ÖZ SAVUNMANIN ONTOLOJİSİ VE TECRİTTEKİ DİRENİŞİN SESİ (4.BÖLÜM)
Not: aşağıdaki alıntılar Abdullah Öcalan’ın İmralı’da 2010 yılında kaleme aldığı Özgürlük Sosyolojisi kitabından derlenmiştir.
“İnsana kadar tüm canlılar şaşmaz akıl ilkeleriyle çalışırlar. Doğal veya duygusal akıl da diyebileceğimiz bu akıl tarzı içgüdüselliğe yatkındır. Etkilenmeler çok ani tepki vermekle karakterize edilir. Bitki ve hayvanlardaki etki-tepki bu konuda çok öğreticidir. Üreme, korunma ve beslenmekten ibaret olan yaşamlarını içgüdüsel akılla çok öğrenilmiş tarzda yürütürler. Hata payı yok denecek kadar azdır. Ben konuyu cansız varlıklar alanına da taşırmaktan yanayım. Örneğin dünyamızın yerçekimini bir içgüdüsel akıl olarak düşünürsek (Ben böyle bir düşünce taşıyorum), her nesnesi, hatta zerresi onun itme ve çekme etkisini gücü oranında yaşar. Etkiden kaçış çok sınırlıdır. Ancak ışık gücünde kaçışlar mümkün olabilir. Evreni ilkesiz, başıboş sayan felsefeler bu anlamda bana pek doyurucu gelmez. Evrenin belli bir zekâyla hareket ettiğine dair görüş, üzerinde epeyce durmayı gerektirir.
İnsandaki zekânın tuhaflığı, bu evrensel zekâyı ihlal yeteneğidir. Belki ışık örneğiyle insan için bir üstünlük olarak da bu zekâ biçimi (analitik zekâ) yorumlanabilir. Ama evrenin akıl tarzının ezici ağırlığıyla çelişmesini nasıl çözümleyeceğiz? Belki ‘kaos teoremi’ konuya kısmen açıklık getirebilir. Bilindiği üzere, kaos teorisinde büyük düzensizlik içinde düzen aranır. Düzen kaossuz mümkün değildir. Bu yaklaşımdaki haklılık, doğruluk yönleri inkâr edilemez. Fakat burada da sorun, toplumsal kaosun (bunalım, kriz dahil) etkisi altında insan yaşamının ne kadar süre ve nasıl bir mekân içinde sürdürülebileceğidir. Çünkü toplumun kaotik süreçlere dayanma süresi ve mekânı sınırlıdır. Sürenin çok uzaması ve mekânın (ekolojik çevrenin) aşırı tahribi rahatlıkla toplumların sonunu getirebilir. Tarihte çok sayıda toplumun bu durumlara düştüğünü gözlemlemekteyiz. İnsanların neredeyse ilkel topluluklar halinde varlığını sürdürdükleri uzun süre boyunca (yaşamlarının yüzde 98’lik süresi) bu kaotik ortamda yaşadıklarını bilmekteyiz. Neolitik ve uygarlık düzenleri altında geçen yaşamın süresi toplam yüzde iki’nin altındadır. Özcesi, kaotik sürenin uzaması belki de tümüyle yaşamı sonlandırmaz. Fakat bu sefer tehlike daha farklıdır. Uygarlık öncesi kaotik süreçle sonrası arasında bariz bir fark vardır. Uygarlık çevreyi sadece insan toplumu için değil, tüm canlılar için tehlike sınırlarına çekmiştir. Daha da kötüsü, toplumların bağrındaki sermaye ve iktidar her saat kanser tarzı (aşırı kentleşme, orta sınıflaşma, işsizleşme, milliyetçileşme, cinsiyetleşme, önlenemeyen nüfus artışı) yayılmaktadır. Bu kanser tarzı büyümenin mevcut haliyle devamı bile, uygarlık öncesi klan dönemini mumla aratacaktır. Kanserle gelen kaotik süreç, yeni düzenlerden çok, toplumun ölümüyle de sonuçlanabilir. Abartılı bir yargıda bulunmuyoruz. Sorumluluk duyan insanlar, bilim insanları bu konuda her gün daha ağır yargılarda bulunuyorlar.”
