DEMOKRATİK MODERNİTENİN POLİTİK BİREYİ (2.BÖLÜM)
Toplumsallığın Suyunu, Ekmeğini Yemeyen İnsanlaşamaz
İlk oluşumundan beri geçen 500 yıllık süreçte kurumsal iktidar yapıları şekil değiştirse de birey ve toplumun aleyhine özünü korumuştur. İktidar dediğimiz yapı tekçi bir yönetim anlayışıyla hareket ederek, kendini var etmek için imha, inkâr, katliam, asimilasyon gibi uygulamalara dayanır. Birey ve toplumun doğasında olmayan suni gündem ve sorunlarla tüm kesimlerin birbirleriyle çatıştırıldığı bir sistem oluşturulmuştur. Burada insan hem kendisinin hem de toplumun kurdu haline getirilmiştir. İnsanı çürümeye bırakan iktidarsal sistem içerisinde birey artık bu durumu içselleştiren, kader olarak gören, anlamsız ve amaçsız bir hayata mahkûm durumdaki tiplere indirgenmiştir.
Abdullah Öcalan, “Ahlakın aşınmış veya ahlaktan yoksun kalmış toplumların politik hafızasını, dolayısıyla geleneksel kurum ve kural gücünü zayıflatmış ve yitirmiş demektir. Bu da bir toplum için öz savunmadan yoksun kalmak her tür iç ve dış tahakkümü sömürgen ve asimilasyonist uygulamalara açık düşürülmektir” belirlemesiyle birey ve toplumun politika yoksunluğuyla gelişecek tehlikelere işaret eder. Politik hafızasını yitiren birey egemenlerin kolayca şekil verebilecek tiplere dönüşür. Bu nedenle egemenler, düşünen ve sorgulayan bireyleri bir tehlike olarak görüp istemezler, dışlarlar veya imha ederler. Bu durum beş bin yıl öncesinde böyleydi. Çünkü politik birey iktidarların yalanlarını, ikiyüzlüklerini, sömürücü ve zalim yanlarının farkındadır ve bunları teşhir eder. Bu anlamda boyun eğmezler ve mücadele ederler.
Erkek egemenlikli iktidar oluşumlarının ilk ortaya çıkışından bugüne insanların toplumsallaşma ve buna paralel olarak insanlaşma mekânı olan Mezopotamya ve Ortadoğu topraklarında günümüze kadar devam eden devrimsel direniş hareketleri, çok yönlü bir mücadele gerçekliğini ortaya koymuştur. Bu mücadeleye karşı olarak, kendi kimliği ve özgürlüğü için direnen halklar acımasız bir imha ve inkâr uygulamalarıyla yüz yüze bırakılmıştır. Bu topraklarda geçmişten bugüne her zaman bir savaş gerekçesi bulunmuştur. Kimi cennet için kimi demokrasi için dese de altında yatan ana sebepler hep aynıdır. Hegemonya için gerekli maddi kazanç ve bunu elde etmek için kök hücrenin genleriyle oynamak! İnsanlık onuru bu kazançların yanında hiçbir anlam ifade etmez. İnsanlıktan çıkış toplumsallıktan çıkış dediğimiz şey de bu saldırıların sonucudur.
İnsanın insanlaşma sonucu uzun soluklu bir yürüyüştür. Binbir badireden sonra evrenin ve içinde yaşadığımız dünyanın oluşturduğu ahenk ve denge şuan yaşadığımız evren ve dünya gerçekliğinde somutlanır. Bu gerçeklik içerisinde “insan organik farklılaşma ve gelişme süreçlerini içinde taşır. Bütün karmaşık canlı türleri gibi bizde doğal evrimin yalnızca parçası değil, aynı zamanda mirasçısıyız; doğanın doğurganlığının ürünleriyiz.” Prematüre veya evrim zincirindeki bozukluk olarak ele alınsa da insan türü muazzam beyin ve zihin gelişimi ile doğa içerisinde özgün yerini almayı başarmıştır. İnsanın hayvan türünden ayıran en önemli özelliği de gelişen beyin ve zihin yapısı ile çocukluk dönemini aşıp olgunlaştığının ifadesi olan topluluğuyla açığa çıkardığı ortak zekâ, ortak iradesidir. Burada baskın olan içgüdüler değil ortak zekânın geliştirdiği iradesel güçtür.
