İDEOLOJİLER ÖLDÜMÜ? (3.BÖLÜM)
2- Modernizmin İflası
Hegel, Napolyon’u ve onunla somutlaşan modern devlet Tin’in yeryüzünde yürüyüşe geçmiş hali olarak tanımlarken yanıldı mı? Acaba Napolyon’a gösterdiği bu hayranlık, bu sistematik düşünce dehasının basit bit politik yanılgısı mıdır? Aslında Hegel’in bu yorumu simgesel anlamları tartışılmadan kolayca reddedilebilecek kadar basit değildir kanımızca. Napolyon, ölümünden kısa bir süre önce “Benim gerçek başarım, kırk tane muharebe kazanmış olmak değildir. Waterloo muharebesi, bunca zaferin anısını silecektir. Hiçbir şeyin silemeyeceği şey, ebediyen yaşayacak olan benim Medeni Kanun’umdur” (Burda Medeni Kanunu ile kastedilenin Anayasa olduğunu vurgulayalım.)
Son iki yüzyıllık dünya sistemi gerçekten de 1789 Fransız Devrimi ile kurumlaşan siyasal-sosyal ekonomik yapının kendini açımlaması ve kurumsallaştırmasından öte bir şey değildir. Napolyon, bunun sadece mükemmel bir prototipidir. Modern devlet; yasal sistemleşme, ekonomik ve sosyal yapısı, partileşme, askeri kurumları, eğitim kurumları ve diğer kurumları ile neredeyse Napolyon’un Medeni Kanunu’nun tezahürü ve açılımı gibidir. Hegel modern sistemin tüm imkân ve potansiyellerine bilkuvve olarak Napolyon’da görürken haksız değildir. Daha sonra gerçekleşen reel sosyalist denemeler de bunun birer versiyonu olmanın ötesine geçemediler.
Peki bunu sonsuz bir başarı olarak tanımlayabilir miyiz? Hegel, bu devlet toplumunun mükemmeliyetine övgüler dizerken aslında onun kapanan ve baş aşağı gidecek olan tarihine de işarette bulunmaktadır. Bir son tartışması varsa bu “tarihin sonu” değil, “tarihte bir son”dur. Bu da tüm paradigmasıyla iflas eden sistemin kendi sonudur. Son iki yüzyıllık pratik, kapitalist sistemin tüm mezhepleriyle, sahte demokrasicilik, totaliter despotluk ve faşizmleriyle homojen toplum oluşturma projelerinin ve mühendisliklerinin iflas ettiklerini gösterir. Hegel’in köle-efendi diyalektiğinin sonuna gelinmiştir. Ama bu bir tür mutlak özgürlük inşasının tersine, özgürlüğün yitirilişine doğru bir serüvendir. Kapitalizmin ve reel sosyalizmin modern yurttaşı, köle ve efendiyi kutsayan ve aklileştiren birer kölelik sistemleridir. Herkes bir parça efendi ve herkes bir parça köledir. Hegelyen sentez budur.
Hegelyen Ruh Yaşıyor
Zira egemen sisteme muhalefet adına ortaya çıkan ulusal, dinsel veya sınıfsal hareketlerin iki yüzyıllık tecrübeleriyle 19 ve 20. yüzyıl sistemlerinin ürettikleri vahşet ve yozlaşma göz önüne getirildiğinde bu ideolojilerin yeniden ele alınmaları gerektiği açıktır. Şu açık ki 19 ve 20. yüzyıl ideolojileri gerçekten öldüler ve ölmeleri gerekiyordu (Burada insanlığın gerek dinlerde, gerekse de sosyalizm veya anarşizmde somutlaşan özgür, eşit ve adil bir dünya idealinden, özleminden bahsetmediğimizi net bir ifadeyle vurgulayalım). Yeni bir doğuş için bu gerekli bir şarttır.
Hâkim “ideoloji” tanımını, en başta toplum-üstü bir aydınlanmışlar zümresinin varlığını gerekli kılmaktaydı. Platon’un 250 yıl önceki filozoflar yönetiminin bu yeni duruma kıyasla masumiyeti tartışılamazdır. Marks’ın aydınlanmış, Lenin’in devrimci önder teorisi, bundan ilhamla Georg Lukacs’ın doğrunun herkes tarafından kavranamayacağı, daha tam bir ifadeyle “doğruyu kavramak herkesin ulaşabileceği, bütün insanlara özgü bir akıl yetisinin yönlendirdiği bir süreç olmadığı” idealarının tümü, doğruyu elit bir zümreye hasreden totalitarizmin dogmalarıdır. Aklı özgür kılmayı amentü olarak belleyen aydınlanmacılığın faşist ve “komünist” formlarının aslında tam da aklın reddi, inkârı ve kitlelerin doğru düşünceye ulaşmalarının önündeki engel oldukları açığa çıkmış bulunmaktadır. Totaliter rejimlerin tümünde ideolojik propaganda hakikati inkâr ve çarpıtma aracına dönüştürülmüştür. Burada dil bir araca ve makineye dönüşmüştür. Mutlak azınlık iktidarına dönüşmeyecek bir politik düzenleme tartışılmalı ve ortaya konulmalıdır. Totaliter bürokratik toplum sürekli “şimdiki zamanda” yaşar. Olup biten her şey sadece politikanın alanına indirgenmiştir.
