YAŞAM, UNUTMAMAYI UNUTMAYA YEĞLEYEN İNSANLA VARDIR (2.BÖLÜM)
Vatandaşlık Bilinci Hak ve Özgürlükler Üzerinden Oluşur
Korku ve düzensizlik, ya da kaos ve kriz, kapitalist sistemin en örgütlü birimi olan ulus-devlet yapılanmaları açısından her daim bir katalizör işlevi görmüştür. Öcalan’ın ifade ettiği gibi, “…modernitenin esas dayanağı kapitalizmin kendisi kriz nedenidir. Azami kar kanununu esas aldığı için toplum ve çevrenin temel ihtiyaçlarını ve ekolojisini göz ardı ederek işlediğinden hiçbir zaman krizden kurtulamaz. Aşırı üretim ve kıtlık hep iç içedir. Modernitede ulus-devlet olarak yeniden şekillenen iktidar, toplum aleyhine azami çoğaltmayı faşizme kadar tırmandırarak sistemi süreklilik kazanan bir iç dış savaş rejimine dönüştürür. Sürekli kriz hali, sürekli savaş haliyle ancak sürdürülebilir. Avrupa modernitesinin bağrında geliştirilen sanayi devrimi, sadece ilk iki sacayağını (kapitalizm ve ulus-devlet) besleyerek krizin daha derinlik ve yoğunluk kazanmasını sağlar.”
Burada önemli olan toplumsal dinamiklerin bu türden süreçlere nasıl refleks verdiği, tutum geliştirdiğidir. Mesela sosyal bir varlık olan insanların bir kesimi eve hapsedilerek bir taraftan “yaşam eve sığar-HES” masalıyla bir Homo Clausus (kapalı, kilitli insan) haline getirilmeye çalışılırken, diğer taraftan maden ocaklarında, inşaatlarda, iktidarın gerekli gördüğü her işyerinde işçilerin pek bir tedbir alınmadan işe koşturulmalarına nasıl bir tepki verilmiştir? Gündelik işlerde çalışarak yaşamını sürdürebilen 6 milyonun üzerindeki insanın ve ailelerinin aç kalma ihtimali bizi tutum almaya yöneltmiş midir? Toplumdan alınan vergilerle oluşturulan fonlar işverenlerin ve iktidarın sonsuz kullanımına açılırken, emekçilere sadece kredilerle bankalara borçlanma imkanının tanınması, deprem, salgın vb. durumlarda iktidarın hep yardım kampanyalarına başvurması ve her şeyin vergi konusu yapılması, anayasal vatandaşlık sözleşmesinin “eşitlik ilkesi” ne saldırı değil midir? Eğer öyleyse vatandaşlık bilinci hak ve özgürlükler üzerinden oluşur ve bunun ortak savunucusu üzerinden gelişir. Bu noktada direnç ve direniş yok ise, bilinçli ve örgütlü toplum ve vatandaş da yokluk sınırlarında demektir. Hal böyleyken yerlilik ve millilikle yakından ve uzaktan hiçbir ilişkisi olmayanların, hatta tarihsel ve toplumsal ölçeğe vurulduğunda fazlasıyla ecnebi kalacakları aşikar olanların, bugün “yerli ve milli” adı altında topluma ayar tutmaya kalkışması ve kendine muhalefet adı veren partilerin buna teşne olması, bambaşka bir akıl tutulmasının emareleri olsa gerek!
