ANNALES VE TARİH (16.BÖLÜM)
TARİH YAZIMININ GÖRÜLMEYENLERİ: ÖTEKİLER, SUSTURULANLAR, DEZAVANTAJLILAR
17. ve 18. yüzyıllarda beraber artık insan faaliyetinin dolaysız bir tanrı ürün olduğu büyük ölçüde geçerliliğini yitirdi ve yerine insan faaliyetlerinin tamamen insan sorumluluğunda olduğu düşüncesine bıraktı. 19. ve 20. yüzyıllarda bu Tanrıdan azade insan faaliyetinin nasıl bir seyir izlediğini ne anlama geldiğini sorgulayan ve araştıran çabalarla geçti. Tanrı yerine devlet geçse de insanın tarihi faaliyetinde devletle başat bir rol aldığı tarih anlayışı henüz istenilen düzeye ulaşamamıştır. Son 200 yıllık süreçte modern tarih kuramları ulus-devlet ve kapitalizm tartışması eksenli bir tartışma alanı oluşturmuştur. Doğal olarak tarih yazımı da bu tartışma zemininin izdüşümü olarak şekillenmiştir. 19 ve 20. Yüzyıllar tarih alanına her ne kadar büyük değişimlere ve gelişmelere sahne olmuşsa da tarih yazımının her kesime sınıfı, milleti, kültürü veya coğrafyayı görüp tatmin edici bir düzeye ulaştığı söylenemez. En eski çağlardan yakın dönemlere kadar hep tarih yazımı veya çevresinde yer bulamayan bulmayan kesimler olmuştur. Bu kesimlerin görülmemesinin birçok sebebi vardır. Ve görünmeme sebepleri farklı olabilir ama hepsinin ortak noktası görülmek istenmemesidir. Yine bu istememenin temelinde hiyerarşik toplumun daha sonra şekillendirdiği iktidar vardır. İster din ister siyaset, ekonomi veya ulus temelli olsun her zaman teorik veya pratik sınırlar çizer. Bu sınırların içinde kendisini güçlendiren devamlılığını sağlayan düşünce veya faaliyetlerin dışındaki her şeyi görmezden gelinir. İlk kent devletinin kuruluşundan rahip devletlerine skolark Orta Çağ Avrupa'sından İslam halife devletlerine ve kapitalist devletten ulus veya liberal devlet yapılanmasına kadar iktidar hep bu görmeme geleneğini sürdürür.
20. yüzyıl tarihi sorgulanması üzerine en çok soruların sorulduğu tarih yazımı evresi oldu. Sorgulama 21. yüzyılda da devam ediyor. 21. yüzyıl tarih yazımı bir önceki yüzyıllardan bin yıllardan ve hatta 10.000 ‘li yıllardan muazzam bir tarihi literatürü mirası devralmış durumdadır. Ve bu mirasın büyük bir kısmı görülmeyenlerin inkâr edilenlerin soruları ve yok edilenlerin inkârı ve susturulmaları ile doludur. Bunlar erkek egemen sistemde kadınlar, yeni dünyada Kızılderililer, 7. yüzyıl İslam coğrafyasında şiiler, Selçuklu Osmanlı hanedanlıklarında Yörükler, 20. yüzyıl Ortadoğu'da Kürtler ve her döneme çağa coğrafyaya göre uzadıkça uzayan bir liste… “Tarihin Cinsiyeti” adlı kitabında Fatmagül Berktay “tarih ne içindir?” sorusunu sorar ve R.G. Collingwood'un kişinin kendisini bilmesi için cevabı üzerinde durur. Kişinin hem kendini başkalarından ayıran hem de kendisini o kişi yapan şeyleri tanıyabilmesi için. Burada bilmenin içinde bir karşılaştırma olsun kendine başkalarından ayırma giriyor, ben ile öteki arasındaki ilişki. Üstelik bu kendi dışımızda olan bir şey de değil diyerek teorinin görevine dikkat çekiyor (5¹) .Yine siyaset ve topluma ilişkin kişinin teori yapmasının kendine ilişkin yorumların temelinde başkalarını yorumlayabilmesi anlamına geldiğine çünkü toplumsal ve siyasal olayların, olguların ve süreçlerin kendilerini basitçe aşikâr etmediğine, yorumlamaları gerektiğini dile getiriyor. Tarihçi için her bir yorumlama süreci tarihin yeniden kurgulanması anlamına gelir. Tabii yeniden yorumlama olayların kaydının tutulmasıyla ve tarih kaynaklarına ulaşabilme ile mümkündür. Olayların kaydını tutulmasında olguların seçilme sürecinden geçirilmesi demektir. Her yeni kurgulama yeni bir anlatı olmaktadır.