“Demokratik Siyaset ve Öz savunma Unsurları: Demokratik uygarlığın siyaset ve güvenlik unsurları ahlaki ve politik toplumun varoluşunda temel rol oynarlar. Kendisi zaten politik olan toplum anlayışında diğer bir demokratik siyaset kategorisi fazla gelebilir. Fakat ikisi arasında fark vardır. Politik toplumda her zaman demokratik siyaset uygulanmayabilir. Kaldı ki, resmi uygarlığın tarihi boyunca politik topluma dayatılan ezici çoğunlukla despotik krallık egemenliğidir. Egemenlik altındaki politik toplum tümüyle yok olmaz. Ama kendini demokratikleştiremez. Nasıl her zaman kulak sahibi olmak duymak için yeterli değilse, ayrıca sağlıklı olmak gerekiyorsa, benzer biçimde politik dokunun olması her zaman özgür işlediği anlamına gelmez. Dokunun sağlıklı işlemesi ancak demokratik ortamın varlığına bağlıdır.
Demokratik ortamın varlığına, politik toplumun siyaset yapılanmasına genel olarak demokratik siyaset demek mümkündür. Demokratik siyaset sadece bir tarz değil, kurum bütünlüğünü de ifade eder. Partiler, gruplar, meclisler, medya, miting vb. birçok kurumlaşma olmasa, demokratik siyaset pratiği gelişmez. Kurumların asıl rolü tartışma ve karar almadır. Toplumun tüm ortak işlerinde tartışma ve karar alma olmadan yaşam yürümez. Sonuç ya kaos ya da diktatörlükle sonuçlanır. Demokratik olmayan toplumun kaderi hep böyledir. Kaosla diktatörlük uçları arasında sallandırılıp dururlar. Böylesi ortamlarda ahlaki ve politik toplumun gelişmesi düşünülemez. O halde politik mücadelenin, yani demokratik siyasetin öncelikli hedefi, demokratik toplumun oluşumu ve bu çerçevede ortak işlerin tartışma ve kararla en iyi hal yoluna konulmasıdır.
Gerçek işlevinden uzak tutulan ve burjuva demokrasisi denilen ortam ve kurumlarında siyasetin amacı, öncelikle iktidar olmaktır. İktidar ise tekelden pay almaktır. Demokratik siyasetin böylesi hedefleri olamayacağı açıktır. Velev ki iktidar kurumlarında (örneğin hükümet) yer alındı, o zaman bile temel iş yine aynıdır. Bu iş tekelden pay kapma değil, toplumun ortak hayati çıkarları için doğru kararlar alabilmektir; uygulamaları takiptir. Burjuva demokrasilerinde kural olarak yer alınmaz demek anlamlı bir yaklaşım değildir. Fakat koşullu yer almayı bilmek gerekir. İlkesizlik hep egemen sınıf sahte politikacılığına yarar.
Demokratik siyasetin yetkin kadro, medya, parti örgütlenmeleri, sivil toplum örgütleri, sürekli toplum eğitim çalışmaları ve propaganda gerektirdiği asla göz ardı edilemez. Toplumun tüm farklılıklarına saygılı yaklaşım, farklılık temelinde eşitlik ve uzlaşı gereği, tartışma üslubu kadar içeriği, siyasi cesaret, ahlaki öncelik, konulara ‘hakimiyet’, tarih ve güncellik bilinci, bütünsel-bilimsel yaklaşım, sonuç almada ve başarılı olmada demokratik siyasetin gerekli özellikleri olarak sıralanabilir.
