DEMOKRATİK KADROYU ÖRGÜTLEMEK (1.BÖLÜM)
“Kendini düşmanın taktik ve stratejisine göre konumnlandırmayan ve yenginin yolları üzerinde günlük olarak yoğunlaşmayanlar kaybetmekten kurtulamazlar.”
Abdullah Öcalan
Özgürlük ve demokrasi mücadelesinde doğru teori ve program, toplumlar ve halklar yasasına sağlıklı bir başlangıç demektir. Fakat esas olarak toplumlar lehine gelişme yaratan ve başarı kazandıran şey, toplumsal teori ve programı uygulama gücüne dönüştüren kadronun varlığıdır. Yaşam ve mücadele alanında gerilikleri red ederek ölçüleri yükselten, özgür ve demokratik yaşamı kazanma azmi ve kararlılığı gösterecek an’ın diyalektiği doğrultusunda sürekli hareket ve oluş halinde kadro, toplumsallığımızı üretkenliğe ve inşaya yönelten en dinamik kolektif güçtür. Nasıl ki “Ne Yapmalıyız?” sorusunun yanıtı bizi her zaman yaşadığımız toplumsal hayatın içinde “ne olduğumuz” a götürüyorsa, ne olduğumuz da bizi karşı karşıya bulunduğumuz görev ve sorumluluklara götürür.
Kadroluk, bu anlamda ne olduğunu bilme ve buna göre ideolojik-politik ve örgütsel akışkanlık kazanarak “Ne yapmalıyız?” sorusuna sürekli yanıtlar ve çözümler üretmektir. Madde-enerji ilişkisindeki dinamizm de odur. Denilebilir ki örgütlü toplumun akışkan enerjik hali kadroluktur. Bu nedenle örgütlü toplumun sürekliliği, militanın mevcut potansiyelini toplum lehine değerlendirmesi ve toplumsal bilincin şekillendiği demokratik devrimci çizgi doğrultusunda gerçekleşmesiyle ancak mümkündür. Mümkün olanın kendini var etme hali ise, mücadelede süreklilik ve katılımda sınırsızlık çizgisinde seyreden arayışlar ve bu arayış sahibi kadro eylemleriyle devinmiş ve varlık alanını bu sayede geliştirmiştir. Dolayısıyla kadrosuz bir mücadele ve mücadelesiz bir kadro, toplumsal hayatın doğasına ve akışına aykırıdır demek yanlış olmayacaktır.
Toplumsal mücadeleler tarihinin tüm süreçlerinde kadro gerçekleşme, böyle bir katalizör işlevi görmüş, kurucu bir rol üstlenmiştir. Her mücadele gerçeği de bu rolün farkında olarak kendi öğretisinin inançlı ve bilinçli kadrosunu yaratabildiği düzeyde varlık bulmuş ve devamlılık kazanmıştır. Tarihsel toplumsal varoluşa özgü çelişkiler, doğma devrimci ve dönüştürücü bir bilincin, yani kadronun faal pratiği sonucunda çözüm bulmuştur. Varlığı bilinçten bağımsız ele alamayacağımıza göre, bilinci de kadrodan ve onun özgünleştirici eyleminden kopuk ele alamayacağımız açıktır. Hatta hakikat haline gelmenin kendisini de bununla ilişkilendirebiliriz.
Marks, “İnsan hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır”1 derken, varlığın devrimci içeriği görünür olan özgürleştirici eylemiyle kendini gerçekleştirmesinin gereğine işaret eder. Özü toplumsallık olan insani varlık, düşünce ve pratiğin en yoğun kaynaşmasında gerçekleşen kadroluktur. Hakikat haline gelen kadroluk, özünde kendini arayan, kendini sorgulayan ve eylemiyle kendini tanımlayan toplumun dile gelen bilinci ve düşüncesidir. Kadroluk, aynı zamanda kendi farkına varan toplumun kendilik bilinci doğrultusunda irade uygulaması, şimdiye etki etme ve yönetme, tarih yapma arzusudur.Tarih yapma arzusu, insanın özgür olabilmek için bizzat kendini amaç kılması, kendi ürettiği yasaya göre kendini gerçekleştirmesi değil midir? Eğer böyle ise, o halde kadroluk kendini amaç kılan ve bu sayede “kendini bilme” bilincine ulaşmak, özgürleşme yeteneğini gösteren insandır. İlginç bir şekilde Kant’a ve Kant’ın ahlaki özgürlük anlayışına yaklaşıyoruz. Kant, “insan ilk başta, hazca ve doğal mutluluğa yönelmiş, doğanın güttüğü bir iştah varlığıdır; o bu haliyle özgür değildir. O ancak bu güdüsel yanını denetlmeye başladığı anda özgürleşme sürecine girmiş demektir. Ama esas özgürlüğü ancak tüm insanlar yani tüm türdeşleri ve soydaşları için geçerli olacak ortak ödev ve değerleri gerçekleştirdiğinde varır” der.
