ETİK İNSAN VE ETİK EYLEM (1.BÖLÜM)
Zihniyet, dil ve davranış birleşerek insan gerçeğini oluşturur. İnsan, tüm bunların bütünlüğüyle insan olarak tanımlanır. Bütünlüğün bozulmamış olması, insanı etik bir varlık kılar. Ancak bütünlük adına insanın homojen bir varlık olarak tanımlanması, insanın en büyük bozulması, yani faşizmdir. Zihniyetteki parçalanma, dildeki parçalanma, davranıştaki parçalanma ele alınarak insan bütünlüğü ve insanın etik bir varlık olarak evrendeki yeri tanımlanır. Davranışsal parçalanma zaten insanın akli muvazenesini yitirmek olarak tanımlanan bir duruma denk düşer. Dildeki parçalanma insanı en sade söylemle yalancı yapar. Zihniyetteki parçalanma, parçalanmanın en büyüğüdür. İnsanın kendini evren içinde konumlandırmasını engeller.
İnsan zihnindeki ilk parçalanmayı kimileri belki de insanın eğilip yerdeki taşı almasıyla başlatır. Ancak bütünlük de, oluşan ve zamanla tamamlanan bir oluşuma denk düşmektedir. Bir ağacın meyve vererek yeni bir tanım kazanmasını ondaki bir bozulma olarak tanımlamak evrensel muazzamlığa haksızlık olur. Tabi taşı yerden alan insanın atom bombası yaparak bunu binlerce insanın ölümüne yol açacak bir forma dönüştürmesini parçalanma olarak adlandırmak haksızlık sayılmaz. İnsanın izlediği bu yol bize olağan gelebilir. Ancak her zaman olmasa da bazen insanı başka canlılarla kıyaslayarak tespitlere gitmek gerekmektedir. Şifalı meyve veren bir ağacın kendi meyvesini otomatik bir silaha dönüştürüp öbür ağaçlara fırlatmasını hayal etmek bile mümkün değildir. Zira bu durum parçalanmanın, kendi olağan evrimsel seyrinden çıkmanın, yanlış yola sapmanın bir göstergesidir.
İnsan zihninin parçalanması, sınıfların başlamasıyla, devlet olgusuyla, egemenlik fikrine angaje olmakla ortaya çıkmıştır. İnsan zihnindeki bu parçalanma, insanı insan yapan vazgeçilmez gerçeği, toplum olmayı ortadan kaldıran fikrin oluşmasıyla başlamıştır. Bir insanın başka bir insanı köle yapabilmesi için önce kendi zihninde efendiliği inşa etmesi gerekir. Kendi zihninde efendi inşa etmenin tek şartı, zihinde bir köle yaratmaktır. Ali Fırat’ın kapitalizmi derinleştirilmiş kölelik olarak tanımlaması, insanların bedenlerinin başkalarının kullanımına açık hale getirilerek ruhlarının özgür olduğuna yani işçileşmeye ikna edilmesi ile bağlantılı olarak büyük anlam kazanmaktadır.
İnsan zihniyeti açısından kölelik, parçalanma olmaksızın mümkün olmayan bir durumdur. Bundan dolayı tüm iktidarları, tüm egemenlikleri, tüm devletleri ve tüm tahakküm sistemlerini ahlâksızlık olarak tanımlamak gerekir. İktidar olmak ahlâksızlıktır. Egemen olmak ahlâksızlıktır. Devlet olmak ahlâksızlıktır. Sınıflaşmak ahlâksızlıktır. Her biri kendi içinde efendi ve köle inşa etmektedir. Her biri kendi içinde zihniyet parçalanması yaşayarak ve yaşatarak varolmaktadır. Bundan dolayı da etik olmayı en kısa anlamıyla özgürlük olarak tanımlayabiliriz. Etik olan özgürlükseldir. Tersi gerçeklik olarak da etik olmayanın özgürlüğünden söz edilemez.
