AHLAK VE TOPLUMSAL NORM (1.BÖLÜM)
Toplumsal doğa ahlakın varlık gerekçesidir. Tarihin her çağında düşünür, filozof, peygamber, siyaset insanları tarafından üzerinde önemle durulmuştur. Ne var ki bu konuda yeterince çözümleyici olunmadığını ve “toplumsal hafızaya” dönüştürülmediğini tarihin pratik gelişmeleri bize çok açık göstermiştir. Bu nedenle uygarlık güçleri kendini büyüttükçe ahlak gerilemiş ve zayıflamıştır. Ahlaka ilişkin kavramsal, kuramsal düzeyde tanımlar geliştirilmiş olsa da, ahlakın tarihsel-toplumsal çözümlemesi bu çevrelerce güçlü biçimde geliştirilmemiştir. Tarihte ve günümüz dünyasında ahlaka yüklenilen anlam bu kavramın ruhunu, özünü ve canlılığını yansıtmayan dar, sığ ve basit tanımlamalarla geçiştirilmiştir. Esasta toplumsallıkla bağı kopartılmıştır. Ali Fırat kavramsal düzeydeki ahlak tanımını ortaya koyarken “Basit anlamda kurallara göre yaşamak” ifadesini kullanır. Bununla birlikte Ali Fırat ahlak konusunda oldukça kapsamlı ve derinlikli çözümlemeler geliştirmiştir. Bu alanla ilgilenenlerin birçoğu, ahlaka ilişkin daha çok “devlet teorisine” giriş düzeyini aşamayan yaklaşımları söz konusudur.
Uygarlığın yol açtığı kaos ve kriz hali toplumsal yaşamı nefessiz bırakmıştır. Bu uygarlığın ürettiği sosyal bilimin konumu, düzeyi ve uygarlık aygıtlarıyla ilişkisi nedeniyle toplumsal sorunların çözümü konusunda hakikatten uzak değerlendirmeler içermektedir. Bu durum Ali Fırat’ı, başta ahlak olmak üzere politika kavramıyla birlikte çözüm oluşturabileceği noktasına götürmüştür. Bu nedenle o, “Toplumun varoluş hali ve gelişiminin ‘ahlaki-politik toplum’ temelinde incelenmesini varsayan sosyal bilim okulunu Demokratik Uygarlık Sistemi olarak tanımlamak mümkündür” demektedir.
Birçok sosyal bilimcinin çıkış noktaları yanlış olunca varış noktaları da yanlış olmuştur. Bunlar ya uygarlık aygıtlarının yedeğine düşmüş ya da devlet-iktidar için kuram oluşturmuşlardır. Bunların bazıları toplumsal gelişme için “temel birimler” tanımlamasına başvurmuştur. Örneğin Marksizm, sınıfı temel birim belirlerken ekonomiyi temel altyapı, ahlakı ise üstyapı kurumu biçiminde ortaya koymuştur. Yani ahlak ikincil, tali planda kalmıştır. Bu da Adorno’nun anlatımında ifadesini bulan “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” tespitini adeta doğrular niteliktedir. Toplumsal sorunları çözmede iddialı olan ve uygarlık karşıtı bir çizgide konumlanan reel sosyalizm pratiğinde yaşanan toplumsal çürüme ve ahlaki yozlaşma kaçınılmaz çöküşle sonuçlanmıştır. Teoloji ise “din toplumunu” temel birim yapmıştır. Din her ne kadar ahlakı önemsemişse de, iktidarlaşmasıyla anti-toplumsallığa dönüşmüştür. İktidarların fetih aracı olmuştur. Liberalizm ise, bireyi temel birim yaparken “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler.” anlayışı içinde sınır, kural, ahlak tanımaz bireyin sahte özgürlüğü için her türlü bencillik ile topluma karşı savaş halini ifade eder. Devlet-iktidar olgusunu temel birim yapanlar ise, gücü kutsayan “kutsal devlet”, “sosyal Darwinizm”, “özgürlüğün kaynağı devlet” biçiminde yaklaşmıştır. Bu anlamda toplumsal sorunları daha da büyüten uygarlık saptırmalarının, devlet ve iktidarı huzur ve güvenlik sağlayıcı göstermesi toplumsal yaşamın sürdürebilirliğinin vazgeçilmezi olarak sunması tam bir aldatmacadır, çarpıtmadır. Bahsi edilen iktidar bilimleri ve ideolojiler sürdürülemezliğini sadece toplum boyutunda değil, doğa-çevre tahribatı boyutunda da içinden çıkılmaz hale getirmişlerdir. Bu nedenle birinci doğa ve ikinci doğanın sürdürülemezlik durumunu ve uygarlığın yarattığı tüm sorunları aşmak, bunlara çözüm olmak adına Ali Fırat’ın gündeme getirdiği Demokratik Uygarlık Sisteminin varoluş hali olan “ahlaki-politik toplum” birimi üzerinden ahlakın yaşamsallaştırılmasına ihtiyaç olduğu görülmektedir.