Haitili antropolog Michel-Rolph Trouillot her tarihi anlatışın gerçek hakkında yeni bir iddia olduğunu söyler (5²). Yuval Noah harari de ”Tarih tek bir anlatı değildir. Aksine binlerce çeşitli anlatıdan meydana gelir. Neyi anlatmaya seçersek bir diğerini susturmaya tercih etmiş oluruz.” der. Yalnız bu anlatı tercihi ya da olgu seçme, tarih yazımının belli dönemlere coğrafyaları veya aktörleri için masumane veya tesadüfi bir tercih değildir. Öncesi ve sonrası iyi planlanmış kurgulanmış ve seçilmiş bir tercihtir. Ötekiler bilinçlice susturulmuşlardır. Kadınların hem tarihe konu olmaması hem de tarih yazımında kuramında görünmemesi elbette ki kendi tercihleri değil egemen eril zihniyetin tarih kurgusu ile ilgili bir gerçektir. Öyle ki kadına sosyal, siyasal ve tanrısal tanrıça alanlarından uzaklaştırılmasını altyapısı daha yazı öncesi anlatıda mitolojide teorize edildi. Ve erkeği düşürmenin müsebbibi olarak karakterize edildi. Hem Batı hem de Doğu mitolojileri bu örneklerle doludur. Yine semavi dinler bu mitolojik mirası devralarak dönemlerine uyarlamışlardır. Datça da Havva'nın Adem'in kaburgasından yaratılması yaratılış 2/21 ve yasak meyveyi yemesi Yaratılış 3/6 ve 3/16, onun pasiffize edilmesine hatta acı çekmeye mahkûm edilmesine sebep olur ve bu gelenekselleşen erk diğer ilahi dinlerde de devam eder. İlahi kaynak hemen hemen tüm pratiklere kaynaklık eder. Siyasal, sosyal ve güncel alandaki bu durum tarihin konusu olmadı ya da tarih yazımında benzer bir durum ortaya çıkarmadı. Yazın alanında feminist düşüncenin öncüleri olarak kabul edilen Christine de Pizan (14-15. Yüzyıl-kadınlar kentinin kitabı) ve Maria de Gournay (17- 18.yy- Kadınlarla Erkeklerin Eşitliği kitabı) ile başlamışsa da bu noktada erkeklerle eşit koşullarda yürütülen bir faaliyet olmamıştır.