Ali Fırat, insan ve toplum tanımı yaparken şu tespitleri ortaya koymaktadır:
“Toplumun zekâ yoğunluğu en gelişkin doğa olarak tanımlanması, özgürlüğü çözümleme konusunda da aydınlatıcıdır. Zekânın yoğun olduğu alanlar, özgürlüğe hassas alanlardır. Herhangi bir toplum zekâ, kültür ve akıl gücü olarak kendini ne kadar yoğunlaştırmışsa o kadar özgürlüğe yatkın kılmıştır demek yerinde bir söylemdir. Yine bir toplum kendini bu zekâ, akıl ve kültür değerlerinden ne kadar yoksun kılmış veya yoksun bıraktırılmışsa o kadar köleliği yaşamaktadır demek de doğru bir söylemdir.”
Toplumda zekanın yoğunluğu, insan gerçeğinin yeni bir yaratıcı çokluğa dönüşmesiyle mümkündür. İnsanın yaratıcı çokluk olması, fiziksel olarak biraraya gelen insanların birlikte ortak bir zihniyet, ortak bir dil, ortak bir kültür yaratmalarıyla olanak dahiline girmektedir. Bir anlamıyla insanın tanrılaşması olan toplum gerçeği, insanın ahlâk tanımını yaratması, etik bir varlık olarak kendini evrende yeniden konumlandırmasıdır. Bu durumda kendini kültür, akıl, zeka gücü olarak konumlandıran toplum gerçeğinin özgürlüğe daha hassas bir alan yaratması, bir anlamıyla insan varlığının verili olanı kabullenmemesiyle mümkün olmuştur. Verili olanı kabullenmeyiş, verili olanla yetinmeyiş toplumsal varlık olarak insanın kendi tanımını yeniden oluşturmasıdır. Tam da bu noktada ortaya çıkan etik, bu yeni tanımın evrenle uyumunu, evren içindeki rengini de ortaya koymaktadır.
İnsan, kendi yaşamını farklılaştırdığı, bu yaşama yeni bir tanım getirdiği oranda ahlâk kavramını da kendi yaşamıyla birlikte inşa etmiştir. Tam da bu noktada ahlâkın kökenine farklılaşmayı koymaktayız. Farklılaşmak, çoğullaşmak ve çeşitlenmek olarak üç temel özellik sıraladığımız insanın, salt bu üç özelliğinden dolayı etik bir varlık sayılması yeterli midir? Çoğalan ve çeşitlenen birçok varlık için söz konusu olmayan etik, farklılaştığı ve bunun bilincinde olduğu için insan gerçeği için söz konusu olmaktadır.
İnsan gerçeğinde gelenek ahlâktır. ahlâk insanın yarattığı, kiminde büyük toplumsal dönüşümlere göre değiştirdiği ve kendi çağına uyarladığı, kiminde de binlerce yıla rağmen hiç değiştirmeden taşıyıp getirdiği kültürel birikimdir. Antigone’nin ölen kardeşinin cenazesini gömmek istemesi binlerce yıl önce sahneye uyarlanmış bir mitolojik anlatımdır. Sofokles’in oyununun ardından binlerce yıl geçmesine rağmen bugün Kürdistan’da kardeşinin, akrabasının, tanıdığının cenazesine katıldığı için zindana atılma cezası alan kaç insan vardır? Antigone’nin intiharı ahlâki ilkeyi yaşayamayan insanın ölü sayılacağını, ahlâkı esas almayan insanın ölümden başka seçeneğinin kalmadığını anlatır. Bugün kardeşinin cenazesini gömmeyi bir yaşamsal varoluş kuralı sayan Kürdistanlı kadınların eylemi, özünde ölümle tehdit edilmeye rağmen ahlâk ilkesini yaşatmanın insan için hayatiliğine işaret etmektedir.
