ÖCALAN’IN ESARETİ, DEMOKRATİK KÜRTLÜĞÜN VE TÜRKLÜĞÜN ORTAK ESARETİDİR (1.BÖLÜM)
Hayat o kimsenindir ki, her gün onu yeniden kendinin eden,
Özgür bir toprakta, özgür bir halk arasında bulunmak istiyorum
O zaman, geçen ana dur, o kadar güzelsin ki diyebiliri
O zaman yeryüzünde geçirdiğim günlerin izi kaybolmaz.
Goethe
Hayatın olağan akışı içerisinde insan varlığının yaşama karşı ” o kadar güzelsin ki, geçme dur” diyebildiği anlam, genelde nadir yakalanan anlamdır. Nadir olması, hayatın kendisinden veya güzel olmamasından kaynaklı değil, hayatı güzel ve anlamlı kılan özgür varoluşların dışarıdan müdahalelerle kuşatılması ve esaret altına alınmasıdır. Hayatın özgür akışının engellenmesidir.
Esaretle amaçlanan, özgür varoluşun eksik bir varlığa dönüştürülmesi, sakatlanması, kendine yabancılaştırılarak “başkası için” olmasının sağlanması, dolayısıyla bozuma uğratılarak çirkinleştirilmesidir. Bu zeminde özgür varoluş, özünde bir ruh ve bilinç mücadelesi, mücadelenin mücadelesi olma özelliğindedir. Çünkü burada özgür varoluş, esaretin çirkinliğini kuşananlar için söyleyecek fazla bir şey yoktur; zira onlar, kuşandıkları çirkinliğin kendisi haline gelerek esareti içselleştirdiler ve her türlü güzelleştirici özgür varoluş imkanını terk ettiler. Esareti sadece kendi için değil, tüm toplumu ve halklar için etik ve estetik yeniden özgür varoluşun imkânı haline getirme zorluğunu göğüsleyenler ise, kendilerini özgür varoluşun içinde eriterek, toplumsal özgürlüğün sözü ve eylemi haline dönüştürdüler.
Öcalan gerçeğini ve esaretini de bu kapsam çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Çünkü burada Öcalan, esareti kendi ve toplumu için etik ve estetik yeniden özgür varoluşun imkanına dönüştürebilme yeteneği gösterebilen ender önderlerden biri, belki de en önde gideni olarak karşımıza çıkar. Esareti onun kadar etik ve estetik özgür varoluş imkanına dönüştürebilmiş ve halklara adanmış başka tek bir önderlik yoktur derken, tarihsel toplum geleneğinden gelen direniş önderlerine haksızlık veya saygısızlık yapmış olmuyoruz. Direniş, bu gelenekten gelen her gerçek önderliğin mayasında vardır. Çünkü ruh ve bilinç bunun üzerinden köklenmiştir. Ancak bir önderliğin, onca baskı, saldırı ve yıldırma çabalarına rağmen esareti bireysel direnişin de ötesine taşırarak, Demokratik Modernite kuramıyla Demokratik Sosyalist insanlığın ışıyan vicdanı ve ahlakı haline gelmesi, toplumuna taşırarak yeni bir yol açması ilktir. Öcalan’la bir anlamda “Önderliksiz toplum ve toplumsuz önderlik” kendiliğindenciliğinin olamayacağı, her ikisinin de birbirini koşulladığı gerçeği bir kez daha kendisini kanıtlamıştır.
Günümüzde ifadesini bulan toplumsal direnişlerin ve baharların neredeyse tamamının kısa sürede kesintiye uğratılması veya saptırılarak etkisiz kılınmalarından hareketle biliyoruz ki, öncüsüz ve önderliksiz, kapitalist uygarlık sistemine karşı mesafe almanın, ulus-devlet faşizmiyle baş etmenin imkânı yoktur. Nitekim M. Hardt ve A. Negri “Meclis” adlı ortak çalışmalarında bu konuya eğilme ihtiyacı duymakta ve günümüzün toplumsal eylemlerinde bir öncülük, önderlik sorununun bulunduğu tespitinden yola çıkarak yeni bir önderlik tanımına girişmekteler. Tıpkı Machiavelli gibi Gramsci de Prens’i, toplumsal örgütlülüğün vücut bulmuş hali olarak tanımlamaktadır. Önderlik olgusunu taktik uygulamaya indirgeyen ve stratejiyi toplumsal işlevselliğe mal etmeyi amaçlayan formüller, elbette ki üzerinde düşünmeye değer ve bu özgün bir tartışmayı gerektirir. Fakat, güncel küresel direnişler açısından öncülük ve önderlik sorunun bulunduğu tespitleri yerinde ve isabetlidir. Bu boşluk hızla doldurulup giderilmediği takdirde, liberal düşüncenin ve bakışın körleştirici optiğinden yansıyan anti önderlik yaklaşımlarının toplumları yenilgiden yenilgiye taşımaya ve çaresizlikten nihilizm devşirmeye yol açacakları açıktır.