Bu bağlamda merkezi uygarlık sistemi dışında kalan ve kökleri doğal topluma, neolitik tarım devrimine ve tanrıça kadın kültürüne dayanan tüm komünal yapılar, ahlaki-politik toplumlar ve bunların demokratik özelliklerinden kaynağını alan ve toplumsallığın varoluş hali olarak ahlak üzerinden bir sentez geliştirilmiştir. Toplumsal ahlak demokratik toplum ile güncelleştirilmiş ve hakikatleştirilmiştir. Bu anlamda merkezi uygarlığa yedeklenen anti-uygarlıkçı yapıların zihniyet çözümlemesi geliştirilerek, sistemsel sorunları aşmada toplumsal hakikat gerçeğine uygun olan ahlaki-politik toplum birimiyle anlamlı bir yaşama, komünal topluma ulaşılacağı teori-pratiği Ali Fırat tarafından geliştirilmiştir.
Kısacası, ahlakın gündemleştirilmesinin önemini Ali Fırat’ın değerlendirmesiyle noktalarsak; “Dünya sisteminin yapısal bunalımından hangi siyasi ve ekonomik oluşumların çıkacağı kehanetle değil, entelektüel, politik ve ahlaki çalışmaların düzeyiyle belirlenebilir.”[1] demektedir. Aslında burada ahlaki toplumu inşa edecek kadroların görev ve sorumluluklarını da ortaya koymaktadır.
Toplumsal Ahlakı Tanımlamak
Ali Fırat, “Ahlak, toplumun ilk inşası sırasında takındığı tutumların bütünlüğü olarak tanımlanabilir. Bu da ilkel toplumun beslenme, üreme ve korunma için aldığı tedbirler, yaptığı iş ve eylemler bütünlüğüdür. Bu bütünlükler gelenekselleştiği ölçüde ahlak oluşmuş sayılmaktadır. Üreme, korunma ve beslenme olmaksızın toplum sürdürülemeyeceğine göre ahlaksız toplum da olamaz diyorum”[2] der ve yine aynı kaynakta Ali Fırat “Ahlak, gelenek olarak standart kalıplar halinde iş görür ve rol oynar” değerlendirmesinde bulunur.
Bu anlamda insanlığın ilk toplumsallaşma sürecini ele alıp öykülediğimizde ahlakın toplumsallaşmada nasıl bir rol oynadığını daha iyi gözlemlemiş oluruz. İnsanların çok uzun bir süreyi ahlaki olarak yaşadığı genel bilimsel bir tespittir. İnsan kendinden önceki primat türünden kopmasıyla birlikte çok uzun bir süre klan toplulukları biçiminde kendi toplumsallığını da oluşturmuştur. Aslında bu bir zorunluluk haliydi diyebiliriz. Bu anlamda toplumsallık insan türünün varoluş, varlık gerekçesi de olmuştur. Primatlardan kopan bu tür giderek güç kazanmıştır. Bu, toplumsallaşmasıyla gelişmiştir. Sosyolojik deneyler insanın tek başına dil, kültür, sanat, ahlak, zeka, beslenme vb.’lerini geliştiremeyeceği yönündedir. Dolayısıyla toplumsuz yaşam mümkün değildir, toplumsallık kaçınılmazdır. Aksi durumda yeniden primat yaşamına dönüş olur. Karmaşık yapıya sahip olan insanın böyle bir gerçeği de söz konusudur. İnsan için toplum olmazsa olmazdır. Madem, %98 bölümünü ahlaki-politik toplum olarak yaşanmış ve devlet-iktidar aygıtlarına ihtiyaç duyulmamış öyle ise, insanlığın böyle bir toplumsal formu yaşamında yeniden hakim kılması neden imkan dahilinde olmasın?