Erkeğin ekonomik, politik, sosyal ve dinsel alanındaki hakimiyeti ve oluşmuş olan toplumsal cinsiyet algısı bunun önünde engeller oluşturmuştur. 19. ve 20. yüzyıllarda kadar feminist hareketlerin gelişimi de hep tarihin görülmeyenleri içinde bırakılmışlardır. Buna rağmen 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Avrupalı bilginlerin kendini ayrı bir topluluk olarak gördüğü yazın cumhuriyeti içinde kadınlar yer alamazlar sağda, (17. yüzyıl Fransız Filozofu Poulain De La Barre 1673’te yazdığı “iki cinsin eşitliği” kitabında kadınların bilgi arayışlarından dışlandığını yazar) varoluş mücadelesini ısrarla yürütmüşlerdir. Kimisi kadınların araştırmalara yatkınlığı üzerinde yazarken (Anne Marie Achuurman) kimisi de Rene Descartes, Hugo Grotius ve daha birçok bilginin saraya getirilmesine ve Acedemia Fisico- Mathematica'yı kurmayı sağlamıştır. (İsveç kraliçesi Christina) bilimsel devrim ve aydınlanmada da kadınlar var olmasına rağmen erkeklerle aynı koşullara sahip olmalarından dolayı konum olarak kenarda kalmışlardır (53). Kraliyet derneklerinin bilimsel gelişmelere katkıları İsveç'e İngiltere'de olduğu gibi 18. Yüzyıl Rusya’sında da devam etmiş ve Rus kraliçesi Katerina Sir Samuel Bentham’ı hizmetinde çalıştırmıştı (5⁴). 19. ve 20. yüzyıl kadın hareketlerinin güçlenip yaygınlaştığı dönemler olduğu için ABD’den İngiltere'ye Rusya'dan batı Avrupa'ya ve daha birçok coğrafyada kadın görünür oldu. Bu görünürlük ile yani artık tarihi yapanlardan olmakla birlikte tarihin konusu ve tarih yazımında da yer almaya başladılar. Ancak bir önceki dönemlerdeki engellemeler birçok alanda devam etmiştir. Marksist tarih yazımında ilk başlarda kadın neredeyse hiç yoktur. Avrupa'da kadın 1960 sonrasında sanayide ucuz işgücü olmaya başlamasıyla Emek Tarihte yer yer yeralabildi.
1968 sonrası (1976) Marksistler tarafından çıkarılan dergiler de (History’Workshop) feminist sosyalist tarih ön plana çıktı. Bu 1990'lı yıllara kadar sürdü. Mikro-tarihçiler için kadın dezavantajlılar ve sömürülen kitlelerdendi ve tarihin araştırma konusu oluyordu. Peter Burke ‘nin tarih yazımında radikal devrimci bir gerilla hareketi olarak görülen Annales Okulu, kadınları ancak 3. kuşakta görebildi ki bu kuşak 1968 sonrasıdır (55). Bütün bu gelişmeler ile birlikte hala kadın kavramının toplumsal cinsiyet algılarıyla değerlendiriliyor olması bilimin insanların uğraşısı değil de bilim adamlarının faaliyeti olarak görülmesi bize kelimelerin dilin kurgulanması masum bir faaliyet olmadığını savunan Foucault'u hatırlatıyor. Olguların seçimi konusunda tarihçilerin neye, hangi okulu tercih ettiği tarih yazımı için en önemli konudur. Çünkü tarihçi hangi olguyu seçip topluma sunarsa o tarihi olgular içinde yerini alır. Tarihçi E. Hallet Carr olgularla ilgili “olgular yalnızca tarihçi onlara başvurunca konuşurlar; hangi okullara hangi sıraya da bağlam içinde söz hakkı verileceğini kararlaştıran tarihçidir“ der ve 1850 de bir çörek satıcısının öldürülmesi olayının 1960'da bir tarihçi tarafından gündeme getirilmesi ile tarihi olgu olması sürecine örnek verir. Yine orta çağ tarihinin okulları olarak bildiklerimizin hepsinin din adamları ve kronikçiler tarafından seçilmiş olmasına bağlar. Bu seçimin sebebinin de bu olguları inananların başkalarının da inanmalarını istemesi olduğunu söyler (56). Tarihçilerin bu olgu seçiminde tesadüfi yapmadıkları ve bilinçli bir tercih yaptıkları şüphe götürmez bir gerçektir. Bu konuda Carr tarihçinin incelenmesi fikrine tarihçinin tarihi ve toplumsal çevresinde incelenmesi önerisini yapar. “Çünkü tarihçi bir birey olarak aynı zamanda hem tarihin hem de toplumun bir ürünüdür“ der (57). Olguların seçimi kadar tutulan kayıtların yani oluşturulan arşivler ve bu arşivlerin oluşturma biçimi de önemlidir. Arşivlerin oluşum süreci tarih yazımının önemli bir aşamasıdır. Olguların tanzim edildiği bu aşama hangi seslerini duyulduğu hangilerinin görülmediği, duyulmadığı ve duyulmayacağı evredir.
