3. DÜNYA SAVAŞINDA YENİ EVRE: ORTADOĞU CENDERESİ (2.BÖLÜM)
Irak gerçeğinde görüldüğü gibi statükocu yaklaşımlarla gelişmeler engellenememekte, gösterilen dirençler bir süre sonra yerini yıkıma bırakabilmektir. Fakat statükocu zihniyetlerin oluşumlarının katılığından dolayı iç dinamiklerin doğasal dayatması ile normal, evrimsel değişim ve dönüşüm sağlanmaz, bunun yerine iç ve dışın dayatmalarının devrimci, var olanı kıran tarzıyla dönüşüm sağlanmaktadır. Savunma ne kadar katıysa, vurucu güç o derece sert olmak zorundadır. Burada kast edilen Kürdistan devrim gerçeğinin zor koşulları ve ilgili devletlerin katı ulus zihin ve yapıların varlıklarını yüzyıl öncesine dayandırarak sürdürme çabasıdır.
İran uzun süreli darbe ve iç çalkantıları belli bir potada tutarak, toplum üzerinde yarattığı her tür denetim baskısıyla dış müdahale ve saldırılara cevap olmak istemektedir. Dış güçler için İran’ın nükleer gelişim programı temel sorundur. İran ve İsrail için inanç üzeri düşmanlık temel anlaşmazlık unsurudur. Batının İran’ı iç sorun ve itirazlarla hizaya getirme arayışı 30 yılık netice sonucu görüldü ki pratikleşememiştir. İran’ın toplumsal yapıları etkisizleştirilmiş, pasifize etme gibi tarihsel bir tecrübesi olduğu kadar, gelişmeleri okuyan ve diplomasi faaliyetleri ile erken harekete geçen bir devlettir. Karabağ savaşı ve sonraki gelişmeleri titizlikle değerlendirdiği açıktır. Nükleer denetim programına yönelik son süreçte uluslararası topluma pozitif mesajlar vererek hedef tahtasına oturtulmaktan kaçınıyor. YTC’nin ısrarına rağmen Başur işgal planlarına yeterli destek vermediği de söylenebilir. Tüm bunlarla hem iç sorunları bir dengede tutmaya çalışıyor, hem de kötüleşen ekonominin daha da kötüye gidişini frenlemek istiyor. Zira nükleer programdan dolayı uluslararası güçlerin İran’a uyguladığı ambargo giderek daha zorlayıcı olmaktadır. Kasım Süleymani’nin hedeflenmesiyle görece zorlandığı dış askeri politikada İbrahim Reis’inin cumhurbaşkanlığına gelmesiyle birlikte yeniden toparlama aşamasına girdiği değerlendirilmektedir. Irak, Yemen, Suriye, Lübnan ve diğer alanlarda varlığını sürdürebilmektedir. Fakat uzun süredir İsrail ile yürütülen gölge-istihbarat savaşları bölgede yaşanan gelişmelerle aynı orantıda hız kazanmıştır. İki ülke arasında karşılıklı gelişen suikastlar çok yönlü mesajlar içermektedir. İsrail’in genel ama özellikle Arap ülkeleri ile yaptığı görüşme ve ittifaklar giderek kendi lehine yelpazeyi genişletmekte ve düşünü kurduğu geleceği kurma temelinde yol aldığı düşünülmektedir. Şüphesiz bu gelecek mevcut haliyle İran için ciddi bir tehlikedir. Her iki ülke birbirinin varlığı değil, yokluğu üzerinden geleceğini şekillendirmek istemektedir. Bunun tarihsel, toplumsal temeli ve kodlanmaları vardır. Dolayısıyla İsrail İran üzerindeki baskıyı artırmaya, kendisi için daha az tehlikeli bir noktaya getirme girişimlerini sürdürecektir. Özellikle de geçen yıl Filistin ile yaşadığı çatışmada zorlanan İsrail, İran’ın bu savaşa öncülük ettiğini var saymaktadır. Bu açıdan Araplarla normalleşme süreci başlatan İsrail süreç içerisinde İran’a daha fazla dikkatini verebilecek ve yeni hamleler yapacaktır. Yöntem olarak izlenen vuruş yönteminin daha yoğun yaşanması bu biçimde komutan ve teknik silah ile nükleer bomba uzmanlarının hedeflenmesi yine ekonomik merkezlerin darbelenmesi gelişebilir. İsrail Suriye’deki İran askeri noktalarının havadan hedeflenmesi rutin bir hal almış, Rusya’nın bu alandaki durumu gözetilerek İranlı güçler daha fazla hedeflenecektir. Bundaki amaç İran’ın görece Rusya’dan boşalacak yerleri doldurmasına izin vermemektir. Ve bilinmektedir ki Rusya’nın varlığı belli düzeyde İran’ın Suriye’deki konumunu frenleyen bir olgu olabilmektedir. Yeni süreç bir de bu açıdan değerlendirilmeye muhtaçtır. Bu da beraberinde alandaki iç dinamikleri tetikleme potansiyeline taşımaktadır. İran’ın üzerindeki baskıyı tamamlayacak olan uluslararası tecridin derinleştirilmesi şuan için Rusya ve Çin tehdidinden dolayı ABD ve AB için öncelikli konu olmaktan ziyade sınırlı bir sıkıştırma, daraltma tarzı tercih edilebilir.