Bu çerçevede klan, kabile topluluklarının anlaşılması ahlaki-politik toplumun önemini anlamaya yardımcı olacaktır. Günümüz toplumsal formları karmaşık olsa da klan, kabileler için bunu söyleyemeyiz. Birey, klanla yaşamını 20-30 kişilik gruplar biçiminde sürdürmüştür. Paylaşıma, dayanışmaya dayanması ve ortak grup şeklinde hareket etmesi sayesinde varlığını korumuş ve sürdürmüştür. Avcılık ve toplayıcılık eksenli bir yaşam tarzı söz konusudur. Neolitik dönemle birlikte tarım ve köy devrimine dayalı bir yaşam biçimi geliştirilmiştir. “Çoklu toplum” olarak da anlamlandırılan bu gelişim evresi kadının “doğal otoritesi” ve ahlaki toplumsal hafızasıyla eşitlikçi, özgürlükçü vb. bilince dönüşmüştür. İşte bu süreçler kısaca da olsa, insanın, evrim süreciyle birlikte hızla insan formu kazandığı ve kendi toplumsallığını hızla oluşturduğu temel süreçler olarak belirtilebilinir. Bu gelişmeyi Ali Fırat, “Toplumsal doğayı esnek zekayla en yüklü doğa olarak tanımlamamız, konuya ışık tutabilir. Esnek zekadan kasıt, daha çok düşünerek iş yapmaktır. Düşünme ile iş arasındaki ilişki zorunlu olarak kural gerektirecektir. Çünkü işin nasıl yapılması gerektiğini belirlemek zaten kural demektir. İşe ilişkin bu ilk eylemi, ilk ahlak kuralı olarak da belirleyebiliriz. İş derken de her türden toplumsal etkinliği kast ediyoruz. Yemekten uyumaya, yürümekten yiyecek bulmaya, hayvanlarla dost olmaya veya çatışmaya, bitkilerle ilgilenmekten balık avlamaya kadar her eylem iştir. Bu iş ise,kural olmadan başarılamaz. Başarısızlık ise, toplumun ölümü demektir.” [3]diye belirtmektedir.
Klan toplumun kök hücresi olduğundan ardı sıra “çoklu toplum” la yani kabile formuyla değişime-dönüşüme evrildiğinden, ahlaki-politik olgular daha da önem kazanmıştır. Bu noktada ahlak ne kadar hayati, ilkesel bir değere sahipse politika da bir o kadar pratik yaşamsal değere sahiptir. İnsan var oldukça bu iki temel işlev toplumsal dokuda varlığını hep sürdürecektir. Klan ve neolitik tarım-köy döneminin birinci ve ikinci doğaya bakış açıları, ahlaki-politik dokusu toplumsallaşmanın temeli olmaktadır. Günümüz insanının bu dönemin ahlaki-politik birikiminden alacağı çok ders olmalı.
Buna göre klan formunda yaşam, zihniyet, doğa ve toplumu ele alış, kavrayış ve hissediş düzeyini, Sokrates’in “kendini bil” bilgeliğine daha o zamandan ulaşılmışlık hali olarak değerlendirebiliriz. Klan üyesi herkes bilgece yaşamaya yakındır. Bu anlamda kendini bilmek; yaptığı işlerin ya da her işin bir kuralının olduğunu bilmek, çevre ve doğaya dönük farkındalığın olma hali olarak değerlendirilebilir. İnsan kendine ve doğaya zarar vermeyecek bir noktadan ahlaki kuralını belirler. Tersinden “kendini bil” in karşıtı “kendini bilmeme” nin ise doğa ve topluma her türden zarar vermeyi beraberinde getireceğinin görülmesi elzemdir. Özellikle iktidarlaşmanın, devletleşmenin adı olan uygarlıkla birlikte doğa ve toplum kelimenin gerçek anlamıyla nesneleştirilmiştir. Günümüze doğru da endüstriyalizm, kapitalizm, ulus-devlet biçiminde tam bir anti toplumsallaşma süreci yaşanmıştır. Hastalıklı bir zihniyet ve ruhsal yapıyla toplumun ahlaki-politik direnç noktalarına dönük her türlü istismar ve saldırı söz konusu edilmiştir. Ali Fırat, “Ahlakın temel rolü, toplumu varlığını sürdürmesi ve ayakta kalması için gerekli kurallarla donatmak ve bunları uygulama gücüne kavuşturmaktır. Varlık kurallarını ve uygulama gücünü yitiren toplum hayvan topluluğuna dönüşmüş demektir ki bu halde istenildiği kadar kullanılıp sömürülebilir.”[4] demektedir.