Esas özgürlük, toplumsallığın ortak ödev ve değerlerinde buluşmak ve bu ödev ve değerleri inşaya yöneltmek ise, bunun adı ahlaki ilkelerle donanmış sosyalist bir kadroluk ve yeni bir sosyalizm olabilir. Kant’ın açtığı bu kapıdan giren H. Cohen, olayı daha da belirgin bir hale getirir. Ona göre “Tarihte insanın özgürlüğüne yer açabilmiş yeni bir sosyalizm kavramına ihtiyaç vardır. Sosyalizm, ancak bir akıl etiğiyle erişilebilecek olan bir düzene, yani insanların özgür iradeleriyle gerçekleştirebilecek olan özgürlükçü-eşitlikçi bir düzene ulaşma çabalarının adı olabilir.” Cohen’e göre sosyalizm, determinist tarih yaralarının bizi ulaştıracağı garip bir doğal durum değil, akıl sahibi insanın kendi özgür iradesinden hareketle kendisine koyduğu ve toplumcada benimsenen ilkelere dayalı bir ahlaksal durumdur. Bu yüzden tarihin özü üretim güçlerinde ve üretim ilişkilerindeki gelişmede değil, özgür insan aklının ürünleri olan ahlaksal ilkelerde yakalanabilir.
Cohen’in “Akıl etiğiyle” şekillenen “akıl sahibi insan”ı yeni sosyalizmin özgür iradesiyle gerçekleşen kadrodur. Benzer bir tutuma İhvan-ı Safa risalesinde rastlarız. Burada da aklın rehberliğinde kalbi arındırma ve toplumsal varlık olarak insanı önceleme gayreti öndedir. Buna göre, “din ile felsefenin, bilim ile ahlakın iç bağlarla bütünleşmesi, insanlığın gelişme imkanını yaratır. İhvan-ı Safa bu inançla Sokrates’ten beri var olan geleneğe benzer şekilde arınma yoluyla olgunlaşmaya yönelerek ihsan-ı külli’nın peşine düşer. Yetkin insana ulaşmak için olgunlaşmak ve ahlaken güzelleşmek gerekir. Bu arzu onları insanın ne olduğuna değil, ne olabileceğine yani yaratıcı potansiyeline dair bir anlayışa götürür.” Tasavvuf alanına girdiğimizde de bu sefer olgunlaşmanın ve yetkinleşmenin zirvesi olarak İnsan-ı Kamil ile karşılaşırız. Karşılaşmalarımız bizi hep aynı sonuca götürür. Tarihin içinde tarih yapmakta olan insan, farklı zamanlarda farklı isimlerle bulunsa da, eylemin yarattığı anlam ilişkisi içerisinde içerik olarak daima kadrodur.
Kadroluğu örgütlemek bu nedenle örgütlü varoluşumuzun en belirgin özelliği olarak öne çıkar. Hatta Öcalan’ın nazarında militanlığı örgütlemek, tüm boyutlarıyla hayatı örgütlemektir. Çünkü hayat, etkin bir enerji ve akılcı bir tutku olarak kadroluğun yöneliminde anlam ve değer bulur. Hareket halindeki yaşamın açığa çıkardığı çaba, varlığın oluşum anında gösterdiği irade, zamana ve mekana anlamını veren ruh ve bilinç, bunların hepsi kadroluğun kurucu eylemiyle bağ içerisinde gelişirler. Bu anlamda kadroluğun örgütlendirilmesi, bilincin bir içerik ve açılım içerisinde kendini yeniden üreterek kolektif bir varlığa dönüşmesi, toplumsal hakikat olarak kendine dönmesi ve kendini inşa etmesidir.