M.R. Trouıllot tarihte suskunlukların ortaya çıktığı olgunun yaratıldığı kaynakların ortaya çıkmasından sonraki ikinci aşama olarak arşivlerin düzenlenmesini sayar. Buna örnek olarak da sömürgeci Avrupa'nın Haiti (hispaniola) evrimini bir olay olarak dahi görmemelerini verir. Haiti devrimi öncesi İspanyol, Fransız, Hollanda ve İngilizlerin yeni dünyayı işgali ve Avrupa'da 16. ve 17. yüzyıllarda bu sürece dahil oluşturulan arşivler ve tutulan diğer kayıtlar üzerinde duran Trouillot işgal, köle ticareti ve yapılan katliamlar üzerinde Voltaire’den John Thomas Jefferson’a Buffon’dan David Hume’a kadar birçok aydınlanmacı düşünürün köle tüccarlarından taraf olmaları üzerinde durur. Haiti devriminin gelişmesine köleliğe karşı yapılan mücadelelere rağmen 1791 yılında ne Fransa'da ne de İngiltere ve Amerika'da buna dair kayıtlara geçmiş tek bir kamusal tartışmanın olmamasından Haiti Devrimi'nin sesinin kırılmasının küresel hakimiyet anlatısında birçok örnekten sadece birisi olduğunu (58). Bu iktidarın olguların seçimi, arşivlerin düzenlenmesi, anlatıların oluşturulması ve tarihinin yazılmasındaki rolüne de sadece bir örnektir. Olguların seçimini istisna olarak gösterilebilecek durumlar bu suskunlukların görünmesini ve duyulmasını sağlayacak ender örnekler oluşturur. Bu Ender örneklerden biri Dominiken papazı olan İspanyol Botolomé De Las Cossas'ın 542 de yazdığı Kızılderili Katliamı (59) adlı eseridir. Bu eser 16. yüzyılda İspanyol sömürgecilerin yaptığı Vahşetin 15 milyon insanın katledilmesinin ve bir o kadarını da köleleştirilmesini bilerek seçerek olguyu tarihselleştirmiştir, ancak yinelemek gerekir ki ender bir kayıttır. Tarihin dezavantajlıları görünmeyenleri veya susturulanlarına verilecek diğer bir örnek de Kürtler ve Kürdistan dır. Daha önceki dönemlerde 18. yüzyıla kadar Kürtlerin tarihleri hakkında birçok çalışma yapılmıştır.
11. yy ‘da Meyafarqin Kürtleri ile ilgili İbnul Ezrak'ın yazdığı eser (60), 12. ve 13. yüzyılları aktaran El Hazreci'nin Tarih’ul Devlet’ul Ekrat'ı (6¹), 16. yüzyılı aktaran Şerefname, Xani'nin Memuzin'i, Mela Mehmude Beyazıdi'nin Kürtlerin örf ve adetleri gibi birçok eser 1700 ‘lü yıllara kadar yazılmıştır. Ancak 18. yüzyılın sonlarından ve yüzyılın başlarından itibaren bu durum Kürtler ve Kürdistan tarih yazımının aleyhine değişmiştir. 1639 Kasr-ı Şirin bir başlangıç olsa da ağırlıkta 1700’lü yılların sonlarından itibaren Kürt coğrafyası Osmanlı'nın içine girdiği siyasi, ekonomik ve etnik çekişmelerden etkilenmeye başladı. O tarihlere kadar ki özerk otonom Kürt idareleri ile Osmanlı'nın arasında problemler baş gösterdi. Özellikle 1800'lü yılların başlarından itibaren isyanlarında başlamasıyla Kürdistan'da hem ekonomik hem siyasi hem de kültürel açıdan bir önceki dönemlere göre gerilemeler baş gösterdi. Ulusçuluk fikrinin etkisi ve Osmanlı'nın da bundan duyduğu endişe ile beraber Osmanlı hanedanına bir merkezileşme sürecine girişti. Daha önceki eyalet sistemine son verilip imparatorluğun merkezine bağlanması Kürdistan'da yazın alanında da etkisini gösterdi. Nitekim daha önce yine Osmanlı padişahlarına hediye edilmiş Kürt kültürü ve tarihi ile ilgili birçok eser yazılıyordu (Şerefname vb.) Ancak 19. Yy ‘da bu yazın faaliyetleri sekteye uğradı. Sadece sekteye uğratmakla kalmadı Kürt mirliklerine yönelik her saldırı sadece siyasi boyutuyla kalmadı. Bu dönemlerde 19. ve 20. yüzyıl el konulan ya da yıkılan birçok Kürt Beylik Merkezlerindeki sarayların her birinin kütüphane ve arşiv odalarına da el konuldu ya da yok edildi. Bu çok eski bir gelenekti. Perslerin Romalıların hâkim oldukları coğrafyalarda uyguladıkları kültürel asimilasyonun devamı niteliğindeydi.
