MODERNİTENİN KRİZLERİNE KARŞI ALTERNATİF BİR SİYASET: 3.YOL-1.BÖLÜm
İnsanlık tarihi yaklaşık beş yüz yıldır batı modernitesinin sonuçlarını yaşıyor. Modernitenin siyasal ve iktisadi modeli, güvenlik mimarisi ve bürokratik formları tamamlanamayan ve yağmalanan aydınlanmacı aklın sapmasıyla doğayı, toplumu ve bireyi esaret altına aldı. Ve bugün kendi koşularının yarattığı sonuçlarla boğuşan insan, bu koşulların yarattığı riskleri bertaraf etmek için yeni bir yol bulmak zorunda. Yeni yollar, yerleşik düşüncelere meydan okunarak aşılabilir, insanlık tarihi bunun örnekleri ile doludur. Hegel 1807’de bir arkadaşına yazdığı mektupta eski kurumları, ayakları sıkmaya başlayan, yürümeyi engelleyen ve devrimcilerin kurtulmayı başardıkları çocuk ayakkabılarına benzetir. Devletin, kapitalizmin ve siyasetin değişmediği bir momentte eski silahlarla savaşmayı ısrar etmek, kişileri ve yapıları Don Kişot romantizmine mahkum eder. Zira modernite siyasi, iktisadi ve kültürel formlarda muazzam değişimler yaratan romantik ve şiirsel bir yoldu; şiirin ve romantizmin zamanla küresel faşizme dönüşebileceğine öngörenler olduysa da pek ciddiye alınmadı. Çünkü batının filozofları ile devlet elitlerinin moderniteden anladığı şey çoğu zaman farklıydı. Değişen egemenlik özneleri, söylemleri, kuramları ve kurumsallaşmaları değişimi doğru analiz etmemiz için bizleri entelektüel bir göreve; yeni sömürü biçimlerini teşhir etmek için ahlaki göreve ve alternatif üretmek, inşa etmek ve örgütlemek için de politik bir göreve davet ediyor. Bu makale, üçlü görev sorumluluğundan hareketle güncel gelişmeler ışığında iki kapitalist kutbun rekabetinin dışında kalan üçüncü yol siyasetini genişletme çağrısı olarak okunabilir.
Modernitenin Körleşmesi
Kolonyalizmin eski bir iktidar hastalığı olduğunu Roma hukukunda geçen “ayaklar nereye basıyorsa vatan orasıdır” sözünden anlıyoruz. Fransız devrimi tüm yolları batı uygarlığı adına ulusallaştırdı, İngilizler bu yolları aynı uygarlık adına kapitalistleştirdi. Fransız siyasalı karayı, İngiliz siyasalı denizi sömürgeleştirirken Almanlar bir kaç kıtayı eş zamanlı cehenneme çevirdi. Ruslar ilk zamanlarda toplumcu bir kahraman gibi sahaya inmiş olsa da yeni krizler üretti ve son olarak ABD modern imparatorluğun son büyük temsilcisi olarak oyuna dahil olup dünyaya tüm zamanların en geniş hakimiyet biçimlerini dayattı. Modernitenin ulus ideolojisi tebayı yurttaşlaştırarak modern dönemin yeni öznesini inşa etme derdine düşmüştü. Her Alman uçmayı öğrenmeliydi, her İngiliz birer donanmacı olarak denize açılmayı, her Fransız ölüme gözünü kırpmadan ilerleyerek yürümeyi ve karada bir kahraman olmayı başarmalıydı. Batı siyasalı, modernite merceğiyle dünyaya bakınca gezegen üzerinde her türlü “hakka” sahip olduğu yanılgısına kapılmıştı.