Öz savunma, ahlaki ve politik toplumun güvenlik politikasıdır. Daha doğrusu, kendini savunamayan toplumun ahlaki ve politik vasfı anlamını kaybeder. Toplum ya sömürgeleşmiştir, eriyip çürümektedir; ya da direniştedir, ahlaki ve politik vasfını yeniden kazanmak ve işlerliğe kavuşturmak istemektedir. Öz savunma, bu sürecin adıdır. Kendisi olmakta ısrar eden, sömürgeleşme ve her türlü tek taraflı dayatıcı bağımlılıkları reddeden toplum, bu tutumunu ancak öz savunma olanakları ve kurumlarıyla geliştirebilir. Öz savunma sadece dıştan tehlikelere karşı oluşmaz. Toplumun iç yapılanmalarında da çelişki ve gerginlik her zaman mümkündür. Unutmamak gerekir ki, tarihsel-toplumlar uzun süredir sınıflı ve iktidarlı olup, daha uzun süre bu özelliklerini korumak isteyen güçler olacaklardır. Bu güçler varlıklarını korumak için tüm güçleriyle direneceklerdir. Dolayısıyla öz savunma yaygın bir toplumsal talep olarak uzun süre toplumun gündeminde önemli bir yer tutacaktır. Karar gücü öz savunma gücüyle pekişmeden kolay yürürlüğe konulamaz.
Kaldı ki, günümüzde toplumun sadece dışından değil, içinden de tüm gözeneklerine kadar sızan bir iktidar gerçeği karşısındayız. Toplumun uygun tüm gözeneklerinde benzer öz savunma grupları oluşturması hayatidir. Öz savunmasız toplumlar, sermaye ve iktidar tekellerince teslim alınmış ve sömürgeleştirilmiş toplumlardır. Tarih boyunca klandan kabile ve aşiretlere, kavim ve uluslardan dinsel cemaatlere, köyden kentlere kadar her toplum biriminin daima bir öz savunma sorunu olmuştur. Sermaye ve iktidar tekeli, av peşindeki kurt saldırganlığındadır; öz savunmadan yoksun olanları hep koyun sürüleri gibi darmadağın edip istediği kadar el koymuştur.
Demokratik toplum olmada ve varlığını sürdürmede en az sermaye ve iktidar tekellerinin saldırılarını ve sömürülerini sınırlandıracak ölçüde öz savunma yapılanmasını ve eylemliliğini oluşturup hazır, işler halde tutmak şarttır. Uzun süre sermaye ve iktidar aygıtlarıyla iç içe yaşanacağına göre, iki yanlışa düşmemek önemlidir: Birinci yanlış, ciğeri kediye emanet etmek gibi, kendi öz güvenliğini tekelci düzene teslim etmektir. Bunun yıkıcı sonuçları binlerce örnekle ortaya çıkmıştır. İkinci yanlış, devlete karşı hemen devlet gibi olmak parolasıyla iktidar aygıtı olmaya çalışmaktır. Reel sosyalizm deneyimleri bu konuda yeterince aydınlatıcıdır. Dolayısıyla anlamlı, işlerliği olan bir öz savunma demokratik uygarlığın tarihte, günümüzde ve gelecekte de göz ardı edemeyeceği bir unsuru olmaya devam edecektir.
Şüphesiz demokratik uygarlığın unsurlarını daha da çoğaltıp açıklamak mümkündür. Ama konunun anlaşılabilmesi ve öneminin kavranması açısından bu sunumun yeterli olduğu kanısındayım.