Tabii bu sadece Osmanlı'nın bölgeye gönderdikleri yöneticilerin yaptıkları ile sınırlı değildi. Osmanlı topraklarının ve dolayısıyla Kürdistan'ın Avrupalı misyonerler, arkeologlar, gazeteciler, ajanlar ve benzeri birçok resmi görevli ve gayri resmi kişi bu 200 yıllık dönemde Kürt beyleri, devlet görevlileri veya ağlarla kurdukları ilişkiler üzerinden birçok orijinal eser Kürdistan'dan alınıp götürüldü. Bugün Kürtlere Kürdistan’a dair birçok eserin orijinal nüshalarının Londra, Paris, Kahire veya diğer kentlerdeki müzelerde ya da kütüphanelerde bulunuyor olmasının sebebi budur. 20. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı'nın dağılma sürecinin hızlanması ile beraber Ortadoğu'nun askeri ve siyasi bakımdan yaşadığı süreç bir önceki dönemlerden daha da olumsuz sonuçlarla yansıdı. Kürtlerin otonom durumlarının sona ermesi Osmanlı'nın asker yağması ve buna mukabil Rus, İngiliz, Fransız ve Almanların petrol ve maden iştahları nedeniyle paylaşım planlarını devreye girmesiyle Kürdistan tarihi sosyolojisi siyaseti bir kaos yaşamaya başladı. Bu dönemler Kürdistan'ın sosyolojide tarihi etnolojisi ve demografisi ile ilgili, ilgili devletlerin hazırladığı raporlarla sınırlı kaldı. Bu raporlar veya kayıtları tutanlarda ağırlıkta rütbeli askerlerden oluştu. Buna Rus tümgenerale Mayevsriy V.T.'nin, (19. yüzyılda Kürdistan'ın sosyal kültürel yapısı ve Kürt Ermeni ilişkileri) üzerine hazırladığı rapor (62) Alman Generali Moltke'nin tuttuğu notlar Osmanlı ordusunda çalışan ve bir İngiliz subayı olan F. Millingen'ın “Kürtler arasında vahşi yaşam” adlı çalışması ve daha birçok örnek verilebilir. Yine bu dönemin Kürdistan'ı hakkında tutulan gezi, gözlem ve diğer raporların birçoğu daha sonra imzalanacak olan Kürdistan'da ilgili anlaşmaların hazırlıklarına dair faaliyetlerdir. İngiliz Diplomat Sir Mark Skyes'in tuttuğu raporlar ve inceleme kayıtları daha sonra (63) kendi adıyla da anılacak ve Kürdistan A4 parçayı ayıracak olan Skyes Picot Antlaşması’na hazırlık çalışmalarıydı.
