TARİHİN YAZDIĞI DAVALAR VE ADALETİN SİYASETİ
Türkiye Cumhuriyet tarihi uzman gözlemcilerin evrensel hukuk normlarına uygunsuzluklarını belirledikleri davalarla yaralı; İstiklal Mahkemelerinden/Yassıada’ya, 12 Eylül’deki Barış Davasından/KCK davalarına kadar demokratik hukuk devleti tanımıyla çelişen sayısız celsenin yaşandığı bir ülke Türkiye…
Bütün anayasalar “özel dönem”lerin ürünü. Büyük kırılmaların ardından, demokratik düzenin meşruluğu tartışılır geçiş bölgelerinde kaleme alınıp oylanmıştır anayasalar.
Bugün farklı bir dönemin içindeyiz, adalet mekanizmalarının/kurumlarının, metinlerinin kökten tartışıldığı bu kavşakta yurttaş kime güveneceğini kestirmekte güçlük çekiyor. Hukukçuların arasında temel anlaşmazlıklar göze çarpıyor; siyaset doğası gereği karşıt uçlara çekilerek hamlelerini yapıyor, nereye başvuracağımızı şaşırıyoruz.
Yeryüzü tarihinin şüphesiz ilk değil, fakat günümüze ayrıntılı içeriği aktarılmış en eski mahkeme kaydına, Sokrates’in yargılanışını konu edinen metinlerde rastlamaktayız. Platon’un gençlik ürünü Sokrates’in Savunması, 2400 yıl önce görülen davanın tek tanıklığı değildir; başta Ksenephon’un ki olmak üzere; o dönemde kaleme alınmış birkaç versiyon daha vardır. Öte yandan Antik Yunan’da adalet mekanizması bağlamında tartışılanları kavramak için yönelebileceğimiz diğer metinleri de; Platon’un Yasalar adlı çalışmasında görebilmekteyiz.
Sokrates’in Savunması, bize yalnızca bu bilgenin kendine özgü durumunu, akıl yürütme biçimini göstermekle kalmaz; çağının adalet anlayışının ne türden çıkmazların içine girdiğini kanıtlar. Sokrates, kara çalmanın ve dayanaksız suçlamaların mahkeme kararını biçimlendirişini gözler önüne serer, pek ala ölümden kurtulabilecekken, onurunu korumayı yaşamsal ilkelerinin başına yerleştirmiştir. Platon, Kriton söyleşisinde de aynı olgu üzerinde durmuş, Sokrates’in sürgüne gitme fırsatını geri çevirerek ölüme yürüyüşünü saygıyla selamlamıştır! Sokrates’in ölümü eski Yunan uygarlığının çöküşünün başlangıç noktasındadır, toplum mahkemeden gereken sonucu çıkaramamıştır…
Ortaçağ’dan Aydınlanma dönemine uzanan çizgide, batı uygarlığının gelişim çizgisine mührünü vurmuş başka davalar da bulunmaktadır. Dinsel Erk ile Kilise öğretisinin eğilip bükülmek istenmeyen dogmatik bünyesi ile çarpışan bilim insanları, düşünürler ya da din bilginleri olmuştur; Galileo’nun yargılanışı, ucu Brecht’e dek uzayan bir davadır. Güneş Ülkesi’nin aydınlık düşünürü Tommaso Campanella’nın ona destek vermiş olduğu unutulmamalı! Toplam 26 yıl kesintisiz işkence ve hapse teslim ettiği gövdesini mahkemeden mahkemeye sürükleyen, kilise yargıçlarıyla laik yargıçların savaşından “deli”liği olağanüstü bir yetenekle oynayarak ölümden kurtulan bu benzersiz savaşçının celse tutanakları ibret verici söz düellolarıyla doludur.
Galileo ve Campanella, bir biçimde canlarını kurtarmışlardı. Giordano Bruno ve Savonarola ise aynı dönemde, korkunç mahkeme süreçlerinin sonunda yakılmışlardı. Bütün kayıtlar günışığına çıkmıştır; Avrupa Adalet tarihinin en kirli, kanlı belgeleri arasında yer alıyorlar bugün.
Batıda bunlar gerçekleşirken; Osmanlı’da da benzeri durumlar ortaya çıkıyordu. A. Yaşar Ocak’ın Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler adlı çalışmasında önemli veriler bulunmaktadır. Bu çalışma da; Hallac-ı Mansur vakasının gölgesinde yaşananları dikkatle bu çalışmasında ortaya koymaktadır. Ocak, Molla Lütfi davasının bütünüyle yanlış değerlendirmelere dayandığını gösterir. Benzeri yargılamaların, Molla Kaabız’ın ya da Hakim İshak’ın, Nadajlı’nın ya da Lari Mehmed Efendi’nin yazgılarını düğümleyiş öyküleri de düşündürücüdür.
