AHLAKİ-POLİTİK TOPLUMA DOĞRU; RIZA ŞEHRİ VE ALEVİLER (2.BÖLÜM)
Rıza Şehri ve Sûfî;
İmam Ali’nin torunlarından Caferi Sadık 8 Aralık 765’te, Abbasi Halifesi Ebu Cafer el‐Mansur tarafından zehirlenmeden önce, ütopik bir şehir ve düzen önermesinde bulunmuştu.
İmam Cafer, T. Campenella ve Thomas More’un ünlü Ütopya eserinden çok önceleri düşünsel ütopyası olan Rıza Şehri’ni ‘’Buyruk’’ isimli kitabında hikayeleştirmişti.
Sınıfların ve sömürünün olmadığı, ortak mülkiyetin toplumsallaştığı, güzel ahlakın kurumsallaştığı bir yeryüzü cennetini tasvir eden Caferi Sadık ne yazık ki More’un ulaştığı üne ve entelektüel itibara kavuşamadan diğer Ehli Beyt canları gibi katledilmişti.
Cafer Sadık, Rıza Şehri isimli ütopik kent devletini özetle şöyle anlatır: “Bir zamanlar bir sufi dünyaya seyahate çıkar. Bir gün yolu bir şehre düşer. Bu şehir, şimdiye kadar gördüklerinden farklıdır. Sabah herkes işine gücüne gitmekte, sessizlik içinde yaşam sürmektedir. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardır. Sufi bu düzeni görünce şaşar kalır. Öyle ki yaklaşıp birine bir şey sormaya cesaret edemez. Karnı acıkınca bir fırına girer, parayla ekmek satın almak ister. Fırıncı hayretle paraya bakar. ‘Nedir bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen rıza şehrinden değilsin? Sen dünyalı olmalısın’ der.”
Sufi sonra bir kadınla tanışır. Onunla buluşmaya giderken bir nar bahçesinden birçok nar koparır ve aceleden ağacın bazı dallarını da kırar. Kadın narları görünce, “Beni düşündüğün için sağ ol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Narları koparırken bahçeye de büyük zarar vermişsin. Acelen ne, burada senden kimse bir şey kaçırmıyor ki?” der.
Sufinin şehre ayak uyduramayacağını anlayan kadın, onu Ulular Meclisi’ne götürür. Sufi, ihtişamlı bir binaya götürüleceğini sanırken küçük bir yapıya götürürler. Yerlere basit kilimler serilmiştir. Ak sakallı ulular, bağdaş kurmuş şehrin sorunlarını tartışmaktadırlar.
Sufinin karnını doyurup onu konuk ederler. Rıza Şehri’nde her şeyin rızalıkla yapıldığını, paranın, pulun geçmediğini, rızalıkla istediğini alıp istediğini yapabileceğini söylerler ve dünyalı misafiri rıza şehrinden yollarlar…
Sokrates, ‘’Herakleitos’u anlamak için Delos’lu bir dalgıç olmak gerekir’’ demiş.
Hakikat ile Sınanan Yol;
Kuran-ı Kerim, Hucurat Suresi’nde ‘’Mutlaka ki Allah’ın yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır’’ der. İslam’ın akide kitabında korku içerikli benzeri sözlere sıklıkla rastlanır.
Yine Mısır Firavunlarının zulmüne uğrayan Musa ve İsrailoğullarını kurtarma uğraşı veren Tanrı’nın, bir gece evlere ölüm yağdırıp bütün çocukları öldürdüğü rivayet edilir.
Çocukları öldüren “Musevilerin Tanrısı” ile kavimleri helak eden “İslam’ın Allah’ı” (keza Hıristiyanların) bu korkutucu buyruklarına rağmen, Alevilerin inanç önderleri insanları sadece vicdana çağırır ve hakikati gösterme uğraşına girer. Çünkü arif isen zaten göreceksindir o hakikati. Değil isen bir yol’a girip bu yolu da batın ile görüp zahir ile yürümelisin. İşte o vakit “Arifler bir dükkân açmış, ne ararsan var içinde’’ diyen Pir Sultan Abdal’ı gönül gözüyle görmüş olursun.
Alevi inanç felsefesi, İslam’ın ve diğer semavi dinlerin aksine korku ve emirle değil gönüllülük ve akıl esasları üzerine bina edilir. İslam’da topluluklar emir ve korku ile “terbiye” edilmeye çalışılırken Aleviler, Rıza Şehri hikayesinde olduğu gibi varoluşlarının esasını “rızalıkla” açıklarlar. Keza, gönüllü gerçeklikle vardıkları üstün insan (İnsanı Kamil) merhalesine de, dört kapının sonuncusu ve aslı olan Sırrı Hakikat kapısından geçtikten sonra ulaşacaklarına inanırlar.