Irak’ta yaşanan siyasi istikrarsızlık yapılan seçimden sonra da devam etti. 2003 ABD müdahalesi sonrası bölge ve batı devletleri tarafından siyasi saldırıyla karşı karıya kaldı. Adeta ABD, İran ve Türkiye’nin siyasi savaş arenasına dönüştü. Yaşanan siyasi mücadele ve istikrasızlık giderek daha fazla ekonomiye yansımasını bulmakta ve halk geçimini sağlamakta zorlanmaktadır. Tüm bunlar toplumda yeni dalgalanmaları getirecek, biriken öfke geçmişte sık sık yaşandığı gibi tekrar yansımasını bulacaktır. Asıl olan bu öfkenin yeni süreçte kime ve nasıl patlatılacağıdır. Dolayısıyla belirtilen siyasi aktörler siyasi istikrarsızlığın akabinde toplumu da yönlendirerek birbirine karşı kullanmayı sürdüreceklerdir. ABD askeri güçlerini Iraktan çekerek belli oranda bu tepkinin eskisi gibi kendi aleyhine dönmesini de engellemiş oldu.
Son seçimde Şiiler daha fazla güç topladılar. İran bunu fırsat bilerek Irak’taki pozisyonunu güçlendirip korumayı kendi durumu için önemli görmektedir. ABD ise İran’ın bu alandaki etkinliğini sınırlandırma arayışındadır. TC tüm bunları bilerek, KDP ve Türkmenlerle ilişkilerini de kullanarak sahada etkili bir aktör olmak ve Irak’ta olup bitene dahil olma çabalarını sürdürüyor. Mukteda el Sadr liderliğinde gelişimini sürdüren ve İran’dan bağımsız hareket etmeyi amaçlayan Şia hareketi Irakta en etkili oluşumdur. Son seçimde 73 milletvekili çıkaran bu hareket hükümet kurulamayınca toplu istifa ile meclisten çekildiler. Bu bir nevi güç gösterisiydi. Irak’a müdahale sonrası giderek etkisini sürdüren bu hareketin mevcut konumunu gelecekte de koruması ve Irak siyasetinde etkili olmayı sürdürecektir.
Kürtleri temsil iddiasında olan partiler son seçimde ciddi oy kaybettiler. KDP’nin oy oranı yüzde ellilere varan bir düşüş yaşadı. Bölgesel düzeyde hakimiyetleri olsa da, Irak’ın geneli için etkisi cılızdır. Şimdi ve gelecek süre zarfında Irak’ın siyasi ve düşünsel şekillenişinde KDP-YNK’in güçlü faktör olmaları beklenemez. Her iki parti etkili oldukları alanlarda siyasi, ekonomi ve askeri konumlarını koruma telaşındalar. Kürdistanda yaşanan yolsuzluk ve gelirin –özellikle de Barzani ailesi- dar bir kesim tarafından talan edilmesi halkı yoksullaştırmakta ve derin rahatsızlıklara neden olmaktadır. KDP’nin TC Güney Kürdistanı işgal planında işbirlikçi pozisyonu tüm Kürtlerde olduğu gibi Güney halkında da ciddi tepkilere sebep olurken, KDP ve Barzani ailesi hiç olmadığı kadar bu süreçte teşhir olmaktadırlar.