İdeoloji, her bir sınıfın “çıkarları”nın sistemleşmiş hali olarak tanımlandığında basit bir politik aygıt halini almaktadır. Ki bu politik aygıtın yegâne amacı da bu “sınıf çıkarları”nı korumaktır. “Çıkar”ın bu derecede ideolojinin genlerine işlemesi, ideolojiyi toplumsallığın ve etiğin de karşı kutbuna yerleştirmektedir. Ve “gerçeklik” bu ideolojiye hapsedildiğinde, hakikat en büyük darbesini almaktadır. Burada gerçeklik nesnel dünyaya değil, sınıfların çıkarlarına bağlanmıştır. Öyleyse her sınıf ancak kendi öznel çıkarlarıyla ulaşabildiği gerçekliği yaşar ve böylece nesnel dünyayı kendi çarpıtmalarıyla ele alır. Dolayısıyla bu nesnel çarpıtmalar yığınına ideoloji der. Oysa toplumsal gerçekliğin bilgisi, tikellik karşıtı ve kısmi olmayan bilgi olmalıdır. Grup, zümre, ulus, din veya sınıflara değil bütüne ait olmalıdır. “Sınıf ideolojisi” olarak tanımlandığında bu durumda bunun tüm topluma taşırılması gerekmektedir. Zira bu bilgi ya da bu dizge gerçekten tam da toplum-dışıdır. Toplumsallıkla bir alakası olmadığında, bu bilgiyi topluma taşıyacak bir zümreye ihtiyaç vardır. Bu da 20. yüzyılın yükselen zümresi olan “entelijansiya”dır. Böylece entelijansiya, ideolog olmayı seçer ve halktan kopuk, sistemin resmi öğretisini halka taşıran, kariyer olarak da, ekonomik ve zihniyet olarak da tamamen sisteme bağlı bir zümre olur. “Nomenklatura” tanımlaması en çok da bu entelijansiya için geçerlidir. Temel görevi sistemi korumaktır. Bu bilimin, ahlakın ve evrensel değerlerin ayaklar altına alınması pahasına olsa da.
Burada sorun gerçekten de sadece politik değil, aynı zamanda ideolojiktir. Daha doğrusu ideolojinin aşırı derecede aydınlanmacı akıl ile örtülmüş olmasındandır. Aydınlanmacı akıl, insan toplumunun muazzam tarihsel mirasını büyük oranda “çocukluk hastalığı ve henüz rüşte ulaşmamış aklın hezeyanları” olarak yokluğa mahkûm etti. “Hiçbir açıklama getirmeksizin diğer tüm ruhsal gıdalardan çilekeş bir vazgeçiş öngören bu soğuk ve kapalı düşünce (hakikatin yegâne sahici kaynağının nesnel bilgi olduğu düşüncesi) bunaltıyı yatıştırmaktan öte, çok şiddetlendiren bir düşünceydi. Bir hamlede insan doğasının bir parçası haline gelmiş binlerce yıllık geleneklerin kesilip atılması sevdasındaydı.” İdeoloji gerçek manada kendisini sadece tinsellikten koparmamış aynı zamanda tinsellik karşıtı bir pozisyona yerleştirmiştir. İdeolojinin aşırı derecede rasyonel bilimci bir içeriğe saplanması aynı zamanda insan toplumunun gerçek tinselliğiyle olan bağını yitirmesine de yol açtı. Bu noktada Benjaminci anlamda bile olsa ideolojinin -ya da diğer deyimle materyalizmin- tinsellikle yeniden bir ilişki kurması ve kendini yapılandırması gerekmektedir. Tinsellikten kastımız nedir? Burada elbet soyut bir “teoloji”den bahsetmiyoruz. İnsanın sadece madde olmadığı, gerçekten de tam kavrayamadığımız bir manevi boyutunun olduğu, tarih içinde bu manevi arayışların çok çok farklı şekillerde tezahür ettiği, “metafizik bir varlık” olduğunu kabul etmek gerekir. Buna göre onun tarihsel zihniyet formlarını, yani dinlerin ve inançlarının aydınlanmacı aklın tanımladığı gibi tanımlamamakla işe başlanabilir. Doğru bir tinsellik, pozitivizmin ve çıkarcılığın hatalarını telafi edebilir. Walter Benjamin, klasik sosyalist ideolojinin tinsellikten koparak insan gerçekliğinden ne kadar uzaklaştığının açık bir şekilde görmüştü. “Benjamin için teoloji kendinde bir amaç değildir, ne ebedi hakikatler konusunda sözle ifade edilmeyecek bir tefekküre dalmayı, ne de etmolojik kökeninden de çıkartılabileceği gibi tanrısal duanın varlığı üzerine düşünmeyi hedefler. O, ezilenlerin mücadelesinin hizmetindedir. Daha