Toplumsal özün varlık olarak paramparça edildiği, anlam ve hakikat olarak muğlaklaştırılıp saptırıldığı, uyum ve denge adına hiçbir şeyin bırakılmadığı koşullarda dahi örgütlenmiş bilinçli bir kadrolukla her şeyi yeniden yaratmak mümkündür. Bu nedenle Öcalan, varlığıyla bütünleştirdiği ideolojik-politik ve örgütsel çalışmalarında tüm ağırlığı öncelikle sosyalist kadroyu oluşturmaya ve kadroluğu örgütleyecek yeni sosyalist toplumu inşa etmeye vermiştir. Kapitalist moderniteye bağımlılığın reel sosyalizmde ve sosyalist kişilikte yol açtığı tıkanmayı zamanında isabetle tespit etmesi, onu bu bağımlılık ilişkisinden koparmanın yöntemi olarak kişilik çözümlemelerini geliştirmeye ve çözümlemelerle arınmış öz dönüşümünü sağlamış kadroyu açığa çıkarmaya yöneltmiştir.Bütün küresel ve bölgesel tasfiye operasyonları karşısında özgürlük hareketi’nin ayakta kalmayı başarmasının yanı sıra, her operasyona hamlesel düzeyde bir yanıt geliştirerek daha da büyüme gücünü göstermesi, tamamen Öcalan’ın geliştirmiş olduğu bu çözümleme diyalektiğine borçludur. Çözümleme diyalektiğinin bir yöntem olarak süreklilik kazanması kadroda yeniden oluşma yeteneğinin süreklilik kazanmasına, kadronun yanlışlarından arınarak yeniden oluşabilme kabiliyetini elde etmesi de özgürlük Özgürlük Hareketi’nin öncülük misyonuyla kendini geleceğe taşımasına olanak sağlamıştır. Her ne kadar bu durum Öcalan ve Özgürlük Hareketi özgülünde açığa çıkmış ve gelişme göstermiş gibi görünse de sonuçları itibariyle sosyalizmde ve sosyalist kadroda yaşanan tıkanmayı aşma gücünü göstermiş olması özelliğiyle evrensel bir karakter kazanmıştır.
Anlaşılacağı üzere demokratik modernite kadrosonu örgütlemek yeni bir dünyayı, yeni bir toplumsallığı, yeni bir ilişkiler sistematiğini, Öcalan’ın “Özgürlük Sosyolojisi”nde dile getirdiği birinci ve ikinci doğanın yeniden üst bir aşamada uyumunu ifade eden “üçüncü doğa”yı yani köklü pratik demokratik devrim inşasını örgütlemek anlamına gelmektedir. Köklü pratik demokratik devrim olarak üçüncü doğanın inşası kapitalist modernitenin aşılması ve demokratik uygarlık inşalarının asgari düzeyde pratikleştirilmesini koşulladığına göre, kadro açısından işe “Nereden Başlamalı?” sorusu da oldukça somut bir şekilde yanıt bulmuş oluyor. Öcalan’ın belirttiği gibi, “‘Nasıl yaşamalı, Ne yapmalı ve Nereden başlamalı?’ sorusuna verilecek ilk ortak cevap sistemin içinden ve sisteme karşıtlık temelinde başlamalıdır. Fakat sistemin içinden sisteme karşıtlık, eski bilgeler düzeyinde her an ölüm pahasına hakikat savaşçılığını gerektirir. Nasıl yaşamalı ve nereden başlamalı? Sorularına iç içe cevap verip, modernitenin bir zırh gibi giydirdiği deli gömleğini çıkarır misali bu yaşamdan nefret ederek vazgeçecektir. gerektiğinde her an kusarak midesi, beynini ve bedenini içindeki bu yaşamdan arındıracaksın. Sana kendini dünya güzeli gibi sunsa bile kendisine içindekini kusarak yanıt vereceksin. Diğer iki soruyla iç içe olacak şekilde, ne yapmalı sorusuna sisteme karşı hep eylemlilik biçiminde bir yanıtla karşılık vereceksin. ‘Ne Yapmalı?’nın cevabı bilinçli ve örgütlü pratiktir.”
YORUM GÖNDER