Hak olgusu zaman içinde çoklu suçlara, şiddetin her türlüsüne ve zengin sömürgeleştirme tekniklerine dönüştü. Bu projeksiyon, moderniteyi felsefeden, bilimden, edebiyat ve sanattan arındırarak devletleştirdi, sermayeleştirdi, militerleştirdi ve nihai olarak tamamen sömürgeleştirmenin bir modeli haline getirdi. Modern iktidarların deniz, kara ve hava üzerindeki barbarlığı modernite filozoflarını bunalıma sürüklemesi gerekiyordu, lakin böyle bir şey olmadı.Tarih, 2010’lu yıllardan 2020’ li yıllara doğru akarken savaşların, ekonomik krizlerin, yoksulluğun, işsizliğin ve güvenlik risklerinin genişlediği bir evrede insanlık, yaşamını bu risklere rağmen sürdürmeye çalışıyor. 2020’nin başında küresel bir salgın olarak dünyayı kasıp kavuran Covid19 ile birlikte kapitalist modernitenin yapısal krizleri yönetilemez hale geldi. Salgın süresi boyunca modern hegemonya etkili olmaya başlayan ve gittikçe kalıcı hale gelen dijital evrende çevrimiçi düzenler inşa etmeye çalıştı. Yaşamın dijitalleşmesi, üretim krizleri, işsizlik kaygısı ve buna eklenen iklim krizi küresel aktörlere yeni iktidar alanları açtı.
Kapitalist modernitenin hava, deniz ve karaya hakim olma stratejisi toplumu kontrol etmek için yetmeyecekti, modern hegemonya için daha kitlesel ve otomatik bir kontrol ve denetim tekniği gerekliydi: Bio-iktidar. Batı’nın ilk defa savaş teknolojisinde kullandığı “fleet being-varolma seyri” dedikleri strateji tamamen görünmeyen bedenlerin, hareketlerin sanatı olarak gerçekleştiren bir lojistik olarak inşa edildi. Düşmanı, yeri ve zamanı belirsiz olacak şekilde tehdit altında tutan ve ilk zamanlarda donanma için düşünülen bu iktidar tekniği zamanla bir toplumsal rejim haline geldi. Doğrudan kan dökmeden, şiddet uygulamadan sonuç alıcı olan bu teknik 21. yüzyılda en geniş denetim ve kontrol teknolojisi haline geldi. Biyoiktidar pratikleriyle nüfusun kontrol edilmesi pandemi de daha da kolaylaştı. Küresel düzeyde yaşanan salgın, yeni bir ulusal güvenlik stratejisi yarattı. Böylece Covid19 pandemisi ile birlikte dünya, panoptik[1] hapishaneden panoptik topluma geçiş yaptı. Yaşamın güvenlikleştirilmesi ve militarizasyonu bugüne kadar herhangi bir toplumsal soruna çözümler üretmese de, bu paradigmaların projeksiyonuyla insanlık lehine ortak bir gelecek ve umutlu bir yaşam inşa edilmese de çoğu zaman kitleler bu tür uygulamalara rıza gösterebiliyor. Ancak insanlığın direngen yanı, modern sömürünün olduğu her yerde yeni itiraz biçimleri geliştirerek modern düzene meydan okumaya devam ediyor. Fuco’ya atfen söylersek iktidar her yerdedir ve iktidarın olduğu her yerde direniş de vardır. Salgın çeşitli izolasyon modellerini hayatımıza sokarken devletler ve şirketler arasında yeni bir işbirliği ve yeni iktidar alanları açtı.[2] Devletin önemi salgın süresi boyunca arttı, ama “nasıl bir devlet?” sorusuna henüz yanıt verilmiş değil. Daha yaşanılır bir gezegen için yaşamın demokratikleştirilmesi, doğanın korunması ve merkezi siyasete karşı yerel yönetimlerin hakim kılınması gerekirken, salgın boyunca sağ otoriter ve popülist rejimler daha baskıcı pratiklerle kapitalizmin yerel sürümlerini de pratize ederek siyasal ve toplumsal yaşam üzerinde icra ettikleri sömürü alanlarını daha da genişlettiler. Sonuç olarak siyasal yapıların küresel ölçekte otoriterleşerek merkezileştiğine ve yerel siyasetten hızla uzaklaştığına tanıklık ettik. Dünyada fikirsel olarak farklı yelpazede duran birçok kesim Covid19 ile birlikte modern kapitalist hegemonyanın, liberal