İstek ve güdülenmelerin yerini toplumsal amaç ve bu doğrultuda gelişen düşünce ve eylem alır. Burada biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların inkârı söz konusu değildir. Ancak sadece biyolojik ve fiziksel ihtiyaçların giderilmesiyle insanlaşma gerçekleşmez. İnsanın toplumsallığı, insanlaşma olgusunun suyu ve ekmeğidir. Toplumsallığın suyunu, ekmeğini yemeyen insan, insanlaşamaz. Kısacası, “insandan toplumsallığını çıkardığımız zaman geriye insan adına bir şey kalmaz.” Toplumun ekmeği ve suyu da onun politik üyeleridir. Birey ve toplum politik düzeyiyle anlamına kavuşur ve farklılığını ortaya koyar. Çünkü ahlak ve politika gelişen zekâ ve iradenin temsiliyetini yapar. Bu aynı zamanda yaşadığı doğa ve evrenle bütünleşmeyi ifade eder.
Doğa ve evren hakikati insan zihninde oluşur ve oradan zihne aktarılır. Bu bütünleşme hali aynı zamanda duygu ve his dünyasının derinleşmesine ve de gelişmesine neden olur. İnsanın politik özelliğinin sorgulayıcı, gözlem ve uygulayıcı yanının burada büyük payı vardır. Politik hafıza gelişimi de bu şekilde başlar. Bu hafıza deneyim tecrübelerle doludur. Bu deneyim, tecrübelerini an’da şekillendirirken birey aynı zamanda gelecek için de hazırlık yapmış olur. Evrenin, doğanın, tüm bir yaşamın diyalektik döngüsü politik bireyde de işlerlik kazanır. Bahsettiğimiz birey ve toplumun politik dokusu kapitalist modernite eliyle önce fiziki sınırlarla bölünmüş, parçalanmış, sonrasında ise aynı parçalanma insan zihninde ve ruhunda yaratılmıştır.
Beş bin yıllık hegemonik sistemin tek mirası hastalıklı toplum tipleridir. Ezen sınıfların fiziki ve psikolojik savaş yöntemleri sonucunda politik özelliğini kaybeden, ahlakın aşınmış çok farklı kişilik özellikleri edinmiş tiplerle karşılaşmaktayız. Ezen sınıfın faşizan, cinsiyetçi, liberal veya gerici geleneksel propaganda aletleri her açıdan bireyi edilgen hale getirmiştir. Yaratılan algı şudur: “Tek bir sistem vardır, onun da kuralları vardır. Ya onu yaşarsın ya da ölürsün!” Faşizmin “Ya sev ya terk et” sloganı da tam olarak bu durumu ifade eder. Edilgenliğinin bir yansıması olan faşizm, bu yalanların kabulleniş haliyle gelişir. Edilgen tipler kendilerine biçilen rol ve verilen görev dışına çıkmama eğilimlerini bu kabullenişiyle pekiştirirler. Sırf hayatta kalmak için kaybedecekleri karşısında kapıldıkları korku ve kaygı psikolojisiyle de bu eğilimlerini sürdürürler.
Bu durumu birey ve toplumun kendi özüne yabancılaştırılması olarak da ele alabiliriz. Bu yabancılaşma durumu da birey ve toplumun maruz kaldığı özel savaşın uzun süreli ve çok katmanlı uygulamaları sonucu açığa çıkmıştır. Birey ve toplum tıpkı doğa gibi uzun süreli kaos ve krizleri taşıyamaz. Yapısallığını ve anlamını kaybeder. Onun yerine başka bir şey koymazsa, yaşadığı boşluk ve kriz, özün yitimi ve hastalıkların ortaya çıkışını engelleyemeyecektir. Kapitalist modernitenin birey ve toplum karşıtı yürüttüğü savaş o kadar kirli bir savaştır ki insanlık onurunun ayaklar altına alındığı gerçeğini göremeyecek kadar iradesiz, bencil tipler yaratılarak, insanlık insanlaşmadan sapıp karanlık bir dünyaya mahkûm edilmiştir.
