GLADİO MERKEZİ NATO VE TÜRKİYE UZANTILARI (3.BÖLÜM)
Gladio Savaşlarının Dördüncü Dönemi
1993-1998 yıllarını kapsar. Özal’ın öncülük ettiği Kürt Sorununa barışçıl ve siyasal çözüm yaklaşımının karşıtları, bu yeni dönemi başlatırken bazı önemli avantajlara sahipti. Dıştan zaten ABD ve İsrail’in büyük desteği temelinde harekete geçirilmişlerdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, 1990 başlarında Londra’dan döndüğünde, “Bize yeşil ışık yakıldı” derken, aslında bu desteği kastetmekteydi. 1993-1996 yılları arasında Türkiye-İsrail ilişkileri, en yoğun dönemini yaşadı. ABD ve İngiltere, geleneksel olarak NATO Gladio’su ile Türkiye’yi kontrol ediyorlardı. Esas dayanakları, Gladio’nun varlığıydı. İçte S. Demirel, T. Çiller ve E. İnönü bloğuyla anlaşarak tasfiye planlarının tüm hazırlıklarını tamamladılar. ANAP içinde de T. Özal’ı tecrit ederek iyice yalnızlaştırdılar. Türkiye’de Menderes, Özal ve Ecevit, aynı yöntemle, Gladio çalışmalarıyla tasfiye edilmişlerdi. Gladio, hizaya getirmek istediği kilit öneme haiz her kurum ve kişiyi, bu yöntemle yalnızlaştırıp tasfiye etmede büyük deneyim kazanmıştır. Türkiye yönetiminin son elli-altmış yılında, Gladio’nun etkisi göz önünde bulundurulmadan ciddi hiçbir siyasi, askeri ve ekonomik olay ve süreç doğru dürüst çözümlenemez. Temeli 1914’te atılan hatta daha öncesinde 1909’da Abdülhamit’in düşürülüşünden itibaren başlatılan bu darbe ve komploların en son halkası, Gladio’dur. Beyaz Türk Faşizmini, esas olarak bu komplolar zincirinde yer alan Gladio türü örgütler yürütmektedir. Belirleyici güç, bunlardır. Yüzeyde yansıtılanlar, özellikle sivil politikacılar, maske rolünü oynamaktadır. Aralarındaki sahte tartışmalar da dipteki gerçek iktidar oyunları ve oyuncularını maskelemek ve meşrulaştırmak içindir.
1993 başlarında tarihî bir çözüme gidilebilirdi. Özal ile demokratik çözüm denemesinin Özal’ın gladio tarzı öldürülmesiyle akamete uğratılması, Güreş’in İngiltere’den yeşil ışık aldık demesi, kapitalist hegemonyanın (O dönem İngiltere’ydi) 1920’deki Kahire Konferansı’nda Kürt Sorununa ilişkin olarak aldığı kararın güncellenmesini ifade eder. Bilindiği üzere bu karar, Ortadoğu’nun hegemonya altında tutulması için Kürt meselesinin çözümsüz bırakılmasını ve bu haliyle sorunun hep canlı tutulmasına ilişkindir. Turgut Özal, çözüm için uzlaşmayı daha uygun bulmuş, Kürdistan’ı kaybetmektense federal bağlarla ortak bir devlet çatısı altında bir arada tutmanın çok önemli ve halkların birlikte yaşamasının kalıcı ve kardeşçe yolu olduğuna ikna olmuştu. İç ve dış Gladio, bu yaklaşımı, kendilerinin tasfiyesi olarak gördükleri için, bundan kurtulma ve çıkış yolunu, T. Özal’ı tasfiye etmekte buldular. Daha da önemlisi, T. Özal, Musul-Kerkük’ün Misak-ı Milli gereği federal bağlarla yeniden Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlanmasını öngörüyordu. Celal Talabani ile bu temelde yoğun bir ilişki içindeydi. Öcalan ile diyalogu da bu amaçla önermişti. Gerçekten tarihsel bir adım öngörülmekteydi. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in de T. Özal ile birlikte aynı plan etrafında çaba yürüttüğü bilinmektedir. Irak’a yönelik ayrı planları olan ABD ve İsrail, T. Özal ve Eşref Bitlis’in yaklaşımlarını, kendileri açısından son derece tehlikeli gördükleri için, Demirel ve Çiller’i (E. İnönü’yle birlikte) iktidara taşımaya yol açan darbeyi hayata geçirdiler. 