Türk işgalci devleti Irak’taki siyasi istikrarsızlığı ve ekonomik zorlanmayı bilerek hem içerideki bazı grup ve kesimlerle ilişki geliştirip yönlendirmeye çalışmakta, hem de işgal Güney Kürdistan’da işgal planına devam etmektedir. Gerilla güçlerini gerekçe yaparak yürüttüğü bu işgal ile Güney Kürdistan bölge statükosunu zayıflatma ve ileride bertaraf etmeye gayretini sürdürmek istemektedir. Yine Şengal’de özerk halk yönetimini hava saldırılarıyla hedefleyerek bertaraf etme amacını sürdürmektedir. Bilindiği gibi partinin varlığının sebep gösterildiği tüm bu saldırıların asıl nedeni TC’nin yayılmacı projesi milli misak planıdır. Bölgede yaşanan savaş ve boşluk-yarıklardan yararlanarak bulduğu her zemini bu amaç ekseninde kullanmaya devam edecektir. Dolayısıyla Irak’ta yaşanan siyasi belirsizlik ve güçler mücadelesinin derinleşeceği, toplumda mevcut siyasi aktörlere karşı tepkinin gelişmeye devam edeceği ve yeni arayışlara gireceği kestirilebilir. PKK’de somutlaşan halkların devrimci alternatifinin Irak’ta gelişim kaydetme olasılığının her zamankinden fazla olduğunu ifade edebiliriz.
Suriye rejimi Irak’tan sonra bölgede kapsamlı müdahale ile karşı karşıya kalan ikinci devlet oldu. Otoriter diktatörlere karşı ‘Arap Baharı’ adıyla da isimlendirilen toplumsal ayaklanmalar Mısır, Tunus, Libya gibi devletlerde yönetim değişimleriyle sonuçlandı. Ayaklanmalar karşısında tutunamayan otoriter, diktatör yönetimler yerini başka diktatörlere bırakır oldu. ABD başta olmak üzere hegemonik güçler ayaklanmaları fırsat bilerek, erken müdahalelerle kendilerine yakın kişileri hükümet ve ordu başlarına getirmeye başladılar. Bu süreç halen devam ederken, beklenen halk devrimi ve halk iktidarı gerçekleşmedi, yasalarda kısmi bazı reform ve rötuşlarla kanunlar varlıklarını korudu. Devletçi, iktidarcı, erkek egemenlikli yeni hükümetler hegemonik ve bölgesel güçlerle işbirlikçi yarışına girerek hükümlerini sürdürmeye çalışmaktalar.
Müdahale üzerinden geçen on yılık süreçte Esad rejimi yönetimi bırakmadı. Hala hükmünü sürdürmektedir. Belirlenen reçete rejimin ciddi darbe almasına neden olmakla birlikte çöküş gerçekleşmemiştir. Bunun başlıca sebepleri birkaç başlıkla ifade etmek mümkündür. Bir; Suriye’de beklenen rejim karşıtı tepkiler diğer Arap devletleri gibi etkili gelişmemiş, lokal ve genele yayılmamıştır. İki; hazırlanan ve rol atfedilen Daiş, Nusra, El Kaide çeteleri beklendiği gibi tümden rejime yönelmemişlerdir. Süreç içerisinde, TC ve bazı güçlerce Kürt bölgelerine yönlendirilmiş, bu çeteler Kürtlerle girdikleri savaşta kırılmışlardır. Dolaysıyla asli görev yerine getirilmemiştir. Üç; rejim ciddi manada zorlansa da uluslararası güçlerin uyguladığı siyasi, ekonomik ambargo, ceza ve tecritlerle baş edebilmiştir. Dört; Tüm