Modern zamanların, Dreyfus davasından bugüne Adalet’in nasıl yetke tarafından yozlaştırıldığını, toplumun yargılama mekanizmasının iç yüzünün okunmasının engellediğini gösteren davaların tarihini içeriyor. Bir temel farkla; artık aydınların ve yazarların bazen anı anına (Zola’nın İtham Ediyorum’da yaptığı gibi) bazen çok gecikmeden (Koestler’in Moskova mahkemelerine eğilişindeki gibi) devreye girdikleri bir çağ bu!
Daha da önemlisi Dostoyevksi’den Kafka’ya, Gide’den Camus’ya açılan bir yolda “suç ve ceza” diyalektiğinin, müphem ve karanlık bir “Dava” dünyasının “Ceza Kolonisi”nin sorgulanmasıdır. Adaletin “göreceliği”, yerine göre “sözdeliği” her durumda iktidar tarafından manipüle ediliş serüveni, Sokrates’e dek bağlanabilmiştir bu yapıtlarda. Şüphesiz, mahkeme dünyası yalnızca bu yönde işlemiştir diyemez hiç kimse!
Peter Weiss’ın Soruşturma’sı, sorgulayan iktidarın getirdiği kazanımları, Ernst von Salomon’un olağanüstü romanı Sorgulama, taban tabana zıt iki gücün çatışırken özdeşleşmelerini okuyucunun önüne seren yapıtlardır. Bunlara Friedrich Dürrenmatt’ın adalet metafiziğini kurcalayışını, “kendi kendine adalet sağlama” eğilimini kuşatışını da eklemek gerekir…
Platon’u, Kafka’yı, Zola’yı okumamış, saydığımız ünlü davaların tutanaklarını didik didik etmemiş insanlardan bir ülkenin yasa koyucuları, yasa yazıcıları, yasa uygulayıcı olmaları umulabilir mi?
KCK davaları ve Adaletin Kantarı
Adalet kavramı günümüzde anlamının çok dışında kullanılmaktadır. Daha çok iktidarın elit siyasetleri doğrultusunda oluşturulan yargı mekanizması ve yargılama süreçleri en basit ifadesiyle; tam bir tiyatro olmaktadır. Özellikle Kürtlere yönelik geliştirilen bu yargısal engizisyon, öteden beri skandallarla dolu siciline her gün yenilerini ekleyerek devam etmekte.
Bu alanda ve iktidarın yargıya müdahil olma siyasetinde elle tutulur herhangi bir iyileştirme olmadığı gibi AKP endeksli bu yargılamalar; insanın aklına 1926 yıllardaki İstiklal mahkemelerini getirmekte! Malum İzmir Suikastı ve sonrasında geliştirilen süreçte ortaya çıkan yargılamalarda; Adaletin kantarı daha çok muhalifleri bastırmayı eyleme dönüştürmüştü.
İzmir Suikastı denilen vakıa aslında dönemin iktidarına yönelik muhalif bulunan kesimlerin bastırılması-tasfiye edilmesi olayıydı. Tarihin birçok döneminde ve farklı coğrafyalarında bu ve benzeri yargısal süreçler yaşanmıştır. Tarihte savunmayı ortaya çıkaran Cicero bile bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödemiştir!
Günümüzdeki KCK davalarının da geldiği aşama ve ortaya çıkan tablo; kendi içinde ne kadar tutarsızlıklar barındırsa da, diğer davalarda olduğu gibi bir bastırma tasfiye etme hareketi olduğu şüphe götürmeyen bir gerçek olmakta. Son düzenlemeler de buna mukabil ortaya çıkmaktadır.
Son yasal değişiklikleri de bu çerçevede ele aldığımızda aslında yaşananın bir iyileştirme olmadığını, daha çok minareye kılıf uydurma girişimi olarak öne çıkarılmak istendiğini gayet açık bir şekilde görebilmekteyiz. Yani “Anadilde Savunma” olarak lanse ettirilmek istenen gelişmeler, tam anlamıyla manipüle ve gerçeğin ters yüz edilmesidir…
Bu yasal düzenlemeye göre; Kürtçe konuşmak isteyen herhangi biri konuştuğunun bedelini ödemekle de mükellef tutulmaktadır. Bunun bir dili yaşatmama ve bu anlamıyla dilkırımın en inceltilmiş hali olduğunu anlamamak için âmâ olmak gerekir…
CEVAHİR ÖMÜRCAN (ARŞİV)
YORUM GÖNDER