1993 yılı, olağanüstü bir yıldır. Yılın ilk aylarından itibaren Uğur Mumcu cinayetiyle başlayan büyük suikastlar (Adnan Kahveci, Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in katledilmeleri, Sivas-Madımak Oteli katliamı, Bahtiyar Aydın cinayeti, sivil araçlarla nakledilen otuz üç askerin öldürülmesi, çok sayıda asker ve sivil yetkilinin katledilmesi) darbe çerçevesinde düşünülmelidir. Devlet içinde çok güçlü bir kanat, bu dönemde Kürt Sorununda barışçı çözüme hazırlanmıştı. 25 Mayıs’taki Milli Güvenlik Kurulu Toplantısında, siyasi affın görüşülmesi gündemdeydi. Bu, en az 12 Eylül askeri darbesi kadar etkili ve ağır sonuçlara yol açan bir darbeydi. Zaten yasa ve anayasa üstü yetkilerle donatılan Gladio örgütünden ötürü, bir askeri darbe yapmaya ihtiyaç duyulmuyordu. Bu seferki darbenin hedefi, barışçıl çözüm yanlısı devlet güçlerinin tasfiyesiydi. Dolayısıyla sürece yayılmış darbeyle tasfiye olanlar da yine bu devlet güçleriydi. Hâlâ karanlıkta kalan bu darbenin, mutlaka aydınlatılması gerekir.
1993 yılında, devlet içindeki barış ve siyasi çözüm yanlıları tasfiye edilirken, Kürt halkı ve özgürlük hareketi üzerinde de tarihin en büyük tasfiye hareketlerinden biri yürütüldü. Dört bine yakın köy yakılıp yıkıldı; milyonlarca köylü zorla, hiçbir kanuni gerekçe gösterilmeden göçertildi. Malları, eşyaları, evleri ve tarlaları talan edildi; koruculara peşkeş çekildi. Binlerce köylü, korucular, Hizbullah ve JİTEM (zaten iç içe geçmişlerdi) tarafından katledildi. Kadınlara tecavüz edildi. Çocuklar, Yatılı Bölge Okulları denilen toplu imha mekânlarında (asimilasyoncu yöntemle aşağılama ve yoğunca yaşanan tecavüzlerle) kimliksizleştirildi. Kalan köy ve kentlere gıda malzemeleri karneye bağlandı ve denetimle dağıtıldı. Kaçakçılık yönetimini ellerine geçirerek, sadece T. Çiller döneminde elde ettikleri belgelerle açıklanan yirmi milyar dolarlık ganimeti, aralarında paylaştılar. Dürüst Kürt işadamlarını ve esnafını fişleyip bazılarını öldürürken, hizaya getiremediklerini iflas ettirdiler. Geriye kalanları, kontrgerillanın uzantısı haline getirdiler. Köy Korucularının sayısını, yüz bine çıkardılar. Kendileriyle işbirliği içinde olmayan herkesi, düşman ilan ettiler. Özgürlük hareketine karşı, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı operasyonlarını düzenlediler. Bunda KDP, Korucular ve İtirafçıları sonuna kadar ve hem de en önde kullandılar. Yunanlılarla savaşta kullanılan güçlerin çok üstünde bir güçle, uzun süreye yayılmış savaş operasyonları yürütüldü. Hiçbir savaş kuralına bağlı kalınmadı. Gerilla cesetleri bile paramparça edildi. Savaşı, iç güvenlik güçlerinden ziyade Gladio-JİTEM-Hizbullah güçleri yürütüyordu. Kanun ve anayasa üstü yetkilerle donatılan bu güçler, güya ölüm kalım savaşı yürütüyorlardı. ‘Kürt tehlikesi’, Yunan ve Ermeni tehlikesinden katbekat büyüktü onlar için. Gerçekten bu konuda paranoyaya tutulmuşlardı. Mutlak bir tasfiye peşindeydiler. Çok sayıda özel komplo yürüttüler. Sırf Kürt Sorununun çözümüne ilişkin rapor hazırlattığı için Sakıp Sabancı, suikast hedefi seçildi. Bizzat Alpaslan Türkeş, “çizmeyi aşıyorsun” diyerek Sabancı’yı tehdit etti. Andıçlanmayan gazeteci bırakılmadı. Bana karşı sonuncusu 6 Mayıs 1996’da uygulanan komploda (Abdullah Çatlı, Sedat Bucak ve Viranşehir Belediye Başkanı Keleşabdioğlu’nun birlikte rol oynadıkları komplo), bin kiloluk bombanın patlatılması, yine bu dönemin göstergelerindendir. Ordudaki bölünme daha da derinleşti.
