DEVLETİN OLUŞUMU VE POLİTİK ALANA HEGEMONYASI (3.BÖLÜM)
Devletin Politik Alana Müdahalesi:
Politikanın en eski anlamı yönetmektir. Politika, ilkel komünal toplulukta hayatı örgütlemek, düzeni sürdürmek ve şeyleri yönetmekti. Komün topluluğu bilgeler, önderler ve şefler tarafından komünal bir şekilde yönetilmekteydi. Politika bu dönemde topluma yabancılaşan, dışsallaşan ve araçsallaşan bir olgu değildi. Kendi içerisinde bir hiyerarşi yaratmıyordu. Politika, toplumu yöneten değil, toplumun kendini yönettiği bir araçtı. İlkel komünal toplumda belirleyici olan komünal ilişkidir, sınıflı toplumlarda ise yönetme ilişkisidir.İnsanlığın toplumsal örgütlenmeden siyasal örgütlenme biçimine geçişini bir zorunluluk haline getiren temel unsur, özel mülkiyet olmuştur. Bu durum oluşunca politika toplumun kendini ve şeyleri yönettiği bir unsur olmaktan çıkmış, bir sınıfın üzerinde zora dayalı egemenliğinin yönetim biçimi haline gelmiştir.
Lenin, “politikayı devlet işlerine, yönetimine, devlet faaliyetlerinin biçim, görev ve içeriğinin belirlenmesine karışmak, belirlemek” diye tanımlarken, en kısa ve net bir şekilde “Politika ekonominin yoğunlaşmış halidir” der. Devlet, kendisini oluşturan “üst yapı” kurumları (hukuk, din, felsefe, sanat vb.) ile çıkarına hizmet ettiği belli sınıf ya da sınıfların diğer ezilen sınıflar üzerindeki zora dayalı aygıtıdır. Toplumun özel mülkiyet üzerinden sınıflara bölünmesi, devletler aygıtının ortaya çıkması vb. hepsi bu ekonomik temel üzerine şekillenir. Her politika açıktan ya da örtülü olarak ekonomik çıkarları yansıtır. Politikanın oluşumunda devlet/iktidar ilişkisi belirleyicidir. İktidar, yapısal kurumların toplum üzerindeki etkilerini, mücadele eden sınıflar arasındaki ilişkilerini, hegemonyasını anlatır.
Sermaye Birikimi Siyasal Gücü Yaratır
Kapitalist sistemde siyasal gücü özel mülkiyet ilişkileri oluşturur. Üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, siyasal gücün de sahibidir. Egemen sınıfın mülkiyet sahibi olmasını sağlayan durum sermaye birikimidir. Burjuvazi işçi sınıfının mülk sahibi olmasını ve kendi geçim araçlarına ulaşmasına engel olur. Üretim araçlarından yoksun bırakılan işçi, burjuvazi ile anlaşma yoluna giderek emek gücünü belli bir ücret karşılığı satar. İşçinin emek gücünün değeri ile sermaye sahibi adına çalışırken harcadığı emeğin değeri arasındaki fark artı-değeri oluşturur.
Marx, 1844 yılında kaleme aldığı “El Yazmaları”nda mülkiyet sahibiyle işçi arasındaki gizlenen emek sömürüsünü ortaya koydu. İşçi ürettiği nesneye yabancılaştı, kölesi oldu. Sermaye sahibi, işçinin yaşaması için çalışması gerektiğini gizler. İşçi sınıfına tanınan özgürlük ve eşitlik egemen sınıfın çıkarları esas alınarak belirlenir. İşçi sınıfı emeğinin karşılığında yaşamını idame edebilecek kadar ücret alır. Aldığı ücret yaşamasını sağladığı için çoğunlukla mülk edinmesi imkansız gibidir.
“İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir. Emek yalnız meta üretmez; kendini ve meta olarak işçiyi de üretir ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir.”[2]
İşçi hayatta kalmak için kölece çalışmak zorundadır. Zorun başladığı yerde işçi sınıfının, ezilenlerin özgürlüğü de biter. İşçi sınıfının özgürlüğünü oluşturan koşullar ancak mülkiyetin ortadan kalkmasıyla mümkündür. Sermaye ile işçi sınıfı arasındaki bu sömürü ilişkisi kapitalist toplumdaki iki sınıfın arasındaki çelişkinin derinleşmesini sağlar. Kapitalist sistemdeki üretim ilişkileri sonucu merkezileşen devlet yapısı sermaye birikim sürecinin koşullarının devamını egemen sınıflar lehine yasalarla güvence altına alır. “Emekçiler, proleterlere ve emekçilerin araçları da sermaye durumuna dönüştükten, kapitalist üretim biçimi ayaklarını yere bastıktan sonra emeğin bundan sonraki toplumsallaşması, toprağın ve öbür üretim araçlarının bundan sonraki dönüşümü, yani özel mülk sahiplerinin bundan sonraki mülksüzleştirilmesi yeni bir biçim alır. Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir.”[3]
Başka bir ifadeyle kapitalizmin doğası ve hareketin yasası gereği, artık değerin değerlenmesi, başka yerde üretilen artık değerin varlığını gerekli kılar. Birbiriyle ilişki ve çelişki halindeki birden fazla sermayenin rekabeti yatırım yapmayı zorunlu hale getirir. Bu durum sermaye birikimine neden olur. Sermayenin belli tekeller arasında merkezileşmesine yol açan bu ilişki durumu daha güçsüz, daha küçük sermaye gruplarını yok eder.
ÇİÇEK OTLU
YORUM GÖNDER