batı demokrasileri normlarından uzaklaşarak otoriterliğe kaydığına yönelik saptamayı destekliyor. Avrupa’nın dibinde kapsamlı bir savaşın başlaması (Ukrayna Savaşı) otoriterliğe kaymanın modern şiddetin yeniden üretimidir. Covid’ten önce hegemonya tarafından her türlü krizi bastıran bir aparat olarak görülen savaş olgusu, bizleri şaşırtmayacak şekilde salgının yarattığı krizleri perdelemenin en bilindik yolu olarak yeniden devreye konuldu. Ukrayna savaşını bu temelde değerlendirmek mümkün. Otoriterizm ile ekonomik, askeri, siyasi ve yargısal gücün tek elde toplanması (kuvvetler birliği) dönemsel kolaylıklar yaratabilir; ancak bu tip kapalı ve basınca-baskıya dayalı rejimlerin yarattığı tahribatların enkazı uzun yıllar ortadan kaldırılamayacağını hatırlatarak devam edelim. Dünyanın gelecekteki riskleri öngörme ve önleme kapasitesi, modern tahribatların artmasıyla eş anlı daralıyor. Hava kirliliği, işsizlik, göç, yoksulluk, suların kirlenmesi ve temiz gıdaya erişim gibi küresel ölçekte risklerin büyümesi ve önlenememesi toplumsal kaygı düzeyini alt üst etmiş durumda. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu riskler daha çok otoriter rejimlerin yükselmesine yararken dünya solunun, toplumsal hareketlerin (kadın, ekoloji ve savaş karşıtı hareketler) sorun çözme veya gidişatı değiştirme kapasitesi etkisiz protestolarla sınırlı kaldı. Toplumsal ve siyasal mücadelelerde “protestolar” her zaman ilk etapta başvurulan bir yöntem olsa da protestoların dağınık, örgütsüz, yerel ve istikrarsız kalması sonuç alıcı durumlar yaratamadı. Karşımızda 20. yüzyılın risklerini kamusal alanda üstlenen bir sosyal devlet de yok. Hem geleneksel dayanışma ağlarını (aile-akraba) hem de kamusal alanın modern riskleri karşılama kapasitesinin zayıflığı toplumda büyük bir tedirginliğe neden olurken çaresizlik, korku ve kaygı dolu bir yaşam toplumları daha korumacı, muhafazakar ve kapalı bir modele itiyor. Bugün dünya nüfusunun %70-72’si modernitenin yarattığı risklerle dolu kentlerde yaşıyor. Gezegenimiz hızla belirsizlikler üreten riskler etrafında modern türbülanstan bir türlü çıkamıyor ve dünya siyaseti henüz bu riskleri bertaraf edebilecek kapsayıcı bir yönetim aklına sahip değil. Modern sömürü düzeninin tahribatlarına 20. yüzyıldan kalan meseleleri (Filistin sorunu ve Kürt meselesi gibi) omzunda taşıyan Ortadoğu gibi coğrafyalar daha çok maruz kalıyor. Bu tür coğrafyaların toplumları Kapitalist modernitenin beslediği ve organize ettiği felaketleri anlamada, algılamada, çözümlemede, buna çeşitli alternatifler geliştirme de daha büyük zorluklar yaşıyor. Bu coğrafyaların siyasal iktidarlarının kriz anında başvurdukları tek yol ise devletin tüm baskı aygıtlarını devreye sokarak etnik ve dini milliyetçilik hezeyanları ile hakikatin üzerini örterek toplumsallaşmasını engellemek. Yaşadığımız her felaket (salgın, savaş, sel, deprem) modernitenin mevcut iktisat modeli olan neoliberal kapitalizmin çöküşünü ve negatif sonuçlarıyla yüzleşmemizi hızlandırıyor. Bu yüzleşme yerel, bölgesel ve küresel dayanışmanın zorunluluğunu, mevcut düzene alternatif olabilecek bir siyasal kuramı, bu kuramı harekete geçirecek politik kurum ve hareketlerin varlığına yönelik eksikliği ortaya çıkarıyor. Bu makale politik eksikliğe cevap olabilmek için modernite eleştirisinden yola çıkarak, modern krizleri teşhir edip yerel, bölgesel ve küresel ölçekte yaşanan krizlere üçüncü yol siyasetinin merceğiyle bakmayı deniyor.
MEHMET NURİ ÖZDEMİR
YORUM GÖNDER