DOĞALLAŞTIRILMIŞ BİR ÖZERKLİK TEORİSİNE DOĞRU: NİETZSCHE'NİN TAN KIZILLIĞI (4.BÖLÜM)
III. Özerk Öznellik Olarak Özgürlük
Özerk öznelliğin mümkün ve arzulanan olduğunu göstermek için Nietzsche, bir özgürlük anlayışını muhafaza ederken aynı zamanda anti-doğalcı önermeleri (örneğin iradenin özgürlüğünü) de inkar eder. Başka bir deyişle, özgürlük arzusu konusunda ısrarcı olmaya devam ederken, aynı zamanda şunu da muhafaza eder:
“Düşünceler diyarı, yapma, isteme ve yaşama diyarıyla karşılaştırıldığında, özgürlük diyarı olarak ortaya çıkar: Aslında; belirttiğimiz gibi, o sadece bir yüzeysellik ve yetinme diyarıdır.”[34]
Nietzsche’nin kendini belirleme kavramı, bireyselliğin yetiştirilmesine ilişkin teorik ve pratik anlayışı ile yeniden oluşturulabilir. Örneğin, “İnsan kendini değişken bir büyüklük olarak görmeli, büyüklüğün başarı yeteneği, koşulların elverişli olması halinde belki de bilginin en yükseğine erişebilir: Yani koşullar üzerine kafa yormalı ve onların gözlemlenmesine kuvvet harcamaktan kaçınmamalı…”[35] Burada iki karakteristik Nietzscheci tema ortaya çıkar: bireyselleşme bir çeşit mükemmeliyetçilik olarak anlaşılmalıdır ve bu bireyselleşme, kendine ait sürekli ve yoğun gözlem ve kişinin kendisini bulduğu durumlarla tamamlanır. “’Kendi yolu’ denilen yola, belirleyici adımı atıp koyulursak, o zaman bir sır kendini birdenbire açığa vurur: “Bizimle arkadaş ve samimi olan herkes, şimdiye kadar bize üstün olduklarını düşünüyorlardı, şimdi ise incindiler. Onların en iyileri hoşgörülü olup sabırla, ‘doğru yolu’… -onlar doğru yolu bilirler ya! — tekrar bulmamızı beklerler. Öbürleri alay ederler ve sanki insan geçici olarak delirmiş gibi yaparlar ve insanı haince yanlış yola sevk eden kişi olarak nitelendirirler. Kötüler bizi kibirli deliler olarak ilan edip güdülerimizi karalamayı denerler; ve en kötü olanı bizi kendinin uzun bir bağımlılık için intikama susayan en kötü düşmanı olarak görür… ve bizden korkar. — O zaman ne yapmalı? Benim önerim şudur: Bir yıl önceden bütün tanıdıklarımıza her tür günahları için af güvencesi verilir, ondan sonra egemenliğe başlanır.”[36] Burada özellikle önemli olan, kişinin bireyselliğin gelişmesinin zorunlu olarak kişinin “arkadaş ve samimi olan herkes”e yönelik kızgınlığa neden olduğu varsayımdır (Bu, Nietzsche’nin kendi deneyimlerinden kaynaklanıyor olabilir).
Dikkate değer iki nokta daha var. Birincisi, Nietzsche, en azından Tan Kızıllığı boyunca, bireysellik yolunun herkes için açık ve kullanılabilir olmasını sağlar. İkincisi, iç bilişsel ya da duyumsal direnç nedeniyl çoğu kişinin bu yolu takip etmesinin engellenmiş olmasıdır. Nitekim Nietzsche şöyle der: “Bütün bunları yapmakta serbestiz: Ama bunların bizim için serbest olduğunu kaç kişi biliyor? Çoğunluk kendine, gelişmesi tamamlanmış gerçekler gibi inanmıyor mu? En büyük filozoflar karakterin değişmezliği öğretisiyle damgalarını bu önyargıya basmadılar mı?”[37] Bu, “çoğu insanın” kendini yetiştirmesini önleyen psikolojik akışkanlığın reddidir. Ancak, bu bilişsel engelin dışında bile, bir duygulanım kalır: kendini yetiştirme girişiminde bulunanlar bile hâlâ “kötü” olduklarını hissederler:
“[B]iz, insanlara kötü şöhret yapmış eylemleri karşısında iyi niyetlerini geri vererek bu eylemlerin değerini yeniden ortaya koymayı hesaplıyoruz… onların vicdan huzurlarını çekip alıyoruz! Ve şimdiye kadar bunlar geniş ölçüde en sık meydana gelen olaylar olduğundan ve gelecekte de öyle olacaklarından biz de eylemlerin ve yaşamın imgesinin bütününden kötü görünümü çıkartıyoruz! Bu çok anlamlı bir sonuçtur! İnsan artık kendisini kötü olarak kabul etmezse, kötü olması da sona erer![38]
Çoğunluk, egoizmin kötü olduğuna inanır. Değerlendirici ahlaklılığının çerçevesini başarıyla içselleştirmiş olmanın bir sonucu olarak, onu ihlal ettiklerinde bile -veya özellikle bu durumda- kendilerini bu çerçeveye göre değerlendirmeye devam ederler.