İsmail Hakkı Karadayı’yla (1994-1998 dönemi Genelkurmay Başkanı) başlayan Gladio’yla araya mesafe koyma çabaları da bu dönemin çılgın savaş tarzının bir sonucuydu. Kendisini bile etkisiz kılmışlardı. Gladio şefleri, Özal ve ekibinin tasfiyesinden sonra tümüyle iktidarın gerçek sahipleri olmuşlardı. Yüzeydekilerin siyasal figüran olmaktan öteye rolleri söz konusu değildi. 1998’de Genelkurmay Başkanlığı görevini devralan Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun, Kıbrıs’ta kendisine karşı düzenlenen silahlı saldırıda kıl payı kurtulması ve hemen arkasındaki albayın ise ölmesi, kendileri için uygun görmediklerini tasfiye etme konusunda ne kadar gözü kara hareket ettiklerini ortaya koyan diğer çok önemli bir olaydır.
T. Özal’ın girişimleriyle başlayan diyalog çabaları, 1997’de dönemin Başbakanı N. Erbakan ve ordudan bir kanalla devam etti. Barış ve siyasi çözüme yine çok yaklaşıldı. Sanırım yine aynı Gladio’nun el atması ve arkasında bulunan iç ve dış güçlerin harekete geçmesiyle, bu diyaloglardan beklenen barış ve siyasi çözüm şansı değerlendirilemedi, buna fırsat tanınmadı. Hem Başbakanlık hem de Genelkurmay Başkanlığı düzeyinde niyet edilen barış ve siyasi çözüme fırsat tanınmaması, Türkiye’deki rejim üzerinde NATO, Gladio ve iç uzantılarının ne denli etkili olduğunu, gayet iyi ve açıkça ortaya koymaktadır. Cumhuriyet üzerine kâbus gibi çökmüş bir sistem söz konusudur.
