EMPERYALİST HAKİMİYET KARŞISINDA KÜLTÜREL DİRENİŞ
“Piyasa fetişizmi” emperyalist kültürün merkezî bir yönüdür ve bir tür sahte dindir[1] , piyasayı ve piyasanın yanı sıra parayı da insanların uğruna kurban edilmesini isteyen fetişlere, putlara dönüştürür. Tüm gezegen ölçeğinde gerçek bir kültürel kimlik ileri süren ve sembolik başkenti Davos’ta olan bu putperest kültün ilkeleri, tüm insan ilişkilerini, insanî duyguları, sembolik (kültürel, toplumsal, dinî, aşka dair ya da sanatsal) üretimleri birer ticarî ürüne indirgemeyi, piyasa değerinden alınıp satılmasını hedefler.
Daha on dokuzuncu yüzyılda, politik ekonomiyi eleştiren önemli bir isim, günümüz dünyasını peygambervari bir berraklıkla öngörmüştü: “Nihayet öyle bir zaman gelmiştir ki insanların başka bir şeye çevrilemez gözüyle baktıkları her şey değişime, alışverişe konu olmuş ve başka bir şeye çevrilebilir hale gelmiştir. Bu, o zamana kadar iletilip aktarılan ama asla değişilmeyen; verilen ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan erdem, aşk, görüş, bilim, vicdan vs. gibi şeylerin nihayet hep birden, ticaret alanına geçtiği zamandır. Bu, genel kokuşma zamanıdır, her şeyin alınıp satıldığı zamandır, veya ekonomi politiğin terimleriyle söylersek her şeyin, maddi ve manevi her şeyin satılık değer ‘olarak, hak ettiği en yüksek baha’yı bulmak için pazara taşındığı zamandır.”[2]
Neoliberalizm ise bu ticarî mantığın yırtıcı, vahşi ve acımasız gelişiminin en son neticesidir.
Neoliberal kapitalizm aşamasında merkantalizasyon, kültürün diğerleri gibi bir emtiaya dönüşmesi anlamına gelmekle kalmaz, kültürel üretimin insanî özünden, sanatsal ve toplumsal niteliklerinden boşaltılmasını ve çözülerek saf mübadele değerine, yani parasal niceliklere dönüşmesini de getirir. Metalaştırmanın mantığı, sembolik üretimlerin içkin kültürel değerine (ya da değersizliğine) karşı tamamen kayıtsızdır. Dur durak bilmeyen tek ve münhasır ilgisi, metanın kârlılığı, daha büyük pazar paylarının fethi ve sermayenin birikimidir. Mesele iyilik veya kötülük değil, vicdanî tereddüttün yokluğunun boyutudur. Mesele basitçe, en belirleyici kültürel ifadesi sinema perdelerini, televizyon ekranlarını dolduran, duvarlara ve yollara yayılmış ticarî reklamcılık olan, kamusal ve özel hayata dair tüm alanları istila eden sistemin acımasız mantığıdır.
Batılı-emperyalist sahte evrenselcilik, tüm dünya halkları üzerinde, özellikle sistemin merkezi dışında kalan halklar üzerinde, kendini “medeniyet” kisvesiyle dayatarak kültür üzerinde hakimiyet kurmayı amaçlar ve özel mülkiyet, piyasa ekonomisi, piyasa fetişizmi, verimlilik, faydacılık, mülkiyetçi bireycilikten oluşan neoliberal kapitalist yaşam biçimini dayatır. Bu, Hobbes ve Locke’dan gelen bir gelenek, araçsal rasyonalitedir (Adorno ve Horkheimer’in Aydınlanmanın Diyalektiği çalışmalarında eleştirdiği budur). Kuzey Amerika imparatorluğu özellikle bir dilin, kültürün, yaşam biçiminin, eğlence ve düşünce biçiminin küresel ölçekte promosyonunu yapmakla uğraşır.
Emperyalist hakimiyet karşısında, etrafını saran neoliberal küreselleşme anlayışından kendisini korumaya çalışan kültürel direniş ise ilk anda yerel, milli veya dini kültürlerin savunması biçimini alır. Kültürel çeşitlilik, insanlığın zenginliklerinden biridir ve tıpkı türlerin biyolojik çeşitliliği gibi, sistemin yok edici ve tektipleştirici dinamikleri tarafından tehdit edilmektedir.