kesin bir şekilde söylemek gerekirse, tilmizleri tarafından zavallı bir otomata indirgenmiş bulunan tarihsel maddeciliğin patlayıcı mesiyanik gücünü geri getirmeye yaramalıdır.” Tinsellik aynı zamanda var olan gerçeklik içinde yani olguda hapis kalan zihnin doğru bilgeliğe ulaşmak için eleştirisinin temel kaynağıdır. Her ne kadar geniş ve kapsayıcı olursa hiçbir lojik, insan zihnini ve toplumsal zihniyetin tümünü kapsama gücünde olamaz. Lojikler anca gerçekliğin birer temsili olabilirler ki hiçbir temsili gerçekliğin yerini alamaz. Fakat aynı zamanda tüm temsiller de paradoksal bir biçimde bu iddiada bulunur. Öyleyse yeni eleştiri kendi gerçekliğinin sınırlarına hapsetmeyen bir duruşu yakalamalıdır. Joel Kovel’in belirttiği gibi “Logos/lojikler, görünüşü ve temsili, gerçeklikle özdeş kıldıkları için, bilgelik; logos/lojik’in eleştirisi ile başlar” (…) “yeni tinsellik gerçek olanı olumsuzlayan ama aynı zamanda onu kendine de çeken bir diyalektiktir. Öyle ki sentez ne oradadır ne burada. O, şeylerin ötesindedir.” Totaliter rejimlerde “ideolojinin yüksek rahipleri” tüm toplumsal düzlemi kendi ideolojik argümanlarına uydurmaya çalışırlar. Özellikle tarihi yeniden düzenleme sevdası totalitarizmin en belirgin alamet-i farikası haline dönüşmüştür. “Bu yüzden rejimin programının ve fiili gücünü korumanın zorunlu bir sonucu olarak önceden var olan gruplaşma, örgütlenme ve kurumlara, daha doğrusu rejimin denetiminden sürekli bağımsız kalmalarıyla rejimin ütopyacı projesinin gerçekleşmesinin önünde engel olarak duran toplumsal yaşamın bütün ögelerine saldırılması olmalıdır.”
Bu durumda 19 ve 20. yüzyıl ideolojilerinin hak ettikleri en gerçek tanımlama Z. Baumann’ın yaptığı “bekçi köpekliği” tanımlamasıydı.
19 ve 20. yüzyılda Marksizm dahil tüm ideolojik yapıların kendilerini yanılmaz bilim olarak dayatmalarının altında yatan saik iyi anlaşılmalıdır. Baumann’ın dediği gibi “kendisi de kesin ve kati bir bilim olan ideoloji, bilim dünyasında bekçi köpekliği yerini işgal etmeye çağırılıyordu. Davası, insan bilgisinin diğer bütün dallarını gözlemek, denetlemek ve düzeltmekti. İnsanın bütün bilişsel çabalarını araştırmak, düzenlemek ve gerekirse hizaya getirmekti (…) İdeolojilerin bilimler arasındaki bu merkezi yeri, pratikte ideologlarında aydınlanmış bir toplum yapıcıları ve birleşik vekil harçları arasında merkezi yerlerini almaları demekti.” Destutt de Tracy’de Comte’a, oradan Marks’a kadar temel amaç toplumsal gerçekliğe yön verdiği düşünülen hakikatin tekelini ele geçirmekti. İdeoloji, burada bir araç hatta temel araç olarak ele alınmıştı. Aralarında kimi fikir ayrılıkları olsa da “geriye dönüp bakıldığında bütün bunlar aydınlanma kampı içindeki aile kavgası gibi görünmektedir.”
Bu şartlarda ideoloji gerçekten ölmelidir! Ancak bu zorunluluk, büyük anlatılar çağının sonuna gelindiğini, iktidarlaşmaya, tahakküm kurmaya dayalı ideolojilerin ya da inançların sonuna gelindiğini gösterir. Egemen kapitalist sistem de kendi açısından ideolojiyi ve inancı öldürmeye çalışır. Zira sistemin kendi doğal durumunu sürdürmesi ancak ezilenlerin, mustazafların özgürlük taleplerinin ve ideallerinin öldürülmesiyle mümkün olabilecektir. Lipset ve Bell’in geleneksel ideolojilerin sonuna gelindiği iddiaları da her ne kadar bunu kastetmeseler de bu tarzda anlaşılmalıdır. “Kapitalist modernitenin tüm mezhepleri”, ideolojileri, toplumsal özgürlük ideallerine cevap verme gücünde değildir. İnsanı gerçek tinsel bir amaçsallıktan koparma, amaçsız, idealsiz insan yetiştirme, rıza imalatının hedefidir. Sisteme rıza; reddin inkârı ve kabulün zorunlu hale gelmesiyle kurulur.
MUHAMMED İNAL
YORUM GÖNDER