Askerileşme, militarizm sermaye ve iktidarın en keskin örgütlü kolu olduğuna göre, toplumu en çok hükmüne, kafesine kapatan kurum olması işinin doğası gereğidir. Militarizm genelde tüm tarih ve devletlerde topluma sızan, denetleyen, hükmeden güç olmasına rağmen, en çok orta sınıf (burjuvazi) çağında ulus-devlet tekelinde azami seviye kazanmıştır. Ulus-devlette ordu adına tüm toplumun resmen silahsızlandırılarak, tek silah tekelinin devlet-orduya geçmesi belirleyici özellik olarak karşımıza çıkar. Tarihin hiçbir döneminde burjuva sınıfının gerçekleştirdiği kadar toplum silahsızlandırılmamıştır. Bu çok önemli gerçeğin nedeni sömürünün yoğunlaşması, buna karşı büyük direnişlerin gelişmesidir. Toplum kapsamlı ve sürekli silahsızlandırılmadan, tüm iç gözeneklerine kadar iktidarın sızmasına ve gözetilmesine tabi kılınmadan yönetilemez. Adeta modernitenin ‘demirden kafesine’ kapatılmadan toplumla baş edilemez. Küresel finans tekel çağının ilaveten medyatik ordusunca da kapatılıp kuşatılmadan toplum yönetilemez. Sömürü tekellerinin boyutları, kendilerini olduğu gibi ideolojik-medyatik, bürokratik-askeri tekellerin oluşumuna da yansıtır. Kopmaz bağlar içinde birbirlerini koşullandırırlar. Son büyük merkezi uygarlık, süper hegemon ve diğer bölgesel hegemonların ve tüm yerel işbirlikçilerinin, toplum üzerinde-içinde devasa militarizme dayalı silahlı endüstri sermayesinin diğer tekellerine göre önceliği, bu tarihsel ve güncel konumlarının özünden kaynaklanmaktadır. Militarizmin kapitalist tekelin faşizmiyle özdeşleşmesi de bu öz gerçekliğinde anlamını bulmaktadır.
Elbette tüm doğal toplum ve yazılı tarih boyunca çeşitli biçimleri içinde toplumlar uygarlığın militarist gelişimine karşı kendilerini yoğunca savunmuşlardır. Öz savunma denilen gelenek de binlerce yıllık gelişimi içinde çeşitli direnme, ayaklanma, gerilla, halk savunma orduları biçiminde kurumlaşmış ve büyük savunma savaşları vermiştir. Savunma savaşlarını elbette militarist tekel savaşlarıyla bir tutamayız. Aralarında mahiyet, öz farkı vardır. Birisi anti-toplumcu (sömürgeci, çürütücü, yok edici), diğeri toplumcu (toplumu koruyan, ahlaki ve politik yeteneklerini özgür kılan) karakterdedir. Demokratik uygarlık, öz savunmanın sistemleştirilmesi temelinde, toplumu merkezi uygarlıkçı militarizme karşı koruma ve savunmadır.”
“Genel, kolektif anlamda toplumun ortak işlerini yürütmek için varoluş etkenleri olarak doku kazanan toplumsal ahlak ve politika olmadan, toplumlar öz varlıklarını sürdüremezler. Toplumun normal hali, varoluşu ahlaksız ve politikasız olamaz. Bir toplumun öz ahlak ve politik dokusu gelişmemiş veya kötürümleştirilmiş, saptırılmış ve felç edilmiş halde ise, o toplumun sermaye, iktidar ve devlet olarak çeşitli tekellerin işgalini ve sömürgeciliğini yaşadığını söylemek mümkündür. Fakat bu biçimde varlık sürdürmek, varoluşuna karşı öz-ihanet ve yabancılaşmadır; sürü, eşya ve mal-mülk olarak tekellerin egemenliğinde var olmaktır. Toplum bu durumda öz doğasını yitirmiş, doğal toplum yeteneklerini ya kaybetmiş, ya dumura (kadük) uğratmıştır. Sömürgeleşmiş, hatta daha da kötüsü her şeyiyle mülk konusu olarak kendini çürütmeye ve yokluğa terk etmiştir. Tarihte ve günümüzde bu tanıma uyan çok sayıda toplum gözlemlenmiştir. Çürütülen ve yok edilenler hâla ayakta kalanlardan katbekat fazladır.