İnsanlığın kültürel çokluğunu koruma mücadelesi yalnızca yerel kültürleri kapsamakla kalmaz, Amerika kıtası, Karayipler ve İngiltere’deki Afrika kökenli nüfusların sembolik üretimini içinde barındıran Atlantik’in siyahî kültürü gibi ulus ötesi kültürleri de kapsar.[3] Bu mücadele vazgeçilmez olmakla birlikte tek başına yeterli değildir; yeni bir insanî evrenselliğin, özgürlükçü bir evrensel kültürün oluşturulmasıyla bir arada yürütülmelidir. Ne var ki bir tehlike de söz konusudur: Kültürel kimliklerin savunusu, dar milliyetçilik ve tahammülsüzlük biçimini alabilir, agresif ve tutucu dinci bir hâl, hatta ırkçı, cinsiyetçi ve yabancı düşmanı bir hâl alabilir. Avrupa’da Arap, Afrikalı, Yahudi, Roman veya basitçe “beyaz olmayan” herkese yönelen “yabancı” nefretini ticari fonu hâline getiren neo-faşizmin veya yarı faşist politik güçlerin rahatsız edici ve olağanüstü gelişiminde karşılaştığımız yahut Güney’in çeşitli ülkelerinde, etnisite, din veya milliyet adına yoksulların kendi aralarında parçalandığı yerlerde gördüğümüz durum budur. Geleneksel siyahî karşıtı ırkçılığın yanı sıra Amerika’da günümüzde ortaya çıkışına şahit olduğumuz Arap kökenli Amerikan nüfusuna karşı gösterilen yabancı düşmanı tepkilerden de bahsetmeden geçmemeli.
Neoliberal küreselleşmenin sözde evrenselciliğine bir diğer sahte kültürel alternatif ise Aydınlanma’dan Marksizm’e, büyük Özgürleşme anlatılarının sonunu ilan edip yerine karşılıklı olarak bağdaşmayan “dil oyunlarını” neşeyle çoğaltıp duran postmodernistler tarafından desteklenen “kimlik politikalarıdır”[4] . Postmodern ideologlar kültür, etnisite, cinsiyet veya cinsel yönetilme dayalı çeşitli “kimlik” hareketlerinin partikularizmini, parçalanmasını, ayrışmasını savunur ve birleşme, eklemlenme ve mücadeleleri evrenselleştirmeyi çağ dışı bir çaba, geçmişin “Büyük Anlatılarını” diriltme girişimi olarak görüp reddeder.
Etkili bir kültürel direnişin ilk görevi çeşitli demokratik talepler, çeşitli toplumsal mücadeleler, bunlar ve işçi hareketi arasında bağlantı ve ilişkiler kurmaya çalışmak, ortak bir zemin, her birinin özerkliğine saygı duyduğu bir yakınlaşma alanı ararken bunları emperyalist hakimiyet, ırkçılık ve erkek egemen iktidar karşısında, neoliberalizmin insan dışı mantığı karşısında ortak mücadelede bir araya getirmektir. O halde aşılması gereken zorluk, yeni bir evrensel, demokratik ve çoğul kültür, şu gibi genel ilkeleri temel alan bir dayanışma kültürü inşa etmektir:
Farklılıkların tanınması ve saygı: Amaç, Zapatistaların ünlü formüllerindeki ifadeyle “içine pek çok dünyanın sığdığı bir dünyadır.”
İnsanların tüm baskı, istismar, yabancılaştırma ve yozlaştırma biçimlerinden özgürleştirilmesi.
Kültürün meta olmaktan çıkarılması, pyasa yasaları karşısında özerkleştirilmesi ve kendi ölçütleriyle özgür gelişimi.
Etnik merkezciliklerin ve hoşgörüsüzlüklerin üstesinden gelmek için ve neoliberalizmin kültürel felaketine tutarlı bir alternatifle muhalefet edebilmek için böylesi eleştirel ve evrenselci bir kültüre, özgürleştiğimiz bir gelecek olasılığına odaklanan bir umut kültürüne ihtiyacımız var.
Dünyanın tamamını kapsayan bu yeni dayanışma ve umut kültürü, bu özgürlükçü ve özgürleştirici, sosyalist ve demokratik kültür yalnızca bir düş değil, somut bir ütopya, bir arzu imgesidir.[5] Bu muazzam büyüklükteki, evrensel, uluslararası ve enternasyonalist, dayanışmacı, mücadeleci ve merkezlerinden biri Dünya Sosyal Forumu olan dünya hareketi içerisinde yavaş yavaş şekil almaya başlamaktadır. Kendisini Seattle, Nice, Prag, Stockholm, Washington, Barselona, Genoa, Floransa ve Porto Alegre sokaklarında ortaya çıkmış ve ilk adımlarını atmakta olan, halen başlangıç aşamasında olmakla birlikte gelecek vadeden bu geniş küresel adalet hareketinin, ülkeleri ve kıtaları kapsayan bu alternatif küreselleşme hareketinin, bu engin mücadele ve düşünce seferberliğinin ortasında, kapitalist, emperyalist ve neoliberal kâbusun ötesindeki yeni bir insanlık kültürünün keşfi vardır.
MİCHAEL LÖWY
[1] bkz. Walter Benjamin, Din Olarak Kapitalizm
[2] Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, 1966, çev. Erdoğan Başar.
[3] bkz. Paul Gilroy, Siyah Atlantik
[4] bkz. Lyotard, Postmodern Durum
[5] Ernst Bloch, Umut İlkesi
KAYNAK: DEMOKATİK MODERNİTE
YORUM GÖNDER