Bu bağlamda Öcalan’ın önderliksel gerçekleşmesi -ki bu kurumsal bir gerçekleşmedir- ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin varlığı, toplumsal direniş açısından bir farklılık yaratmaktadır. Denebilir ki Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi somutunda Mezopotamya ve Anadolu halklarının bir öncülük ve önderlik sorunu bulunmaktadır. Zira, Öcalan’ın geliştirmiş olduğu demokratik modernite kuramı, demokratik ve sosyalist insanlığın arayışlarına bir yanıt olarak ve Demokratik Prens biçiminde somutluk kazanmıştır. Ancak fiili durumda, Öcalan esaretinin genelde halklara, özelde ise Kürt ve Türk halklarının ilişkilerine yönelik negatif yansımalarının bulunduğu bir gerçektir. 9 Ekim 1998’de başlayan ve 15 Şubat 1999’da Öcalan’ın esaretiyle yeni bir boyuta taşınan uluslararası komplonun 22. yılını bu çerçevede değerlendirme konusu yapmak, hem tarih ve şimdi ilişkisi içerisinde güncel gerçekleri bilince çıkarmak, hem de geleceğin inşasını doğru temellerde geliştirebilmek açısından önemlidir. Kürt ve Türk halklarının tarihsel ilişkilerine dair burada uzun bir girizgâh yapmaya ihtiyaç bulunmuyor. Yalnız şunu iyi biliyoruz, her iki halk ve halklar arasındaki birbirini tamamlayıcı ve bütünleştirici ilişki, son yüzyıllık tarihe damgasını vuran ulus-devlet faşizminin ret ve inkâr politikalarından daha uzun süreli ve derinlikli bir karaktere sahiptir. Türklük adına oluşturulan, ancak Türklük namına herhangi bir değer ve öz taşımayan imalata dayalı milliyetçiliğin hiçbir evrensel değerinin, estetiğinin ya da ahlakının olmadığı, bugün her zamankinden daha çok kendini göstermekte ve açığa vurmaktadır. Sorun ya da sorunların kaynağı halklara değil, Türk egemen sınıflarının beyaz, siyah ve yeşil tondaki faşizm türevlerine dayanmaktadır. Bu faşizmlerdir ki varlıklarını sürdürmenin yolunu halkların kırımında, Türk halkının ise milliyetçilik, şovenizm ve Sünni İslam faşizmiyle düşünemez ve sorgulayamaz hale getirilerek kullaştırılmasında, “vatandaşlık” sıfatı altında modern köleliğe yatırılmasında bulmuşlardır.
Bu nedenle Öcalan üzerinden yürütülen esaret, özelde Kürt ve Türk halklarının, genelde ise Mezopotamya ve Anadolu halklarının üzerinde geliştirilen ulus-devlet stratejisine dayalı bir esarettir ve bu stratejinin bir ürünü olarak sürdürmek istenmektedir. Dolayısıyla, “Öcalan, T.C.’nin değil, uluslararası sistemin esareti altındadır” derken bir abartıya kaçmıyor, aksine bir gerçeğe işaret etmiş oluyoruz. Çünkü Öcalan’ın esareti Hafız Esad’a emperyalist saldırganlığa karşı Suriye, Irak ve Kürtlerin dahil olduğu bir Direniş Bloğu oluşturma önerisi götürmesi ve bu bilginin MOSAD ve CIA’ye ulaşması sonucunda alınan operasyon kararı sonucunda gerçekleşmiştir. Ortadoğu’ya müdahale öncelikle Öcalan’la başlatılmış, ardından Irak ve Suriye’ye yönelim gösterilmiştir. Öcalan, ” Türklük ne kendi adına savaşabilir ve ne de kendi adına barış yapabilir” derken de özünde bu noktaya, ulus-devlet mekanizmasına, kapitalist uygarlık sistemine bağımlılığına ve sistemden bağımsız hareket edemeyeceğinin yanı sıra, egemen Türk devlet ve iktidar yapılanmasının toplum dışındalığına ve yabancılığına vurgu yapar. Nihayetinde 2012-2015 yılları arasında “çözüm süreci adıyla gündemleştirilen, ancak sonradan açığa çıkan belgelerle “Diz Çöktürme” planının devreye konulabilmesi için koşulları uygun hale getirme projesi olduğu anlaşılan taktik yaklaşım sürecinin kendisi, mevcut iktidar ve devlet yapılanmasının bu konudaki profilini yeterince ortaya sermektedir. Öcalan’ın demokratik çözüm için hazırlamış olduğu yol haritası ve üç aşamalı eylem planı, kapitalist modern stratejinin “üst düzey terörizmle mücadele politikaları” kapsamında geliştirilen ” Ateşkes ve Müzakereler” taktiğiyle karşılanmış ve bir oyalama sürecine dönüştürülerek “Diz Çöktürme” planı için zaman kazanma, istihbarat toplama ve operasyonel hazırlık yapma fırsatına çevrilmiştir.
NASRULLAH KURAN
YORUM GÖNDER