içtiğimiz her şeyin doğadaki karşılığının farkına varmak ve buna göre yaşamak için çaba içinde olmak gerekmektedir. “Jin jîyan azadî” söyleminin içini doldurmak için, her anı açık bir bilinçle sorgulayarak yaşamak gerekmektedir.
Çünkü başta kadının öz değerleri ile oynayan eril zihniyetin sistem adı olan kapitalist modernite, kendisini bizim taleplerimiz üzerinden sürdürmektedir. Değişen kadın, kendi kimliği ile buluştukça toplumu bir bütün olarak değiştirecektir. Bugün kadınlar dünyada ve Ortadoğu’nun en karanlık yerinde yeni yaşamın yaratıcı gücü olduğuna inanıyor ve bunun için mücadele ediyorlar. Kadın öncülünde demokratik ekolojik, cinsiyet özgürlükçü paradigma ile kadın hem kendi kurtuluşunu hem de tüm toplumun özgürlüğünü sağlayacaktır ve zaten özgür olan doğanın sömürülmesine engel olacaktır.
ROZA AMED
YORUM GÖNDER