İnsan dediğimiz varlık, içine doğduğu toplumda şekillenmeye başlar. Doğduğumuz andan itibaren içine doğduğumuz toplumun maddi-manevi değerleri, kabul-retleri benlik oluşturma sürecine etki ederek kişiliklerimizi şekillendirir ve etkisi altına alır. Bireysel yaşantıların, gözlem ve deneyimlerinde benlik oluşumunda etkisi büyüktür. Genel olarak her iki ediminde kişilik oluşumunda belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Kişilik oluşumunda mekanik bir işleyiş söz konusu değildir. Her bir birey ve toplumda farklı arayışlar, farklı edinimler, var olandan çok uzak istisnai durumlar gelişebilir, üreyebilir. İnsanın sosyal bir varlık olma gerçeği, şekillenişinden uzak bir olgu değildir. Günümüzde Ortadoğu halklarının ve batıda yetişen birey arasında bu kadar farklı tipolojilerin ortaya çıkışı biraz bu gerçeklikle bağlantılıdır. Ortadoğu halklarında bazı temel toplumsal değerler korunmaya çalışılsa da bölgedeki hegemonik savaşlar ve iç çatışmalar sonucu birey ve toplum nezdinde çarpıklıklar ve yozlaşma kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştır. Tarihsel direniş geleneğinin yanında sömürülen din ve gelenek etkisi derin bir itaat anlayışı yaratmıştır. Yüzyıllardan beri sürdürülen iç ve dış çatışmalar, savaşlar toplum üzerinde oynanan, bölücü parçalayıcı oyunlar, yaratılan düşmanlık ortamı bir cehennem tasvirine uygundur. Bu karmaşa içerisinde ayakta kalmaya çalışan tüm toplumsal kesimler ve birey tüm tehlikelere açık hale getirilmiştir. Çünkü en başta iradesi yok edilmiş, ahlaki ve politik dokusu zedelenmiş ve tüketilmiştir. Böyle bir atmosferde bastırılan, iradesiz hale getirilen tipler, genelde itaate meyilli, özentili vb. belirtiler gösterir. Kendi olmaya izin verilmeyen tipler, kendi olamadığı için ona benzemeye çalışır. Egemenine benzediği zaman yaşayabileceğine inanır. Bu da onun gibi olmakla mümkün olacaktır. Onun diliyle onun gibi konuşur, onun gibi davranır, onun gibi sever veya nefret eder. Zaten olması istenilen tiplerde budur. Kendi özüne, toplumsal gerçekliğine yabancılaşan, kendi olma ile başkası gibi olma arasında sıkışıp kalan iradesiz kişiliklerin oluşumu hegemonların düşünen ve sorgulayan politik bireye karşı duydukları nefret ve yok etme isteminin sonuçlarındandır. Batı ülkelerinde birey ve toplum aynı trajedinin farklı sonuçlarını yaşamaktadır. Batı halkları, Ortadoğu halkları gibi dönem dönem farklı anlayışların etkisi altında kalmıştır. Dinin katı uygulamaları, feodalite, mekanik bilim anlayışının derinleştirdiği sapmalar, liberal ideolojinin sahte özgürlükçü anlayışı ve bunun insan psikolojisine etkisi çok boyutlu olarak açığa çıkmıştır. Kuşkusuz batı toplumuna en ağır darbeyi vuran kapitalizmin gelişimi ve moderniteye damgasını vurmasıdır.
Asıl tehlike ise sömürünün salt maddi ve fiziki boyutunun yanında insan ve toplumun manevi değerlerinin tek tek ortadan kaldırılarak, özgürlük adı altında büyük bir yalnızlığı, iradesizliği ve sonuç olarak kendine yabancılaşmayı dayatmasıdır. Demokrasi, özgürlük adı altında maskelenmeye çalışılsa da en ağır kölelik koşullarını, belki biraz da makyajlanmış olarak, bu coğrafyada görmekteyiz. Tüm zenginliklerine, gelişmişlik iddialarına karşın en trajik yoksullukların, trajik toplumsal olayların buralarda görülmesi kapitalist anlayışla bağlantılıdır. Güçlü olanın ayakta kalabildiği bu sistemde güç denilen şey, insanlık değerlerinden ziyade tamamen maddiyata dayalı olandır.
ROJDA EREZ
YORUM GÖNDER