Bunların hiçbiri, Nietzsche’nin olumlu idealinin, her hangi bir hedeften veya tutkudan kaynaklanıyormuş gibi anlaşılması gerektiğini göstermek değildir.
Aksine; Nietzsche, bireylerin belli erdemlere gereksinim duyduğunu savunur: “Kendimize ve bize dost olan her şeye karşı dürüst olmak; düşmana karşı cesur olmak; yenilene karşı alicenap olmak: nazik… her zaman: Böyle olmamızı ister dört temel erdem”[39] Nietzsche, alçakgönüllülük ya da iffet gibi “geleneksel erdemlere” başvurmaz; buna karşın, kendine yönelik bir dizi tavrın benimsenmesinden oluşan özgürlüğü öneren değerlere başvurur. Özgür bir ruh olmak –“özgürleşen kişi”- kendini belirleme olarak Nietzsche’nin özerklik biçimidir. Ancak, kendini yetiştirme temel düzeyde egoizmi gerektirdiğinden, ahlaki çerçevede değerlendirildiği şekliyle kendini yetiştirmenin de kötü olduğu ortaya çıkar. Bu çerçeveyi hem bilişsel hem de duyumsal gerekçelere dayandırmak bir kendini yetiştirme etiği için alan yaratır.[40]
Doğallaştırılmış özgürlük teorisi, şu taahhütlerden oluşur. İlk olarak, kendini belirleme teorisi insanın öznelliğinin yansıtıcı onaylamasını gerektirir: insan, kendi öznelliklerini (bir yorum oluşturarak) onaylar ve teyit eder.[41] Nietzsche, kendini yetiştirmeye yaptığı vurguda bu sava olan bağlılığını gösterir. İkincisi, bu taahhüt, öznelliğin doğalcı bir anlayışı ile koşullanmıştır. Öznellik bu nedenle çoklu bilinçdışı dürtüler tarafından koşullanmış olarak anlaşılır; böylece öznenin yapısı, dürtülerin tarihi ve bunların ilişkilerinin bir sonucudur. Bilinçdışına rağmen, bu dürtüler, insanın sahip olduğu inanç, arzu ve niyetleri belirler. Bu ikinci taahhüdün bir sonucu olarak, yansıtıcı onaylamalar, öznelliğin hiçbir zaman zorunlu olarak verili olmadığı şeklindeki doğalcı bakış açısını içermektedir. Yansıtıcı onaylama süreci bile sadece bir “ikinci dereceden yorum”dur: bir yorumun yorumlanmasıdır. Dolayısıyla, doğalcı bakış açısından onay bir yorumdur; arkasında yatan ve bu faaliyeti doğuran bir dürtü olmalıdır. Nietzsche’nin “bilgiye tutku” (Erkenntnisleid) olarak adlandırdığı bu yeni dürtü bizi atalarımızdan farklılaştıran yeni bir dürtüdür.[42] Bilgiye tutku, benlik bilinci arzusunda yararlanır; bu arzunun yerine getirilmesi ile birlikte, insan tarihsel olarak dürtülerin ve duyguların olumsal bir düzenlenmesi tarafından koşullandığını farkeder.