19. ve 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar Kürdistan ve Ortadoğu'daki gelişmeler Kürtler ve Kürdistan adına kendilerine ait arşive kaynak namına hemen hemen Kürdistan'da hiçbir şeyin bırakılmadığı ve hiçbir şeye izin verilmediği dönemdir. Ve bu sadece Kürt coğrafyasını da kendi aralarında paylaşan 4 ülke Türkiye, İran, Irak ve Suriye ile alakalı da değildir. Öyle ki bu inkarın başlangıcı Emperyalist devletlerin kararları ile başlamıştı. 1. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında Kürtler ve Kürdistan adının geçtiği tek uluslararası anlaşma metni Sevr Antlaşması idi, o da uygulanmayan bir metindir. Bundan sonrasında herhangi bir uluslararası anlaşma metninde geçmemiştir. Bu tavır Kürdistan'a hâkim olan devletlerin iç politikalarını da belirleyen etmenlerden biri olmuştur. Nitekim Kurtuluş Savaşı sürecinde Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongre metinlerinde 1.TBMM'de Kürt ve Kürdistan’a dair birçok şey varken Lozan'daki uluslararası inkâr iç politikaya da yansımış 1924’dan itibaren malum inkâr süreci resmi devlet politikası haline gelmiştir. Irak ve İran bu noktada biraz daha esnek bir politika izlemek ile beraber Kürdistan'ı literatürün ve dolayısıyla tarih yazının da önemli gelişmeler kaydedecek kadar imkân sahibi olmasına izin verilmemiştir. 4 ayrı parçada Kürtlere rağmen 4 ayrı tarih savunusu şekillenmiştir. Ama dördünün de ortak noktası Kürtlerin kendileri dışında her şey olabileceği iyiydi. Türkiye'de dağ türkü, Irak ve Suriye'de Arap şeytanın soyu veya Allah'ın üzerinden perdeyi kaldırdığı cin topluluğu, İran'da ise farstılar. Lozan Antlaşması 4 Egemen devletin Kürtlere karşı uygulayacakları politikanın uluslararası onaylanmış olarak inkâr zeminiydi. Bu süreçle beraber Kürt coğrafyasında ve Kürtler ‘in yerleştiği İstanbul, Bağdat, Şam ve Tahran gibi büyükşehirlerde de bu inkâr hızla gelişti. Kürt ve Kürtçeye dair kısıtlamalar yasaklamalar her parçada devreye girdi. Var olan tarihi kültürel ve siyasi mirasının yok edilmesine başlandı.
Türkiye'de 1924’den itibaren başlayan süreç Irak da 1930'da İngiltere ve Bağdat arasında yapılan anlaşma ile 1926'da ki vaatlerin hepsinden vazgeçilerek resmileşti (64). Suriye'de 1936’dan sonra durum Arap milliyetçiliği doğrultusunda Kürtlerin aleyhine değişti. Baas rejimi ile beraber artık hiçbir şeye izin verilmedi. İran'da ise 1946 Mahabad Cumhuriyeti sonrası inkâr sürece resmileşerek sertleşti. 4 ülkede de rejim Şeyh ‘ten Baas’a Şah'tan mollaya veya monarşiden cumhuriyete değişse de değişmeyen ortak nokta Kürtlere yönelik politikalar oldu. Çünkü bu hem egemen 4 devletin hem de dünyada egemen olan güçlerin politikasıydı. 1975 Cezayir Antlaşması ve öncesindeki birçok uluslararası platformda alınan kararlar bu politikaları meşrulaştırmıştı. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar Kürt ve Kürdistan ‘a dahil genel tablo bu olduğundan Kürdistan ve Kürt tarihi için olguların E. Hallet Carr'ın dediği gibi balıkçıların tablosundaki balıklar gibi (65) değildir. Olgular, uçsuz bucaksız ve hatta bazen sınırsız bir okyanusta dolaşan balıklara da hiç benzemezler. Tarihçi için ne yakalayacağı da şansa kalmaz çünkü bu kadar bol seçenekli bir olgular düzleminde değildir ve yine olgu avına çıkabilecek bir okyanusta yoktur. Dolayısıyla hangi oltayı kullanacağını düşünmesine de gerek yoktur. Çünkü önünde olguları avlayabilecek derin sınırsız bir Okyanus değil, asker postalı bıraktığı izlerle dolan küçük gölcükler vardır. Bu gerçekliğe bakıldığında Ortadoğu ve Kürdistan'da Kürdistan'a devir mevcut durum 1970'li yıllara kadar Carr,'ın okyanus ve balık balıkçı metaforundan Charles Dickens çiviye elbise asma benzetmesinden çok Michel-Rolph Trouillot'un geçmişi susturmak değerlendirmesine benzemektedir. Son 100 Yıllık sürede 1916-2017 daha önceki dönemlere ait kaynak arşivi ve tarihsel mirasın yok edilmesi ve bu son yüzyılda da arşivlerin tamamının devletleri tuttuğu kayıtlar devletlerinin yazdığı yazdırdığı kaynaklar Kürt ve Kürdistan ‘a dahil hakikate ulaşmak en çok gerçeklikten uzaklaşmaya götürdüğü tartışmasızdır. 4 ülkede de benzer durumlar yaşandığı anlaşılmaktadır, bu 4 ülkeden biri diğerlerini de anlamaya yetiyor o da Türkiye.