Toplum kendini sürdürmesi için gerekli ahlaki ve politik kurumlarını oluşturup çalıştıramama, işlevsel kılamama durumuna düşünce, baskı ve sömürü cenderesine alınmış demektir. Bu durum ‘savaş hali’dir. Tarih, uygarlıkların topluma karşı ‘savaş hali’ olarak da tanımlanabilir. Ahlak ve politika işlev görmediğinde, toplumun yapabileceği tek iş kalmıştır: Öz savunma. Savaş hali, barışın olmaması halidir. Dolayısıyla barış ancak öz savunma temelinde anlam kazanabilir. Öz savunması olmayan barış, teslimiyetin ve köleliğin ifadesi olabilir. Liberalizmin günümüzde halklara, toplumlara dayattığı öz savunmasız barış, hele hele demokratik istikrar, uzlaşı denen oyun, tek taraflı gırtlağına kadar silahlı güç ile yürütülen burjuva sınıf egemenliğinin örtbas edilmesi halinden, yani savaş halinin örtülü yürütülmesinden başka bir anlam taşımaz. Barışı bu biçimde tanımlamak ideolojik sermaye hegemonyasının en büyük çabası olarak karşımıza çıkar. Tarihte ise daha değişik biçimde ‘kutsallaştırılmış kavramlar’ adıyla kendini ifade eder. Dinler bu yönlü kavram yüklüdür. Özellikle uygarlaştırılmış dinler böyledir.
Barışın gerçekleştirilmesi, ancak toplumların öz savunması, dolayısıyla ahlaki ve politik toplum karakteri korunur ve sağlama alınırsa gerçek anlamına kavuşabilir. Özellikle Michel Foucault’nun da büyük uğraşısını gerektiren barış tanımı ancak bu biçimde kabul edilebilir bir toplumsal ifade kazanabilir. Bunun dışındaki anlam yüklenimleri barışın tüm topluluklar, halklar adına bir tuzak olmaktan, savaş halinin örtük biçimler halinde sürdürülüp gitmesinden öteye bir ifade doğurmaz. Barış kelimesi kapitalist modernite koşullarında tuzak yüklü bir kelimedir. Doğru tanımlanmadan kullanımı çok sakıncalıdır. Bir kez daha tanımlarsak, barış ne tümüyle savaş halinin ortadan kaldırılmasıdır, ne de bir tarafın üstünlüğü altındaki istikrar ve savaşın olmaması halidir. Barışta taraflar vardır. Bir tarafın kesin üstünlüğü söz konusu değildir ve olmaması gerekir. Üçüncüsü, silahlar toplumun öz ahlaki ve politik kurumsal işleyişine rıza temelinde susturulmaktadır. Bu üç koşul ilkesel barışın temelidir. Gerçek bir barış bu ilkeli koşullara dayanmadıkça anlam ifade etmez.
Bu üç koşulu biraz açarsak, birincisi, tarafların tümüyle silahsızlandırılması öngörülmemektedir. İddiaları ne olursa olsun, birbirlerine sadece silahlarla saldırmamayı ahdetmektedirler. Silahlı üstünlük peşinde koşulmamaktadır. Kendilerini güvenlik altında tutma haklarına ve olanaklarına saygılı olmayı kabul etmektedirler. İkincisi, bir tarafın nihai üstünlüğü söz konusu değildir. Belki silahların üstünlüğü altında sağlanan bir istikrar, sakinlik olabilir, ama bu durum barış olarak adlandırılamaz. Barış, hangi taraf (haklı-haksız) olursa olsun, üstünlük (silahla) sağlamadan savaşı durdurmayı karşılıklı olarak kabul etmeleri durumunda gündeme gelebilir. Üçüncüsü, taraflar sorunların çözümünde toplumların (yine konumları ne olursa olsun iki taraf, toplum veya iktidar) ahlaki (vicdan) ve politik kurumsal işleyişine saygılı olmayı kabul etmektedirler. Adına ‘politik çözüm’ denen koşul bu çerçevede tanımlanmaktadır. Politik ve ahlaki çözüm ihtiva etmeyen bir ateşkes barış olarak yorumlanamaz.