Alevilerin kutsalları olan ziyaret ve evliyalara (Hızır dahil) atfedilen hikaye ve mesellerde ise insanın öldürülmesi bir yana kurdun kuşun, börtü böceğin de hakları gözetilip doğada yaşayan tüm canlılar yad edilip eşitlikçi bir düzene “hu” çekilir.
Çeşmeden su içerken bile helallik alan Alevilerin tüm canlı ve cansız varlıklara saygısı eşit mesafede olagelmiştir. Günümüzün kapitalist modernist sistem içerisinde diğer topluluklar gibi bu geleneksel değerlerini yitirmeye başlayan Aleviler, diğer topluluklara oranla şanslı sayılabilirler. Çünkü geleneksel öğretilerini sözlü olarak genç kuşaklara aktaran az sayıda piri fanileri yaşıyor daha.
‘’Yaradan ‘Ya Musa kendinden daha aşağı bir mehluqat getır’ dedi. Musa şehre geldi, ‘Tüccarı götırem, taciri götırem, baqqalı götırem, bilmem neyi götırem.. Orada bir köpek vardi. Binanın kenarına uzanmiş. Helqayi tağdi boynıne, sürikledi. Köpek dile geldi. ‘Ya Musa ben ğızmetımi yaptım’ dedi. ‘Gündız ağanın malıni, dewarıni qoridım, gece de sebehe qeder deyağ yiyidım ben. Sen seni götır. Ben ğızmetımi yaptım.’’
Kuran-ı Kerim’in Zuhruf Suresi’nde ‘’Biz onların dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik ve bir kısmının diğerlerine iş gördürebilmesi için, bir kısmını bir kısmından derecelerle üstün kıldık’’ diyerek insanlar arasındaki eşitsizliği meşru görürken Aleviler, Şeyh Bedreddin’in sözüyle “yarin yanağından gayrı her şeyi ortak” görmüşlerdir.
Yedi Ulu Ozan’dan biri olan Fuzuli, eşitlikçi toplum felsefesini şu dizelerle pekiştirir; “Fanilik köyünde akıllı ile deli birdir / Denizin dibinde inci tanesi ile taş birdir / İyilik ve kötülük ortadan kalkınca / Mescid de meyhane de birdir” der.
Musa Peygamber meseli ve benzerleri Alevi halk hikayelerinde ve Kürt fabllarında sıkça çıkar karşınıza. Sadece insanları değil bu alemde yaşayan her şeyi (melekler dahil) eşitlerler. Mazdeklerden, Karmatilere oradan Alevi topluluklarına (örneğin Tokat Sıraçları) kadar sirayet eden ortakçı ahlak yaşanır bir dünya için umut vaat etmeye devam edecek gibi.
Eline, Beline, Diline Sahip Olmak
İnançlarından kaynaklı hakaretamiz tanımlamaları saymazsak, Alevilerin ahlaklı insanlar olduklarına dair örtük bir içtihat vardır. Bu toplumsal yüklemi de hiç kuşkusuz ki yaşamsal deneyimler yaratmıştır. “Eline, beline, diline sahip ol!” ontolojik önermesi, bu toplumun gündelik yaşam davranış kodlarını da yapılandırmıştır.
Benzer düsturları Zerdüşt Peygamber olmak üzere diğer Ortadoğu dinlerinde de (örneğin 10 emir) görmek mümkün. Zerdüşt: “Ey insan doğru yolu terk etme! İyi düşün, iyi yap, doğru söyle. Kötü ruhun değil, iyi ruhun yanında ol. Bizde yemeden içmeden gün geçirmek haramdır. Bizde oruç elle, belle, dille tutulandır.” der.
Aleviliğe tekrar dönersek; elinle çalmayacaksın, belinle cinsel arzularını kontrol edeceksin, dilinle yalan söylemeyeceksin. Nefsi terbiye amaçlı söylenmiş olan bu üç “emir” Marifet Kapısı’nda Pir yardımıyla sınanacaktır çünkü. Çoğunlukla sözlü kültürle (beyitlerle) aktarılan bu yapısal önermeler, Alevilerde grupsal belleğin inşasının temel yapı elementleri niteliğindedir.
Birçok din ve ideoloji rakip gördüğü insan ve toplulukları ötekileştirirken Mevlana sadece “gel” der. Bu çağrıyı felsefesinin “büyüklüğünü” bilerek yapar. Gelecek olanın orada biçim alacağından emindir. “İster kafir ol, ister mecusi, ister yüz kere tövbe etmiş ol, umutsuzluk kapısı değil bu kapı” diyerek, ‘düşkün’ olanı dahi Alevilerden esinlenerek ‘yol’a katmak, şahlanmış olan nefsi büyülü gerçek içinde zerreye tahkim etmek ister.
‘’Dünya bir penceredir her gelen baktı geçti’’ diyen Yunus Emre’nin nefsini köreltip Tapduk Emre’nin dergahına girmek için kırk yıl sırtında odun taşıdığı rivayet edilir.
NESİMİ ADAY
YORUM GÖNDER