1998 Eylül’ünde barış ve siyasi çözümün ciddi olarak bir kez daha devreye girmesine verilen yanıt, 9 Ekim uluslararası komplo ile Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması oldu. Suriye’den çıkış, NATO-Gladio operasyonuyla bağlantılıdır. Türk ordusundaki ayrışmayı ve Gladio’yu dikkate almadan, bu operasyonu doğru yorumlayamayız. Genelkurmay Başkanları İ. Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu, başkanlık dönemlerinde sanıldığı kadar her şeye hâkim değildiler. İkisi de Kürt Sorununda Eşref Bitlis’in yaklaşımına daha yakın durmaktaydılar. Savaşın, Kürtlerin toptan tasfiyesine yöneltilmesini, hem doğru hem de mümkün görmüyorlardı. Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in başlatmak istedikleri barış ve siyasi çözümü, hem yurtseverliğin gereği sayıyor hem de klasik savaş anlayışına daha uygun buluyorlardı. Sakıp Sabancı da bu çizgiyi TÜSİAD içinde savunan kesimi temsil ediyordu. MİT içinde Kontrgerilla Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Emniyet Teşkilatından Hanefi Avcı’nın yaklaşımı da aynı çizgi paralelindeydi. Bu ekip, Susurluk Olayını da değerlendirerek savaş lobisine karşı bir hamle yapmıştı. Karşı ekibi veya Gladiocu kanadı, esas olarak Doğan Güreş ve Çevik Bir temsil ediyordu. Sakıp Sabancı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yönelik suikast girişimlerini, bu ekip yönlendirmişti. Ayrıca daha önceleri başta Turgut Özal ve Eşref Bitlis olmak üzere devlet içinde bazı kişileri tasfiye etmeyi amaçlayan çok sayıda suikastı da aynı ekibin selefleri, daha önceki uzantıları gerçekleştirmişlerdi. 1990’da Genelkurmay Başkanlığı sırası, ordu teamüllerine göre Muhittin Fisunoğlu’na gelmişti. Doğan Güreş, kural dışı biçimde Genelkurmay Başkanlığı görevine getirildi. Ordu içinde bu nitelikteki çelişki, 20. Yüzyılın başına hatta daha öncelerine kadar uzanır. Sultan Abdülhamit’in (hatta Sultan Abdülaziz’in) düşürülüşünden Mustafa Kemal’e suikasta, 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’e karşı düzenlenen komployla başlayan ve 18 Kasım 1937’de Seyit Rıza’nın komployla idam edilmesine kadar giden Kürtlere yönelik soykırım uygulamalarına, Serbest Fırka’nın kapatılmasından (1930) İnönü’nün başbakanlıktan düşürülüşüne (1937), 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden 28 Şubat 1997’deki postmodern darbeye ve en son 2000 sonrası darbe hazırlıklarına kadar geçen yaklaşık yüz yıllık süredeki tüm benzer olaylarda aynı çizgi çatışması vardır. Önce Almanya, sonra sırasıyla İngiltere ve ABD, hegemonik güçler olarak bu çatışmaları dışarıdan destekleyip kontrol ediyorlardı. Tüm bu komplo ve suikast olayları, özünde Ortadoğu halklarına özellikle Anadolu ve Mezopotamya halklarına karşı yürütülen hegemonya savaşlarının birer yansımasıydı. Kapitalist güçlerin hegemonik savaşı, Beyaz Türk Faşizmi kılığına bürünerek sürdürülüyordu. M. Kemal’den beri ordu içinde bundan rahatsız olan bir kesim de her zaman vardı. Bunlar, yurtsever ve Anadolucuydu. 27 Mayıs 1960 darbesinden 2000’ler sonrası darbe hazırlıklarına kadar bu yurtsever ve barış yanlısı diyebileceğimiz kesimin durumu, darbeciler ve komplocularınkinden farklıydı. Darbeciler ve komplocuların arkasında esas olarak NATO-Gladio’su durmaktaydı. Ayrıca sivil toplum içinde de her iki tarafın güçlü uzantıları, odakları mevcuttu. Bunlar, aralarında daimi bir ilişki ve çelişkiyi yaşarlar. Dönemlere göre birbirlerine üstünlük kurarlar. Sınıfsal olarak da millici ve işbirlikçi burjuvaları temsil etmek durumundadırlar. İşte Öcalan’ın Suriye’den çıkış öncesinde bu iki kesim arasında yine rekabet baş göstermişti. Öcalan’la diyalogdan yana olanlarla karşı olanlar arasındaki rekabet, İsrail ve ABD’nin de desteğiyle NATO-Gladiocu kanadın yani savaş ve imha yanlısı kesimin lehine sonuçlanmıştı.