İnsan aklının giderek kendini yeni formlarla görünür kıldığı bir gerçektir. Dil de bu formlardan sayılabilir. Büyük devrimsel bir yaratım olmakla birlikte, dilin insan üzerindeki büyük etkisine rağmen simgesel dilin yanılgı payı çok fazladır. Burdaki yanılgı payı, özünde dilin zihniyetten kopabilme esnekliğiyle doğru orantılıdır. Yani yalan söylemenin mümkün olmasıdır. Tabi giderek dilin davranıştan koptuğu, zihniyetten kendini kopardığı bir aşamaya geldik. İnsanın yaşadığı bu durum parçalanmanın derinleştiğini ve insandaki bozulmanın fazlasıyla arttığını göstermektedir.
Toplumlaşarak evren içinde kendine bir yaşam formu oluşturan insanın tüm gerçekleşmeleri ve varoluş eylemleri bir zekayı koşullamaktadır. Birlikte yaşamı inşa etmenin kuralları vardır ve bu kuralları oluşturmak devrimsel süreçlerdir. Birlikte yaşam kurallarını oluşturma süreçleri her zaman zorlu, çelişkili, çatışmalı ve buhranlı süreçlerdir. Bu durum, birlikte yaşamaya karar veren halklar için geçerli olduğu kadar birlikte yaşamaya karar veren insanlar için de geçerlidir. Ve oluşturulan bu kurallar esas alınmadan yaşamın sürdürülmesi mümkün değildir. Bu kuralların çoğuna ahlâk demekteyiz. Yaşamak için kendini vazgeçilmez kılan ahlâk bu noktada özgürlükle arasına kopmaz bir bağ koymaktadır. Özgür yaşamak istiyorsak bunun kökenine güçlü bir ahlâki alt yapı oluşturmak zorundayız. Ama ahlâki alt yapının da başka insanlarla birlikte oluşturulduğu zaman yaşamsal olduğunu da unutmamalıyız. Bu noktada, bilinçli öğelerin birarada olduğu toplum gerçeğinden, sürü toplum düzeyine düşmenin büyük oranda ahlâk yıkımıyla mümkün olduğunu kavramak da imkan dahiline girer.
Toplumların kaos yaşadığı dönemler etik kuralların değişimle yüzyüze kaldığı süreçlerdir. Doğa koşullarının, çağın düşünsel-siyasal şartlarının ya da başka gerekçelerin yaşam biçimlerini köklü değişime uğratmayı dayattığı dönemler, toplumların varlık yokluk süreci olarak karşımıza çıkar. Özünde varlık yokluk çelişkisi, insanın özgür yaşayıp yaşamama sorusuna verilecek ahlâki cevapla alakalıdır. Ahlâk kuralları da değişir. Zira ahlâkı korumak binlerce yıl önceki ahlâk yasalarını olduğu gibi uygulamak değildir. Toplumsallaşmanın oluşmasından bugüne aynı ahlâk kuralları geçerli değildir. sosyoloji kapsamında ele alındığında değişen toplumsallaşmanın değişen ahlâk kuralları ortaya çıkardığını görmekteyiz. Nihayetinde ahlâk da inşa edilen bir gerçekliktir. Çağlara göre değişen etik insanın çağlara göre değişiminin bir sonucu olarak şekillenmektedir.
Ahlâkı salt kaba ve sığ kurallara indirgemek de toplumsallığa, toplumun varlık yokluk düzeyinde yaşadığı binlerce yıllık sorunları aşma çabasına haksızlıktır. Örneğin hırsızlık hiçbir dinde, inançta ya da toplumsallıkta kabul görmediği, ayıplandığı söylenir. Bugün hukukun da bunu aynen esas aldığı belirtilir. Ancak elinde varoluşsal enerji ihtiyacını karşılayacak hiçbir şeyi olmayan, hiçbir şey bırakılmayan insanın nasıl yaşayacağına dair bir cevabın verilmemesi, büyük insan topluluklarının, hatta kimi halkların açlığa mahkum edilmesi esas ahlâksızlık olarak görülmez.