Bu ilkesel barış koşulları altında demokratik siyaset vazgeçilmez bir önem kazanarak gündeme girmektedir. Toplumun ahlaki ve politik kurumları çalışınca, doğal olarak ortaya çıkan süreç demokratik siyaset süreci oluyor. Barışı uman çevreler, ancak politika ahlaki temelde rolünü oynarsa bunun başarı sağlayabileceğini de bilmek durumundadırlar. Barışta en az bir tarafın demokratik siyaset konumunda olması gerekir. Aksi halde yapılan, tekeller adına ‘barış oyunu’ olmaktan öteye gitmez. Demokratik siyaset bu durumda hayati bir rol oynuyor. Karşısındaki iktidar veya devlet güçleri ile ancak demokratik siyaset güçlerince diyalog altında anlamlı bir barış süreci yaşanabilir. Gerisi savaşçılıkların (tekellerin) karşılıklı süre durdurumuyla sürüp gitmesidir. Savaştan yorulma, lojistik ve ekonomik zorluk vardır. Giderilmeleri halinde, bir tarafın üstünlüğü tam sağlanıncaya kadar savaşa devam edilir. Bu biçimlere barış süreci denmez, daha şiddetli savaşlar için yapılan ateşkesler denilebilir. Bir ateşkesin barışçı olabilmesi için barışa yol açması, saydığımız üç koşula bağlanması ilkesel bir önem taşır.
Savaşta bazen görüldüğü gibi, öz savunmacı (haklı konumda olanlar) tarafın da nihai üstünlük kazandığı durumlar olabilir. Bu durumda bile barış için üç koşul değişmez. Reel sosyalizm ve birçok haklı ulusal kurtuluş savaşlarında görüldüğü gibi, hemen kendi iktidar ve devletine koşmak, bu iktidar ve devlet altında istikrar sağlamak barış olamaz. Bu sefer yabancı gücün yerine (tekelci) yerli bir gücün (devlet kapitalizmi veya milli burjuvazi denen kesim) ikame edilmesi söz konusudur. Sosyalist iktidar da denilse, sosyolojik gerçeklik değişmez. Barış ilke olarak iktidar ve devlet üstünlükleriyle sağlanan bir olgu değildir. İktidar ve devlet ne adla olursa olsun (burjuva, sosyalist, milli, gayri milli, fark etmiyor) üstünlüğünü demokratik güçlerle paylaşmayınca barış gündeme girmez. Barış son tahlilde demokrasi ile devletin koşullu uzlaşmasıdır. Tarih boyunca bu uzlaşmanın öyküleri de büyük yer ve zaman kaplamaktadır. Birçok süre ve mekânda denenmişlerdir. İlkesel ve uzun süreli olanı vardır. Daha mürekkebi kurumadan bozulanı da vardır. Toplumlar sadece iktidar ve devlet güçlerinin kurulmasından ibaret yaşamazlar. Ne kadar alanları daraltılırsa daraltılsın, toptan yok edilmedikçe, kendi öz ahlaki ve politik kimlikleri altında yaşamayı da sürdürmesini bilirler. Belki de tarihte yazılmayan, ama yaşamın esas hali olan da bu gerçekliktir.
Toplumu devlet ve iktidar öykülerinden ibaret görmemek, tersine belirleyen doğa olarak varsaymak daha gerçekçi bir sosyal bilim oluşumuna katkı yapabilir. İktidar ve devletler, sermaye tekelleri ne kadar büyük ve zengin (Firavun ve Karun) olurlarsa olsunlar veya günümüzdekiler gibi toplumu yutacak kadar canavarlaşırlarsa (yeni Leviathan) canavarlaşsınlar, hiçbir zaman toplumu ortadan kaldıramazlar. Çünkü onları son tahlilde belirleyen toplumdur. Belirlenenler hiçbir zaman belirleyicilerin yerini tutamaz. İktidarın en şaşaalı, medyatik propaganda (günümüzdeki gibi) gücü bile bu gerçeği örtbas etmeye yetmez. Onlar dev kılığına bürünmüş en sefil ve acınacak güçlerdir. Buna karşın insan toplumu, oluşumundan beri doğanın en harika yaratımı olarak anlam bulmaktan yoksun kalmayacaktır.
Demokratik Uygarlık Sistemi hem tarihteki hem de şimdiki hali olarak toplumu, bu ana paradigma altında yorumlama, bilimselleştirme ve yeniden inşa etme sistemi olarak, bundan sonraki kısmın konusunu teşkil etmektedir.”
ÖMER KÜRTGÖZÜ
YORUM GÖNDER