Sonuç olarak, özerk bir öznenin asgari düzeyde, birleşik bir istemde bulunan, arzulayan ve düşünen öznede bir araya gelen unsurlar yoluyla tarihsel olumsal pratikleri onayladığını görürüz. Dahası, özerk bir özne, iradesini, öznenin onaylama kriterleriyle buluşamayan bu parçalarını reddetmek için kullanır ve dürtü ve duyguları bilinç alanına getiren pratiklerle meşguldur. Bu nedenle, insan çoklu dürtüler ve duygulardan oluştuğu için özerk öznellik ancak sabit, kendiliğinden anlaşılır kimlik olmadığı kabul edildiğinde mümkündür. İnsan bir süreçten başka bir şey değildir. Etik görev, bir insanın türünü belirlemek değil, hem bilişsel hem duygusal olarak kendini oluşturmak veya kendi üzerine çalışmaktır, “kendilik sanatı”yla uğraşmıktır.[43]
Şimdi, Nietzsche’nin hem ahlak eleştirisini ve hem de geliştirdiği etiği yeniden değerlendirmek için yaderk ve özerk öznellik arasındaki ayrımı kullanabiliriz. Nietzsche’nin ahlaka karşı yürüttüğü savaşın başlangıcı olarak Tan Kızıllığı’nın ayırt edici özelliği yaderk öznellik olarak ahlakın analizini sunmasıdır. Tahakkümün bir içselleştirilmesi olarak yaderk öznellik, insanın gözden geçirip onaylamadığı toplumsal pratikler yoluyla inşa edilen öznelliktir.[44] İnsan, bir dizi toplumsal pratik ile özdeşleşebilir ve kendisini buna göre konumlandırabilir, ancak böylelikle kendi bireyselliği için sorumluluk üstlenmez. Yaderk bir öznellik iken, birinin inançları için sorumluluk taşıyan bir birey olarak değil, sabit bir kimlik açısından “iyi bir vatandaş” veya “toplumun üyesi” olarak “insanın yaptığını” yapan biri olarak eylerim. Niyetlerim ve eylemlerim, dürtülerimin ve duygularımın nasıl yapılandırıldığının bir sonucu olarak ortaya çıkar, ancak bu yapının kendisi yeniden düzenlediğim ya da onayladığım bir yapı değildir.
Yaderk öznellik kendi yaderkliğinin farkında olmadığı için kendisini ve dünyayı anladığı biçimiyle bu toplumsal pratiklere gömülü olan duygusal kuşatma ve bilişsel yapılara nasıl dahil olduğunu görmez. Dünyanın, kendisine nasıl belli anlam ve değer aralıklarına sahip olarak görüneceğini belirleyen koşulların ve ilişkilerin bütünlüğü, onun bilincine açık değildir. Sonuç olarak, onun kendi öznelliğinin maddi koşullarından kaçındığı söylenebilir. Buna karşın, özerk öznellik, dürtü ve duyguları özgül biçimlerde örgütlemeye katılan bu pratiklerle uğraşarak kendisini örgütler. Özerk bir özne, ancak kendi öznelliklerinin maddi koşullarına katılarak özerk olabilir ve bu, söz konusu koşulları, tanınmaksızın mümkün değildir.[45] Dolayısıyla, yaderklik ve özerkliğin, onları mümkün kılan koşulların ve ilişkilerin bütünlüğüne ilişkin kaçınma veya onaylama tutumları ile karakterize edildiği söylenebilir Yaderk ve özerk öznellik arasındaki ayrım, bireysel bilinç ile maddi koşullar (tarih ve uygulama dahil) arasındaki ilişki açısından anlaşılabilir.
Bununla birlikte, insanın kendini yaratmada ne kadar ileri gidebileceğinin sınırları olduğuna dikkat etmeliyiz. Kendimizi yaratırken kullandığımız ham maddeleri yaratmayız: beden, dürtü ve duygulanımlar, içinde toplumsallaştığımız kültürün söylemsel ve söylemsel olmayan pratikleri. Bunun tanınması, Leiter determinizmi ile kendini yaratma “paradoksu”na bir alternatif sağlar: kendini oluşturma, öznelliğin maddi koşullarının kabul edilmesine bağlıdır. Bu olumsallık iki açıdan çalışır. İlk olarak, öznelliğin maddi koşullarına ilişkin düşünceler, öznelliğin sabit olmadığını ortaya koyar. İkincisi, böyle bir düşünce, neyin nasıl etkileneceğini belirlemenin ilk adımıdır; Böylece öznelliğin maddi koşullarının tanınması, kendini oluşturmanın hem mümkün koşuludur ve hem de Leiter’in “paradoks”una göre onun yadsınmasıdır.[46] Kendini dönüştürmenin çeşitli formlarına katılarak, kimliğin, sabit olmadığını ama daha ziyade çekişme ve yeniden düzenleme için akışkan, koşullu ve kullanılabilir olduğunu tanımaya başlarız.
CARL B. SACHS
YORUM GÖNDER