Bugün dinlerin siyasal düzlemde rol oynamalarına ters orantılı olarak toplumsal ahlâki rolü oynayamaması, dinlerdeki anlam yitimiyle bağlantılıdır. Hatta daha ötesi, dinsel argümanları en iyi kullananların en iyi hırsızlıklar yapabildiği Türkiye cumhuriyeti iktidarı şahsında ispatlanmıştır. Böyle bir durumda aç kalan birinin ekmek çalmasının ayıplanması, ya da bu kadar dramatize etmeden bazı örnekler verecek olursak, birinin bir günlük geçimi için bir şeyler çalmasının günlerce haber bültenlerinin ana konusu olması en büyük ahlâksızlıktır. Bir yanda devletin hukuk kılıfı altında yapılan hırsızlıklar kutsanırken, diğer yandan varolmak için bir tek öğünlük ekmek çalan insanın lanetlenmesi vardır. İkisi de hakikat olarak topluma dayatılmakta ve bu yolla toplumun özgürlüksel algıları tecavüze uğramaktadır. Bu noktada Dostovyeski’nin kahramanı Raskolnikov’u anımsamamak mümkün değildir. Raskolnikov “Niçin bir kenti kuşatıp halkını topa tutmak daha saygın bir biçim sayılıyor, işte bunu bir türlü anlayamıyorum” diyor. Özünde hukuk da, en büyük hırsızlık ve ahlâksızlık olan iktidarı ayakta tutmanın savaşını vermektedir. İktidarların tecavüzcü, katil, hırsız özellikleri tümden görmezden gelinerek atılacak her adım bir ahlâksızlık barındırmaktadır. Bundan dolayı ahlâk tanımları yapılırken girişilecek yüzeysel anlatımların oranı ancak bunu yapan kişideki ahlâki yıkımın oranını gösterebilir.
Toplumun varoluşsal kurallarının ahlâk olarak şekillenmesi, özünde toplumsal zekanın ahlâk olarak pratikleşmesi anlamına da gelir. Ahlâk zeka işidir. Ahlâki düzeyin yüksekliği de zekanın yüksekliğiyle, toplumsallığı kavrayışıyla, evrenin nasıl bir gerçeklik olduğuna dair kafa yoruşla bağlantılıdır. Zekanın donduğu zamanlar, özgür yaşamın gerçekleşme olanağı en zayıf olduğu zamanlardır ve tam da bundan dolayı ahlâka en uzak anlardır. Ulaşılan düşünsel düzeyi yaşamsal olarak pratikleştiremeyen toplumlar politikleşemeyen toplumlardır. Hiçbir toplum politik duruş sergilemeden, onun gerektirdiği eylemlere girişmeden özgürleşemez. Ahlâk olarak pratikleşen toplumsal zekanın en belirgin günlük somutlaşması da politika alanıdır.
Ali Fırat, demokratik uygarlık manifestolarında ahlâk konusunu en fazla politikayla bağlantılandırmaktadır. Yüzyılımıza gelene kadar merkezi uygarlıkların daha fazla kullandığı politika kavramının bunca iktidara, egemenliğe, imparatorluklara, faşist devletleşmelere uyarlanarak fazlasıyla kirletilmesi, bugünün özgür insanının zihniyetinden politika kavramını uzaklaştırmıştır. Bugün politikanın ahlâksızlıkla eş görülmesi, politikanın devletçi iktidarlar elinde kullanılan bir araç olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak insan varlığının toplumsallaşarak özgür yaşam akışını oluşturmayı başarması, politikleşmesiyle, zekasını nasıl yaşayacağı sorusuna verecek cevaplar doğrultusunda işletmesiyle bağlantılıdır.
DİLZAR AYINTAP
YORUM GÖNDER