Yeniden klana dönersek klan doğa ve doğadaki her şeyi canlı görür. Bu yüzden doğa karşısında duyarlı ve sorumlu davranır. Klan üyeleri yan yana oldukları insanlarla bütünlük içinde, birlik içinde yaşamak kuralına uyar. Güçlü duygularla birbirine yönelik bağlılıkları akrabalık temelli olsa da hiç kimse birbirinden ayrıcalıklı bir yaşama tenezzül etmez ve gözü topluluğa ait olan ortak değerlerde olmaz, ona el uzatmaz. Hırsızlık yapmaz. Yaparsa ya da topluluğun kuralına uymazsa ne olur? Klan, kabile hatta aşiret toplumlarında ahlak kurallarına uymayanların karşılaştıkları cezalandırmalar kimi zaman ölümle, kimi zaman dışlanarak topluluğun dışına itilmekle sonuçlanmaktadır. Esasında ise, toplumsal yaşamın kolektif dayanışma, vicdan, adalet, yardımlaşma ve ortak değerlere sahip çıkmayla sağlanabileceği hakikati önemlidir. Ahlaki kurallar klanlar açısından beslenme, barınma, savunma biçimindedir. Yani geliştirilen ahlaki kurallar hem toplumsal hem de yaşamsal esaslar ve gerçeklikler üzerinden inşa edilmiştir. Tabi bunlar deneyim, tecrübe ile kazanılmış ve toplumun kolektif hafızasına dönüştürülmüştür.
Ayrıca, bilindiği kadarıyla, klan yaşama ahlakı; kurnazlık, hesapçılık, bencillik, kandırma, ele geçirme üzerinden gelişmediğinden, yaşamın temel esası “Ahlaki yaşamda esneklik başattır. Yaşamın esası ‘iyi’ye ulaşmadır” biçiminde işlenmiştir. Dolayısıyla toplumsal ahlakın esasını “iyilik” oluşturmaktadır. Bu da mutluluk, ruhsal dinginlik ve güzellik demektir. Klanlar milyonlarca yıl doğayı bozmadan, çevreyi tahrip etmeden, toplumu sorunlar yumağına boğmadan yaşamlarını idare ettirmişlerdir. Günümüzde klan biçiminde toplumsal formlarda yaşayan gruplara baktığımızda on binlerce yıl öncesindeki klan özellikleriyle benzer olduklarını görebiliyoruz. Afrika klan-kabileleri, Aborjinler, yüz yıl öncesindeki Kızılderili kabileler üzerinde Batı sosyolojisinin yaptığı incelemeler bize hep bunu gösterdi. En son ABD ve İngiltere’ye götürülen kabile üyelerinin kentlerdeki gözlem, tavır, tutumları hayli öğreticidir. Kent yaşamının; toplumsal yaşamı sınıflaşma, beslenme, barınma, cinsel üreme, cinsel tarih vb. konulardaki tepki ve yorumları istendiğinde çok rahatlıkla “doğal toplum” temelli ve ama devlet-iktidar karşıtı düşünceler ortaya koydukları görülmüştür. Uygarlığın, kapitalist modernitenin ilişkilerini, değerlerini yadsıyan, kabul edilmez bulan, şaşkınlık ve hayretle karşılayan devletsiz toplumsal hafıza ve kültürle yanıt olan bir duruşun sahibi olmuşlardır.
Uygarlığa bulaşmış bilim insanları modernite dışı yaşayan bu toplulukları oldukça ahlaki bulsa da, bu toplulukların hem kendi içindeki hem de doğa içindeki uyumunu toplumsal doğaya ilişkin ana perspektifini ıskalamaktadırlar.
İşte, azami kar hırsıyla donanmış kapitalist modernitenin bilim alanları nasıl ki laboratuvarlarda hücre, atom ve en ufak atom altı parçacıkları yani onları mikroskop camına tutarken özne-nesne endamıyla gösterdiği yaklaşımın aynısını ahlaki toplumun bu üyelerinde de göstermiştir.
Bahsi geçen kabile üyeleri barınma ihtiyacı olan üyesine kolektif emekle ev inşa ederler. Her konuda yardımlaşma, dayanışma ve paylaşım içinde olurlar. Aynı kabile üyeleri kapitalist modernite karakterli kentlerinde evsiz, işsiz ve fakirlikten dolayı sokak köşelerinde yatıp kalkan yoksul insanların durumu karşısında şaşkınlıklarını gizleyemezler. Kabilenin bu ahlakının, modern insan ve çağdaş kentlinin ahlakından ve tabi oldukları ulus-devletlerin hukuk normlarından kat be kat ileri olduğu, kabilenin bu toplumsalcılığı oldukça öğretici ve ibret vericidir.
Kısacası, klan-kabile toplulukları imtiyazsız, sınıfsız ve sömürü tanımayan toplumsal formlar olduklarından doğayla uyumlu, doğayı canlı ve ruh sahibi gördüklerinden hakimiyet savaşlarının olmadığı bir yaşamı çok uzun bir süre sürdürebilmişlerdir. Bu düzende iktidarlaşma, egemenlik yoktur. Yardımlaşma ve dayanışma esastır. “Doğa ana” deyimi yaratıcı, şefkatli, merhametli kadın kültünün yansıması itibariyle klan yaşamından kalma bir gerçeği ifade etmektedir.
YAŞAR KIRMIZI
YORUM GÖNDER