Demokratik muhalefet hakkını kullanan partilerin terörize edilerek sınırlandırıldıkları, gazetecilerin “terör propagandası” ve ajanlık iddialarıyla terbiye edilmeye çalışıldığı, demokratik eleştiri hakkını kullananların hapishaneyi boyladığı ve hapishaneyi boylayanların adil yargılanma ve yaşam haklarının yerle yeksan edildiği koşullar, sıradan koşullar değildir. Dolayısıyla bu koşullar sıradanlıkla karşılanamaz. Burada iktidarın bir iç ve dış savaş, topluma karşı bir savaş rejimine dönüşme durumundan söz ediyoruz. Böyle bir savaş rejimi, elbette ki korku ve şiddet uygulamaları eşliğinde topluma sürekli kriz ve savaş pompalamayı kendi sürdürülebilirliği açısından vazgeçilmez görecektir ve olan da budur. H. Lehman’ın vurguladığı gibi, günümüzde “güvenlik üzerine geliştirilen tüm söylemler şiddet üzerinden kuruludur, güvenlik için terörizme karşı mücadele söylemi de bir şiddetin, emeğin istismarı şiddettir, piyasa şiddettir, yolsuzluk şiddettir, sınıfsallığa dayalı adalet de bir şiddettir, işsizlik ve dışlama şiddettir.” Dayatılan bu şiddet karşısında eksik olan şey, kriz ve kaos anlarının beraberinde toplumsal dinamikleri de canlandırdığı, arayışlara yoğunluk kazandırdığı gerçeğinin yeterince farkına varılmaması, kendisini sosyal demokrat olarak tanımlayanların bu gerçeğin yaratacağı sinerjiyi toplumsal eyleme evriltmenin demokratik savunun bir gereği ve sorumluluğu olduğu bilincine sahip olmamasıdır. Böyle bir bilinç eksikliği veya bilinçli tercih, sadece sosyal demokratları değil tüm toplumu vuran kronik bir hastalığa dönüşmüş durumda. 2004’ten beri bu zihniyetin partisel öncülüğünün nasıl müzmin bir kendini çelmeleme ve tüm kritik aşamalarda iktidarın önünü açma refleksine dönüştüğünü ve sonunda Türkiye halklarını bir rejim değişikliğiyle karşı karşıya bıraktığını bilmeyenimiz var mı?
Toplumsal referansı oluşturan güçlerin Türkiye siyaset sahnesindeki durum ve konumlanışları bütün açıklığıyla ortadadır. Sol ve demokratik alanda var olan öncülük ve birlik sorununun, “ver mehteri” anlayışının karşısında “ver İzmir marşını” anlayışını koyarak ve iflas etmiş Kemalizm’e eski giysilerini giydirerek yeniden siyaset sahnesine çağırmakla çözülmeyeceği açıktır. Bu tarz tutumların sergiledikleri sıradanlık, bütün içerikleriyle statükocu-despotik rejime katkı yapmaktan, tepkisizliğin ve sıradanlığın toplumsal bir patoloji biçiminden yayılmasından başka bir işe yaramamıştır. Bunda ısrar, alternatif yaratma çabasının sonuçsuz kalması, tekrar ve oportünizm pandemisinin ruhsal ve bilinçsel gevşemeye-çözülmeye uğrattığı “tarih yapan insan” realitesinin tarihsizliğe gömülmesi ve toplumsallığını yitirmesi olacaktır.
Kendini “bekle gör” anlayışıyla, faşizmin kendiliğinden yıkılacağı hayaline kaptıranlara tavsiyemiz, faşizmin İtalya ve Almanya örneklerini, İran’da Humeyni’nin iktidarı adım adım ele geçirme süreçlerini incelemeleridir. Hitler ve Mussolini faşizmi, ikinci Dünya Savaşıyla durdurulabildiyse de yarattıkları ulus-devlet sistemi ve zihni yapısı kendini sürdürdü. Humeyni’nin İran’ı ise 40 yıldır kendini sürdürüyor ve bölgenin en güçlü aktörlerinden biri haline gelmiş durumda. Güçlerini korku ve sindirme politikalarından, örgütlü yalandan devşirenlere karşı demokrasi güçlerinin geçmişte yaptıkları, günümüzde yapmak zorunda oldukları ve gelecekte de yine yapmakla sorumlu olacakları şey bellidir. İnsanın kulluğu ve köleliği üzerinden neşetlenen faşizmler, nasıl ki varlıklarını korkan zihinlere ve korkan zihinler yaratma çabasına borçluysalar, demokratik siyasetin başlangıç noktası da burası olmalıdır: Korkutulan insanı korkudan kurtarmak! Spinoza’nın demesiyle “özgürlüğü sağlayacak olan şey güvenliğe verilen öncelik değildir. Asıl güvenliği inşa edecek olan şey özgürlüktür. Demokrasi her şeyden önce bunun bilincidir.” Faşizme karşı demokratik sol öncülük ve birlik, ancak böylesi bir demokrasi bilincinde buluşulduğu vakit gerçekleşebilir. Bu, aynı zamanda demokratik güç haline gelme anlamına gelir ki, doğrudan ve yerinde demokratik inşa olarak üçüncü yol alternatifinin sahne alması demektir.
Ne İçin?
İnsanla Anlam Bulan Demokratik Bir Dünya ve Dünyayla Varlık Bulan Demokratik Bir İnsanlık İçin!
NASRULLAH KURAN
YORUM GÖNDER