Türkiye'de 1924 sonrası yürütülen Politikalar tarihi hafızayı yok etmeye, geçmişi susturmaya yönelik büyük kısmı oluşturmuştur. Osmanlı döneminde tutulan arşiv kaynaklarının ve cumhuriyet dönemine ait devlet arşivlerinin çok ciddi bir seçici tasnifler geçirildiğini muhakkak olduğunu söyleyen Denison Üniversitesi'nden tarihçi Nilay Özok Gündoğan bunun sebebinin de devletin bekası ideoloji olduğuna işaret eder (67). Devlet yazılı kaynakları arşivleri sıkı bir sansür ve denetime tabi tutulurken diğer tarihsel mirasa yönelik olarak da çok çeşitli yöntemlerle yok etmekle yönelmiştir. Cumhuriyet tarihinde buna birçok örnek verilebilir. Bugün Hasankeyf’in Ilısu Baraj Gölü'nün sularına gömülüyor olması bunlardan sadece bir örnektir. Sadece Hakkâri-Şırnak yol bandında Uludere Hakkâri arasındaki kısa mesafede11 güvenlik barajının yapılıyor olması nasıl bir güvenlik politikası olduğunu göstermeye yeterlidir. Bu hafızasızlaştırma faaliyetleri elbette yeni değildir. 1935'te Kürdistan'a umumi müfettiş olarak görevlendirilen Abidin Özmen'in Diyarbakır, Batman ve Lice olaylarında ki birçok tarihi esere mağaralara ve yazılı kayalara Liceli Hsoye Perişane'ye 500 kâğıt (lira) vererek nasıl kırdığına köprülerdeki yazılı kısımların önüne yeni duvarlar öldürerek yazılı kısımları çekiçle kırdığına dair Hesen Hişyar Serdi anılarında (68) değinmektedir. Bu pratiğe yönelik olarak Birca Belek’in yakın tarihe kadar askeri üs olarak kalması Hakkâri Kalesi'nin 1960'lı yıllarda dozerle yıkılarak daha sonra da askeri alan yapılması bu politikanın bir yansımasıdır. Bir taraftan var olan kalıntı kaynak ve arşivler yok edilmeye çalışılırken onun yerine yeni bir uydurma tarih ikame edilmeye çalışılır. 1916'da Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti Umumiyesi adıyla ülkedeki Kürtler, Aleviler ve diğer etnik veya kültürel gruplar hakkında araştırmalar ve incelemeler yapmak için bir teşkilat kuruldu. Aslında bu teşkilatın amacı adı geçen guruplarına simülasyonu için teorik zemin hazırlamaktı. Bu teşkilatın yayınlarından Aleviler ve Kürtlerle ilgili ilginç kitaplar çıkar.