28 Şubat 1997 darbesinin ikilemini doğru kavramadıkça olup biteni tam anlayamayız. Darbecilerin bir kanadı, gerçekçi bir barış önerisi ile Özgürlük Hareketine yaklaşmıştı. Tıpkı Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın yaklaşımında olduğu gibi ciddi olduklarını belirtmek gerekir. Darbe içinde darbeye de bu barışçı ve siyasi çözüm yanlısı tutum yol açmıştı. Şimdi gayet açıkça ortaya çıkmıştır ki, o dönemde yani Öcalan’ın yakalanmasına kadar İsrail ve ABD, kesinlikle barış ve siyasi çözümden yana değildi. Düşük yoğunluklu da olsa, savaşın devamını ve Kürt Sorununun çözümsüz kalmasını ısrarla istemekteydiler. Ortadoğu’nun kontrolü, özellikle Irak’ın düşürülmesi için buna şiddetle ihtiyaçları vardı. Ancak bu yolla Türkiye’yi pasifize edip kendi planlarını uygulayabilirlerdi. Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit, bu planlara dikkat etmedikleri, daha Anadolucu, millici ve Kürt Sorununda barışçı ve siyasi çözümcü yaklaşım gösterdikleri için düşürülmüşlerdi. Düşürülmelerinin ölümle sonuçlanıp sonuçlanmaması savaş yanlıları için o kadar önemli değildi. Zaten savaşın içindeydiler. Savaşla sonuna kadar devam ederek, önlerine çıkan her engeli devirip amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Buna Kürt gerçekliğinin askeri yoldan tamamen tasfiyesi, bir nevi soykırım da dahildi. Hegemonik güçler, klasik İttihat ve Terakkici çizginin devamı olan bu anlayışın arkasında durmadıkça asla başarı şansları olamazdı. Onlar da bunu bildikleri için ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğine mutlak gereksinim duyuyorlardı. 1998’de Öcalan’ın Suriye’den çıkışı da bu destekle sağlanmıştı.
Suriyeliler, 9 Ekim’de Öcalan’ın içinde bulunduğu uçak Atina’ya indiğinde rahatlamışlardı. Atina’ya inişte Öcalan’ın karşına Kalenderidis çıktı. Kalenderidis, uzun süre Türkiye’de de kalmış olan NATO’da görevli bir subaydı. Aynı görevi İsveç’te de sürdürmüştü. Yunan Gladio’sundan olma ihtimali vardı. Afrika’ya doğru yola çıkışta Öcalan’ın bindiği uçak, Gladio’nun gizli operasyonlarda kullandığı bir araçtı. Yalnız ondan önce bir de Minsk seferi vardı. Nairobi’ye gitmeden önce Minsk üzerinden Hollanda’ya geçiş yapılacaktı. Yine özel uçakla Minsk’in dondurucu soğuğu altında iki saatten fazla bekletildi. Beklenen uçak gelmedi. Beyaz Rusya havaalanı polisleri, uçağı dakikalarca kontrol ediyorlar. Bir ihtimal ve belki de son fırsat olarak Öcalan’ı Minsk Havaalanına bırakacaklardı. Gerisi, Beyaz Rusya yönetiminin insafına kalmıştı. İlginç olan odur ki, o sırada Türk Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin de Minsk’e bir ziyarette bulunmuştu. Beklenen uçak gelmeyince, güya son fırsat da kaçmış oldu. Geriye dönüş, bir nevi ‘beyaz ölümdü’. Gladio uçağı, Akdeniz üzerinden süzülürken, sonraki yorumumla bu gidişi Yahudi soykırımında kurbanların tren seferleriyle taşınmasına benzetilir, Öcalan tarafından. Öcalan şahsında bir halka uygulanan soykırım rejiminin en kritik dönemine girilmişti. NATO’nun gizli ve gerçek yüzünü bu seferler sırasında görür, Öcalan. Minsk’ten dönerken, uçağın herhangi bir Avrupa havaalanına inmemesi için yirmi dört saatlik alarm verilmişti. Anlaşılıyor ki, o dönemde tek isyankâr devlet olan Beyaz Rusya’nın Minsk Havaalanı dışında inişi kabul edecek tek bir havaalanı bırakılmamıştı. Nairobi’deki cehennemde Öcalan’ın önüne üç yol konulmuştu: Birincisi, uzun süre emre itaatsizlikten çatışma süsü verilmiş bir ölüm; ikincisi, CIA’nin bir dediğini iki etmeden emrine girmesi ve teslim olması; üçüncüsü, çoktan hazırlanmış Türk özel savaş timlerine teslim edilmesidir.