bunlarda en önemli faktörlerden biri İran, Rusya ve Lübnan Hizbullah’ının Suriye rejimine olan askeri, ekonomik ve siyasi destek olmuştur. Rejimin içyapısının istihbaratla örülmüş olmasının da getirdiği öz dayanma ile rejim ciddi yaralar almış, ancak meşruiyetini tümden yitirmemiş, varlığını korumuştur. Hala hakkı verilememekle birlikte Kürtlerin çeteleri tasfiye etmeleri rejimin ayakta kalmasını sağlayan en temel faktördür. Kürtlerin direnişi olmasa, devletlerin savaşmadan milyonluk şehirleri teslim ettiği Daiş çetelerinin, Suriye’yi tuzla buz edeceği, ettiğini Palmira, Rakka, Minbiç gibi şehirlerde görüldü. Sonuç itibariyle rejim ayakta kalabilmiş, Kürtler özerk yönetimlerini Suriye’de kurabilmişlerdir. Ancak TC’nin desteklediği dünün Daiş, El Kaidecileri bugün ÖSO ve benzer adlandırmalarla önce İdlib, Ezaz, Bab, Cerablus bölgelerinde, daha sonra Efrin Grêspi, Serêkani bölgelerine TC askerleri ile birlikte konumlanmış durumdalar. Fakat daha da önemlisi tüm soykırımcı işgal saldırılarına karşın Rojava devrimi Önderliğin dünya halklarına alternatif bir sistem sunan demokratik modernite paradigmasının filizlenmesi olarak bölgeyi derinden etkilemiş, tüm dünyada ise bilinir olmuştur. Soykırım ve sömürgecilik tehdid ortadan kalkmamasına karşın 11. yılında Rojava Devrimi Kürt halkının soykırımcı-sömürgeci statükoya verdiği en önemli cevap olarak gelişimini sürdürmektedir.
İran bir önce cephe saydığı Suriye’de kendine yakın iktidarın savunulması için maddi-manevi destekte bulunmuştur. Halihazırda Suriye’de dış güç olarak en etkili ve güç sahibi devlet İran’dır. ABD’nin tüm itiraz ve tehditlerine, İsrail’in hava saldırılarına ve Kasım Süleymani suikatine rağmen İran Suriye politikasını kendisi için stratejik önemde görmekte ve varlığını sürdürmektedir. Bu durumu son aylarda gerçekleştirdiği askeri-politik-toplumsal hamlelerden de görmekteyiz. Bu süreçte İran askeri olarak daha önce egemenliğinde olan alanlara takviyeler yapmakta bunun yanında Rusya’nı güç çektiği noktaları hızla doldurmaktadır. Nisan ve Mayıs ayı boyunca bu adımları özellikle İdlip ve Efrin’in bazı cephelerinde gözlemlemlemekteyiz. Bunun yanında Esad ile Tahran’da geçen ay yapılan görüşme ile rejimi daha fazla kendine bağlamayı, Rusya ile arasındaki ilişki-rekabet denkleminde rejimin daha fazla kendisine eklemlenmesini amaçlamıştır. Askeri ve siyasi bu hamlelerin yanında bir yandan Kuzey ve Doğu Suriye’deki genelde rejim yanlısı Sunni Arap işaretlerle doğrudan ilişkiye geçmekte, onları kendi milislerine katmaya hiç olmasa kendi çizgisine çekmeyi sağlamayı amaçlamaktadır. Öte yandan Güney Suriye’de yoğunlaşan Durzilerle rejimle problemlerini çözme argumanıyla diyaloğa girerek onları kendi müttefiği haline getirmek istemektedir.