Bunlardan biri Dr. Friç (habil adem) sözde Alman bir doğu bilimcinin Kürtler Tarihi ve İçtimai Tedkikat adlı kitabıdır. Ancak bu kitap ve yazarı incelendiğin de kitabının amacı Kürt diye bir milletin aslında olmadığı tarihte de hiçbir rollerinin olmadığı fikrini zeminini oluşturmak olduğu görülür. Aslında Dr. Friç diye bir şarkiyatçı da yoktur. Ve Berlin şark akademisinde de böyle bir isim de yoktur. Aslında 10 ayrı isim kullanan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Kürtlerin asimilasyonu için çalışan Naci İsmail peliste adında Arnavut asıllı biridir. Habil Âdem adını kullanan bir tercümandır. Kitabında Kürtçe ‘nin de bir dil olmadığını toplamda yaklaşık 9000 kelimelik bir kelime hazinesinin olduğunu bu kelimelerin Türkçe, Arapça, Farsça ön asılı olduğunu ve asıl Kürtçe olan kelime sayısının da sadece 300 olduğunu yazar (69). Yıllarca bu kitaptaki düzmece bilgiler mahkemelerde (70) üniversitelerde ve 12 Eylül zihniyetinin profesörleri tarafından savunuldu hala savunuluyor. Kürtler Türk yapıldı. 1916’dan sonra Kürtler Türkiye Devleti'nin kaynakları ve arşivlerinde bölücülük paranoyası çerçevesinde sadece yer bulabildi. Türkiye'nin dışındaki resmi kayıtlar veya arşivlerde de Kürt isyanlarına dair birçok bilgi ve belge bulunmak ile beraber bunlarda da Kürtlerin kendi sesi ve perspektifi yer almadı. Sabri Ateşin Şeyh Ubeydullah isyanı ile ilgili olarak yazdığı makalede kaynaklar kısmında İngilizlerin Tebriz Konsolosluğu ile şeyhin yaptığı görüşmelerin kayıtları İkinci Abdülhamit'e yazdığı mektuplar ile Sultan'ın temsilcileriyle yapılan görüşme kayıtlarını sayar. Ve bunların dışında isyana dair ’ Kürtlerin sesi hep dolaylı ve hep başkaları esas olarak , bu sesi duymaya çok da hevesli olmayan ve duyduğunda da pek hoşlanmayan devletler aracılığı ile ulaşıyor bize ‘ diyerek ta 19. yüzyılın sonlarından başlayan bu politikaya dikkat çeker (71). Kürtler ve Kürdistan adına her şey Kürtlerin kendi dışında ve kendilerine rağmen yazılıp çizilir. Şark Islahat Planı’nın (24 Eylül 1925) devreye girmesiyle bu durum daha da kötüleşti.
1925'te 1970'li yıllara kadar Kürtler ile ilgili hangi konuda olursa olsun yazanlar genelde askerler oldu. Nazmi Sevgen, Reşat Hallı (72) gibi askerler Genelkurmay Başkanlığı'nın arşivlerinde Kürt isyanları ile ilgili kayıtları kaynak göstererek taa Kazım Karabekir'in Kürt meselesi raporu ile başlayan geleneği devam ettirdiler. Bu yaklaşım edebiyat alanında da bu politika ile devam etti ve CHP'nin zihni temelini oluşturdu. Bir nevi Türk oryantalizmi bakışı ile Kürtleri; roman, hikâye ve diğer edebi ürünlere konu yaptılar. (73) Çağdaş Türk edebiyatında Kürtler hep çağ dışı olarak aktarıldılar. Bu konuda Rohat Atakom'un ‘Türk edebiyatında Kürtler’ adlı çalışması detaylı bir kitaptır. Dolayısıyla Kürtler tarih yazımını utku noktasında çok uzun bir kayıp dönem olarak yaklaşık 100 Yıllık bir süre geçirdiler. Bu şekliyle bakıldığında Kürtler ve Kürdistan'ın durumu Robert Winston Tanrının öyküsündeki antik indus Vadisi uygarlıklarının durumuna benzemektedir (74).
TARIQ HESEN
YORUM GÖNDER