9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadarki dört aylık süreç, müthiş geçmişti. Dünya hegemonu ABD dışında hiçbir güç, bu süreçte bu dört aylık operasyonu düzenleyemezdi. Türk özel savaş güçlerinin (bu güçlerin başkanı General Engin Alan’mış) bu süreçteki rolü, sadece Öcalan’ı uçakla İmralı’ya, o da kontrollü olarak taşımaktı. Süreç, kesinlikle NATO tarihinin en önemli operasyonunun gerçekleştirildiği bir süreçti. Bu, o kadar açıktı ki, gidilen yerlerde hiç kimse aykırı bir tavır sergileyemiyordu. Sergileyenler, anında etkisizleştiriliyordu. Büyük Rusya bile çok açık bir biçimde etkisizleştirilmişti. Yunanlıların tavrı, zaten her şeyi açıklamaya yetiyordu. Öcalan’ın Roma’da kaldığı evin içinde ve dışında alınan güvenlik tedbirleri, durumu oldukça açıklayıcıydı. Tutsaklığa özgü olağanüstü tedbirler almışlardı. Dışarıya adım bile attırmadılar. Özel güvenlik timleri, odamın kapısına kadar her yeri yirmi dört saat kontrol altında tutuyorlardı. D’Alema Hükümeti, sol demokrat bir hükümetti. D’Alema tecrübesizdi, kendisi yalnız başına karar alamadı. Tüm Avrupa’yı dolaştı. İngiltere, ona, kendi öz kararını alması gerektiğini belirtti; kendisine pek dayanışma göstermedi. Brüksel’in tavrı, net değildi. Sonuçta yargıya havale edildi, Öcalan. Bu tavırda Gladio’nun etkisini görmemek mümkün değildi. Zaten İtalya, Gladio’nun en güçlü olduğu ülkelerden biriydi. Berlusconi, tüm gücünü harekete geçirmişti. Kendisi, Gladio’nun adamıydı. Öcalan, İtalya’nın kendisini kaldıramayacağını bildiği için ayrılmak zorunda kaldı. Tabii Türkiye, bunun karşılığında ABD ve İsrail’in en güvenilir ama en uydu ülkesi haline getirilmişti. Çılgınca küreselleştiği iddia edilen süreç, aslında Türkiye’nin Küresel Finans Kapitalizmine peşkeş çekilmesi öyküsünden başka bir şey değildi.
Büyük Gladio Komplosunun en önemli bölümü, İmralı’da yaşama geçirilmeye çalışılmıştır. Öclan’ı Adaya getiren birimin şefi, General Engin Alan’ın görevi bile bu gerçeği aydınlatmaya yeter. Engin Alan, dönemin Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın yani Türk Gladio’sunun resmi şefi durumundaydı. Adada Öcalan’ı karşılayan AB Konseyi yetkilisinin yaklaşımı, komplonun AB boyutunu daha da açıklayıcı nitelikteydi. ABD, AB ve Türk yönetimi arasındaki antlaşma, böylece açığa çıkmış durumdaydı. Operasyonun baştan sona ABD ve AB’nin siyasi sorumluluğu altında NATO Gladio’su tarafından yürütüldüğünü, bu üç göstergeden (ABD Başkanı Clinton’un özel danışmanı General Galtieri’nin açıklamaları, AB Siyasi Komiserliğinden kadın yetkilinin yaklaşımı ve Türk Özel Kuvvet Komutanlığı Şefi Engin Alan’ın rolü) daha açıklayıcı kanıt olamaz.