Rusya şubat ayı ile başlayan Ukrayna savaşı ile güç ve enerjisinin büyük kısmını bu savaşa yönlendirmek zorunda kalmıştır. Savaşın uzaması Rusya’yı olumsuz etkilediği belirtilmekle birlikte Rusya dış politikasında ciddi bir değişim beklenmemektedir. Suriye, Libya ve benzer biçimdeki konumunu korumaya çalışacaktır. Rusya hükümeti de dünya genelinde yaşanan sistemsel kriz ve yayılma politikalarının farkında, kendisi de bunların bir parçası durumundadır. Dolayısıyla sistemler için durmanın, gerileme, bunun yaşanmaması içinde ilerlemenin yani yayılmacılığın ilke olduğunu bilecek tarihsel ve güncel bilgi ile tecrübeye sahiptir. Tartışmalara konu olan Suriye’den çekilme konusu Rusya’nın yeni süreçte oyun kurucu ve temel aktör olma stratejisiyle örtüşmemektedir. Tümden çekilmek yerine kritik noktalarda gücünü niteliksel askeri dönüşümle artırmak, arta kalan ve Suriye’de tecrübe kazanmış bazı birliklerini Ukrayna’da değerlendirme durumu söz konusu olacaktır. Rusya’nın Suriye’deki etkisi askeri güç açısından zayıflayacağından değil, eskisi gibi dikkatini bu alana veremeyeceği ve siyasi gelişmelere eski oranla daha az etkide bulunabileceği şeklinde yorumlamak daha gerçekçi olacaktır. Bu anlamda sahayı İran’a bırakması mümkün değil. Zira burada yaptığı uzun yılları kapsayan stratejik anlaşmalar vardır. Yine bölge düzeyinde söz sahibi olmak için Suriye’de etki sahibi olmak önemlidir. Özellikle de NATO-ABD ile yürüttüğü soğuk savaşın devamı ve dolaylı yürüyen savaşta Suriye stratejik bir mevzidir.
Suriye’de asıl tehlike ve belirsizlik TC ve beslediği çetelerin varlığı ve durumudur. TC’nin hedefi Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de kısa vadede Kürt kazanımlarını yok etmek, bir sonraki adımda Halep’tir. Hatırlanacağı gibi Suriye savaşı başladığında Faşist diktatör Erdoğan bu gayeyi açıkça ifade etmişti. Ancak gelişmeler beklendiği gibi olmayınca Kürt kazanımları daha fazla dile gelmiştir. Ancak stratejilerinde bir değişimin olmadığı, bunun için zaman ve zemin kolladığı bilinmektedir. Buna rağmen hem Suriye rejimi, hem de Rusya TC’nin Kürtleri hedeflenmesinden faydalanmak, Kürtleri teslim alma amacıyla Türk devletinin Efrin, Grêspi, Serêkaniyê saldırılarına onay vermiştir. Bu güçlerin belirtilen pragmatik ve şantaj siyasetinde somut bir değişim görülmemiştir. Son süreçte Kürtlere verilen bazı pozitif mesajları PKK direnişi ve bazı güncel gelişmeler ekseninde dönemsel değerlendirmeler olarak görmek daha objektif bir yorum olacaktır. Dünya örneklerinde de görüldüğü gibi siyasi çözüm ve bunun yasal ayağı gelişmediği sürece her şey konjektörel olabilmektedir.
ABD öncülüğünde varlığını sürdürmeye devam eden koalisyon güçlerinin askeri açıdan Suriye’de olmaları değerlendirme konusudur. Daiş benzeri çetelerle mücadele gerekçesi olarak konumlanan bu gücün Suriye siyaseti üzerinde etkisi olmamakla birlikte, Rusya ve İran’ın dengelenmesinde rol sahibi olduğu bilinmektedir. Geçmiş süreç TC’nin bunu Suriye, Rusya ve İran’a karşı bir avantaj olarak değerlendirdiğini, Kürtlere saldırıda da bu gücün engel teşkil etmediği görüldü. Şüphesiz bunda bağlı bulundukları siyasi erkin rolü esastır. Ancak oluşturulan yanlış algı ciddi bir sorgulama gerektirir. Hakeza bu gücün Rojava’ya dönük saldırı girişimlerinde engel teşkil ettiği yönünde gerçeği perdeleyen görüş tüm gelişmelere rağmen var olmayı sürdürmektedir. ABD-AB’nin bu bağlamda yaklaşımları ele alındığında Suriye’yi eskisi gibi gündemine almadığı, rejim değişimini eskisi gibi dillendirmediği, Beşar Esad için iktidardan uzaklaştırılacağı söylenen tarihleri çoktan geride kaldığı görülmektedir. Bu güçlerin elinde kalan yegane ‘başarı’, Kürtlerin büyük bedel ödeyerek elde ettikleri ve dünya devletlerinin görmezden geldiği DAİŞ ile diğer çetelere karşı kazandığı zafere ortak olmadır. 50 yıldır mücadele ettikleri Özgürlük Hareketinin zaferini haksızca sahiplenerek BM ve NATO toplantılarında nara atmaktadırlar.
ALİ KASIM
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
YORUM GÖNDER