İmralı Adasındaki yargılama, özünde Avrupa ulus-devlet sistemi adına Türkiye Cumhuriyeti’ne yaptırılmıştır. Yani Türk devlet gücüyle gerçekleştirilen bir yargılama değildir. Türk iktidar elitinin bundaki rolü, taşeronluktan öteye gitmez. Şüphesiz bu çirkin ve kafa karıştırıcı bir roldür. Gerçeğinin doğru bir ifadeye kavuşturulması büyük önem arz etmektedir. Öcalan’a uygulanan iktidar baskısı ve hukuki oyunlar ısrarla görülmek ve kabul edilmek istenmemektedir. Son derece örtülü bir Gladio (Gizli NATO) operasyonuyla tutsak alınması gibi evrensel hukukun ve AB hukukunun açıkça ihlali anlamına gelen bir husus bile görmezlikten gelinerek, buna ilişkin dava Avrupa Konseyi’nin sorumluluğu altında bulunan ve adil olması gereken AİHM’de aleyhinde sonuçlandırıldı. Yirmi iki yıldır Öcalan dışındaki hiçbir hükümlüye uygulanmayan bir infaz statüsü altında bulundurulmak ve hem Türk yargısı hem de AİHM’nin kendi hukuki normlarına ters düşen bu adil olmayan yaklaşımları, davanın etrafındaki uluslararası komplonun hukuki alanda da sürdürüldüğünün ve Gladio’nun hâlâ işbaşında olduğunun kanıtı niteliğindedir. Zihniyet dünyası üzerinde kurulan liberal hegemonyayı -sağ ve sol halleri de dâhil- delmek, çok güçtü. Bu güçlüğü, ancak uluslararası komploya (NATO Gladio’suna) karşı İmralı Adasında yaşadığı onur savaşıyla aşabilirdi, Öcalan. En güçlü çağında gibi gözüken Küresel Finans Kapitalizmi, aslında sistemin en zayıf duruma düştüğünü ve sürdürülemez konumda tıkandığını göstermektedir. Sınırsız sömürü, toplum dışılık, barbarlıktan da öteye yaşam dışılık, Kapitalist Modernitenin vardığı son duraktır. Kapitalist sistemin sadece toplumda çürüme ve çözülmeyi geliştirmekle kalmayıp doğanın yıkımına da yol açtığı, teorik olmaktan öteye günlük olarak yaşanan pratik bir olgudur.
Öcalan savunmasını özünde bu kapitalizme karşı yapmıştır. Zaten İmralı’daki yaşamı, biyolojik sürdürümünün de bu çağın hegemonik güçlerince (Gizli NATO-Gladio) sağlandığı, tüm çirkinliği, ahlâksızlığı ve hukuk dışılığıyla ortadadır. Hiçbir NATO ülkesinde görülmeyen bir biçimde Gladio örgütlenmesini, devletin tepesine oturtmak, iyi niyet ve güvenlikle izah edilemez. İpleri kendi ellerinde olduğu ve ülkeyi diledikleri gibi yönetmelerine eşsiz bir fırsat sunduğu için, hegemonik güçler, Gladio’nun Türkiye uzantısına göz yummuşlardı. Bir bütün olarak Gladio, yakından incelendiğinde ve felsefesi açığa çıkarıldığında görülecektir ki, hedef, en kısa yoldan ülkeyi işgal etmek, halkını bölüp parçalamak ve çatıştırmaktı. Özellikle Ortadoğu’daki uzantılarında bu gerçeklik, sıkça yaşanan uygulamalarla kendini ortaya koyuyordu. Bir halkı yönetmenin en etkili aracıydı. Hem halkını devlete karşı çıkartıyorlar hem de ikisini birbirine ezdiriyorlar, tehlikeli gördüklerini bu yöntemle tasfiye ediyorlardı. Türkiye’nin son altmış yıllık yönetim gerçeğinde, bu olgu, çok çarpıcıydı. Ülke âdeta Gladio çatışmalarının laboratuvarı haline getirilmişti. Cumhuriyet tarihinin tüm önemli süreçlerinde yaşanan Gladio’dan kaynaklı darbeler, komplolar, çatışmalar, devletin ve halkların yüzyıllarca süren geleneksel dostluklarının sonunu getirmeye yeterli olmuştu.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER