ANNALES VE TARİH (4.BÖLÜM)
I- İnsan toplumunun zaman bölünmesi esas alınan ölçülere göre, çeşitli biçimlerde yapılabilir. Temel zihniyet biçimleri ölçü alınırsa ilkel komünal, köleci feodal, kapitalizm, sosyalizm ve sonrası ayrımı da çokça geliştirilmiştir. Temel kültürel medeniyetler ayrımı da tarihte yoğunca işlenmiştir. Fakat bizim esas almayı daha uygun bulduğumuz temel dönemsel ayrımın ölçüsü, felsefi-bilimsel değeri ağır basan niteliktedir. Evrenin genel işleyiş ilkesini esas almaktadır. Hegel’in oldukça işlediği ve temel felsefesi haline getirdiği tez-antitez-sentez üçlüsünü sistemin temeli olarak uygulanır kılmak süreçleri daha çok açıklığa kavuşturacaktır. Evrendeki tüm oluşumlar düalisttik(ikili) nitelikte ve çelişkili bir yapıyla hareketi mümkün kılmaktadır. Tabi bu hareket kaba mekanik hareket değildir: özde değişimi, çeşitliliği oluşturan yaratıcı bir hareketlenme halidir. Örneğin Evreni varlık yokluk ikilemiyle başlatmak mümkündür. Varlıkta yokluğun karşı karşıya gelişi yeni bir oluşumdur; hareketin kendisidir. Varlık, yokluk olmadan açılamaz, hareketlenemez. Özde oluş, varlığın yokluğa karşı direnmesidir. Varlık yokluğu, yokluk varlığı bitirmeye çalışırken, sonuçta üçüncü bir eğilim bir nevi sentez olarak oluşum halindeki evren ortaya çıkmaktadır. Buna benzer bir yaklaşım parçacık-dalga ikilemidir. Tek başına parçacık ve dalga mümkün olmamakta, ancak birbiriyle ilişki halinde hareketi, dolayısıyla oluşumu sentezleyebilmektedir. Yine aynılıkla çeşitlilik ikilemi de benzer sonuçlar yaratmaktadır. Aynılık ancak, çeşitlilikle varlığını kanıtlayabilir. Çeşitlilik olmadan ayrılık bir nevi yokluk olmamaktadır. Hangi olguya yaklaşırsak aynı durumu görürüz. Daha anlaşılır bir ayrım canlılık ve cansız durum ikilemidir.
Genel canlı evrenden farklı olarak nitelikçe farklı bir madde ortamından kendi kendini metabolizma ile üretebilen, geliştiren canlı bir ortam doğmaktadır. Burada evrenin sınır tanımayan gelişim gerçeği halen bilimce tam çözülmemiş olağanüstü bir sıçramayı temsil etmektedir. Canlılık olgusunun tam izahı giderek bilimin en temel konusu olacaktır. Gen haritası ve klonlama, bu olgunun çözümlendiği anlamına gelmez. Canlılığa yol açan molekül düzenlemesi de tek başına olguyu izah edemiyor. Şüphesiz canlılık için uygun dış ortam (atmosfer-hidrosfer) ve moleküler düzen gereklidir. Ama bu sadece canlılığın yapı taşlarıdır, maddi düzenidir. Daha önemli olan bu maddi düzenin canlılık, anlam gibi maddi olmayan gerçeklikle bağlantısıdır. Kaba materyalizmin en önemli yanlışlığı, öznelliği yani canlılık ve anlam olgusunu maddi düzenleniş ile aynı saymasıdır. Kuantum fiziğinde bile bu aynılık yıkılmaktadır. Sezgiye benzer bir izah tarzı zorunlu görülmektedir. Canlılar içinde insandaki zekâ(beyin) durumu daha da ilginç bir hal almaktadır. İnsanın kendisi en yetkin kendini düşünen doğa olarak tanımlanabilir. Daha da önemli olan doğa kendini neden düşünme ihtiyacı duymaktadır? Maddenin düşünme yeteneğinin asıl kaynağı nereye kadar uzanmaktadır? Bu soruları sorarken kastımız yeni bir tanrı arama problemi yaratmak değildir. Daha çok evren, varlık doğa denen olguların kaba gözlemlerimizle izah edilmenin çok ötesinde kavramlar olarak çözümlemeye ihtiyaç gösterdiğidir. Çok zengin, üretken, çeşitli gelişimde sınır tanımayan bir evren anlayışı(paradigma) ile karşı karşıyayız.
İnsanlığın eşitli dönemlerdeki evren anlayışları, örneğin mitolojik, metafizik ve pozitif bilim paradigmaları karşımıza çok farklı kavrayış ve yaşam duruşları çıkarır. Mitolojide her şeyin bir tanrısı varken, metafizikte ilk hareket nedeni veya tanrısı görüşü ağır basar; pozitif bilimde kaba materyalizmle her şey izah edilmeye çalışılır. Sıkı bir nedensellik ve düz çizgisel gelişme felsefesi geliştirilir. Tabi daha alt hayvanlar dünyasındaki, yaklaşımlarda bilinse çok ilginç olur. Sürüngenler, kuşlar ve memeliler acaba nasıl bir hisle dış ortama bakıyorlar? Halkça söylenen “öküzün trene baktığı gibi “ benzetmesi ilginçtir. Taşların kum zerrelerinin bakışımı nasıldır? Onların da bir duruşu vardır. Bir bütün olarak evren, doğa bir duruştur. Hem de sınırsız hareket halindeki bir duruş. İnsanın hangi zihniyet aşamasında şekillendiği önemini halen koruyan bir konudur. Bununla ilintili olarak öncelik zihniyet mi, yoksa yapılanma ve aletlere mi verilmelidir? Bu sorunun yanıtı önemlidir. Tarih boyunca gelişen idealist ve materyalist felsefe anlayışlarının temelinde bu ikilem yatmaktadır. Bilimin en son vardığı sınırlar olarak “Kuantum” ve “Kozmos” bize hayli ilginç yaklaşımlar sunmaktadır. Atom altı parçacık ve dalga fiziği olarak Kuantum bambaşka alanlar açmaktadır. Sezgili, özgür tercihli düzenlerden tutalım, aynı anda farklı iki şey olmak, insan yapısından ötürü belirsizliği asla tam aşamama kuralına kadar tespitlere son derece canlı, özgür bir evren karşımıza çıkmaktadır. Burada asıl muamma insanda, özellikle zihniyet durumunda yaşanmaktadır. İdealizme, subjetizme düşmekten bahsetmiyoruz. Çokça işlenen benzer felsefe tartışmalarına girmiyoruz. Evrende bu kadar çeşitliliğe kuantum sınırlarında yol açıldığı tamamen anlaşılmaktadır.
Artık atom parçacıklarının ötesinde, dalga-parçacık evreninde, olup bitenlerin başta “canlılık” özelliği olmak üzere, varlıkların her çeşidi oluşturduğunu görmekteyiz. Kuantum sezgiselliği derken bunu kast ediyoruz. Gerçekten bu kadar doğal çeşitlilik ancak büyük bir zekâ ve özgürlük, tercihiyle mümkün olabilir. Kaba cansız maddeden nasıl bu kadar bitki, çiçek ve canlı insan zekâsı türeyebilir? Her ne kadar canlı metabolizması ve moleküler temelde oluşmaktadır denilse de molekülerin atom ve atomların parçacık, parçacıkların dalga-parçacık düzeni ve ötesinde olup bitenler izah edilmedikçe, doğal çeşitliliği yetkin izah edebilmemiz, mümkün görünmemektedir. Aynı çözümleme tarzını kozmosa ilişkin yürütebiliriz. Evrenin büyüklüğünün son sınırlarında (eğer varsa) olup bitenlerde kuantum alanındaki olup bitenlere benzemektedir. Burada karşımıza canlı bir evren anlayışı çıkmaktadır. Evrenin kendisi zihni ve maddesi ile bir canlı varlık olamaz mı? Kozmolojide gittikçe tartışılacak bir sorudur bu. Kuantumla kozmosun orta yerinde duran insana da mikro kozmos diyoruz. Çıkan sonuç şudur: Her iki evrenin kuantumu ve kozmosunu anlamak istiyorsan insanı çöz! Gerçekten insan tüm algıların öznesidir. Ne kadar bilgimiz varsa insan ürünüdür. Kuantumdan kozmosa kadar tüm olanakların bilgisi insanca geliştirilmiştir. Esas incelenmesi gereken, insanın algılama sürecidir. Bu bir anlamda evrenin şimdiye kadar ölçülebilen yaklaşık 20 milyar yıllık evrim tarihidir. İnsan gerçekten bir mikro kozmostur. Çünkü onda kuantum düzeni işlemektedir. Atom altı parçacık ve dalgalardan en gelişmiş DNA moleküllerine kadar maddenin gelişim tarihini görmekteyiz. İlaveten bitki ve hayvanların en alt evresinden insana kadar tüm gelişim süreçlerinin tarihini de görmekteyiz. Bilimsel olarak net görülmektedir ki, insan cenini biyolojinin tüm gelişim evrelerini tekrarlayarak büyümektedir.
Daha sonrasını toplum, evrim, tamamlamaktadır. Toplumsal evrimle de bilim bugünkü seviyeye ulaşabilmektedir. Dolayısıyla insanın evrenin bir özeti olduğu bilimsel bir yargıdır. İnsan yorumumuzu daha da geliştirirsek şu varsayımları, ileri sürebiliriz: İnsanın oluşturduğu tüm materyallerin canlılık, sezgisellik, özgürlük özellikleri olmasaydı, tüm bu özelliklerin toplu ifadesi olarak insan canlılığı, sezgisi ve özgürlüğü de gelişmeyecektir. Olmayan bir şeyden yeni bir şey doğmaz. Bu tespit cansız madde anlayışımızı çürütmektedir. Şüphesiz insan türü bir organizasyon ve toplum olmadan bilgili varlık gelişmez. Ama bu organizasyon ve toplumda rol oynayan materyalin, bilgisel, sezgisel, anlamsal, özgürlüksel özellikleri olmadan da bilginin vücut bulmayacağı anlatılır bir husustur. Özünde bir şey yoksa neden yaratılsın? Bu değerlendirmeye tam dış doğadan basit bir yansımanın, ne de insanın Descartesvari düçünceciliğin sonucu bilgilendiği yorumu gerçek kılıyor. Doğruya daha yakın görüş kozmos ve kuantum evrenindeki oluşum özelliklerinin insanda yaşandığıdır. Tabi kendi özgünlüğü temelinde bu yasalar işlemektedir. Evrenler insanda dile gelmektedir, çıkan sonuç, evrenin yetkin kavranışı, insanın yetkin kavranışından geçer. Felsefede çok ünlü “kendini bul” yargısı da bu gerçeği dile getirmektedir. Kendini bilme tüm bilmelerin temelidir. Kendini bilmeden edinilecek tüm diğer bilmeler bir saplantıdan öteye gidemeyecektir. Bu nedenle de insan toplumunda kendini bilmeden ortaya çıkan tüm kurum ve davranışların sapkın, çarpık bir role bürünmesi kaçınılmazdır. İnsanın kendi bilgisine dayanamayan bilginin yol açtığı tüm toplumsal sistemlerin anormal çelişkili, kanlı, sömürülü karakteri ve saplantılı bilgiden ileri gelmektedir.
O halde insan toplumunun kabul edebilir doğal gelişme süreci insanın kendisine özgü bilgisinden kaynaklanmalı derken, en temel evrensel dolayısıyla toplumsal kuraldan bahsetmiş oluyoruz. Bu kavramsal açıklamayı şunu için yapıyoruz; insanlık durumu, varlığında bir olgudur. Genel bir soyutlama yaparsak, başlangıçtan sona kadar bir olgu olarak varlık sürdürecektir. Karşımıza çıkan önemli soru, bu olgunun tez, antitez ve sentezini nasıl kurmalıyız sorusudur. Eğer anlam gücü en yüksek varlık olarak insanı ve toplumunu tanımlarsak bu olgudaki temel ikilemi ve sonu sentezi tespit etmek en bilimsel kavramlaşmaya ulaşmak anlamına gelir. Madem insanız insanla bu kadar ilgileniyoruz o halde bu varlığın temel diyalektiği (diyalektik=ikilinin tartışması) nasıl seyretmekte ve hangi olası senteze doğru ilerlemekte veya dönüşmektedir? Sosyal bilimlerin başlangıç, itibariyle ve öncelikli olarak bu kavramsallaştırmayı çözerek yapması gerekir. Genel evrensel oluşumun en ilginç bir varlık durumu olan insan duruşu bu temel kavramsal çözümlemeyi yapmadan doğru bir sosyal bilime varamaz. Yapılacak olan, sayısız olgular dünyasında boğulmaktadır. Sosyal bilimdeki kargaşanın en temel nedenlerinden biri de budur. Bilimin tespit ettiği önemli bir husus, daha sonraki bir gelişmenin bir önceki gelişmeyi de içermesi gerçeğidir. Zıtların birbirini yok ederek geliştiği doğru değildir. Diyalektiğin bu kuralında olan, tez ve antitezin, sentezde varlıklarını daha zengin bir oluşum içinde sürdürdüğü biçimindedir. Tüm evren bu kuralı doğrulamaktadır. Aydınlatılması gereken diğer bir tarihsel toplumsal sorun, geçmişin aşılmasından neyin anlaşılması gerektiğine ilişkindir. Doğa da değişim ile biyolojideki evrimin kanıtladığı gelişim yasası, bir önceki olgunun bir sonrasındakinde devam ettiğidir. Örneğin bir hidrojen atomu parçalanırsa hidrojen tekrar açığa çıkar.
Fakat helyum biçiminde niteliksel değişmede bu gerçeklik başka bir olgudur. Biyolojideki halkların üst üste binmesi de benzer bir süreçtir. Bir önceki sonrakinde mündemiçtir(içkin). Toplumda da buna benzer bir değişim vardır. Üst toplum altını bağrında taşır. Fakat tersi doğru değildir. Alt toplum üstünü içermez. Çünkü yeni olgu yoktur. Dolayısıyla feodal toplum köleci sistemin dıştan ve içten gelen saldırılar sonucunda yeni yüklenimler olarak gelişmesiyle şekillenmektedir. Bağrında birçok köleci sistem değerini barındırmaktadır. Eski biçimiyle olduğu gibi değil, şekil değiştirerek var olmaya devam etmektedirler. Nitekim Roma köleci sistemi, barbarların ve Hristiyanların taze kanıyla yenilenme gücü bulabilmiştir. Diyalektiği dogmatizme, boğmadan tarihsel sürece uygulayacak doğru anlama yol açması ancak bu tarzda mümkündür. Burada dikkat edilmesi gereken husus, diyalektik kavrayışımızın tez ve antitezin birbirini yok etme biçiminde değil, “bastırma ve gerileme” karakterinde gelişmesidir. Toplumsal sistemler haline geldiklerinde birbirlerini birlikte taşırlar. Aralarındaki mücadele şüphesiz önemli gelişmelere yol açar. Hiçbir zaman tez eski halinde kalmaz, ama antitezde bir kadiri mutlak olarak kendi öncülüğünü yemez. Ondan beslenerek ancak kendini geliştirir. Bu noktada diyalektiği biraz daha açmakta yarar vardır. Dogmatik Marksizm döneminde tez ve antitez toplumda yok etme biçiminde yorumlandı. Bu tarz bir yorum aslında yapılan en temel teorik yanlışlıklardan biridir. Biyoloji başta olmak üzere tüm bilimlerde gözlenen, özellik olguların gelişim ve dönüşümlerinde karşılıklı, besleyici yanın önem taşıdığıdır. Yok etmeye benzer durumlar istisnaidir.
Hâkim olan, tez ve antitez konularının birbirini beslemesidir. En sade ifadesi çocuk-anne ikilemidir. Çocuk, ana ile çelişki halinde gelişir. Ama bundan çocuk anayı yok ediyor yorumunu çıkaramayız. Olsa olsa karşılıklı beslenme ile neslin sürdürülmesi olarak değerlendirilebilir. Uç bir nokta olan yılan-fare ikilemidir. Burada bile olan, aşırı fare üreyişi ile yılan ender üreyişi arasında dengenin korunmasıdır. Belki de yılan olmazsa fareler dinozorlardan daha ezici tahrip yolu oynarlardı. Doğadaki varlıkların anlamsız olmadıkları, hepsinin belli bir ekolojik anlamı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Ama yine de “uç nokta”, “mutlak sınırlar” kavramı çok sınırlı bir kesitte en azından kavram olarak geçerli olabilir. Temel doğa yasasının karşılıklı bağlılık biçiminde geliştiği artık tüm bilimlerin fark ettiği bir özelliktir. Bu tanımlama çerçevesinde doğal toplumu insan varlığının başlangıç tarzı olarak değerlendirmek gerçekçidir. İnsanlık var olmayı bu teze dayanarak başlatmıştır. Ondan öncesi hayvansı yaşamdır. Sonrası ise ona karşıtlık temelinde gelişen hiyerarşik ve devletçi toplum biçimindeki gelişimidir. Zaten bu dönemin antitez karakteri doğal toplumu sürekli bastırması, geriletmesinden kaynaklanmaktadır. Tez olarak doğal toplum, insan yerleşiminin tüm alanlarında geçerli olduğu gibi, süre olarak da başat olarak neolitik dönemin sonlarına (yaklaşık M.Ö. 4000) kadar etkin bir toplumsal sistemdir. Bastırılmış olarak da günümüze kadar tüm toplumsal gözeneklerde, varlığını sürdürmektedir. Temel toplumsal kavramlarda da bu süreklilik açıktır.
Aile, kabile, ana, kardeşlik, özgürlük, eşitlik, arkadaşlık, cömertlik, dayanışma, bayramlar, yiğitlik, kutsallık ve vb. birçok olgu ve kavramlar bu toplumsal sistemden kalmadır. Buna karşıt hiyerarşik ve devletçi toplum bu sistemi en çok gerileten, bastıran özelliğini en çok sürdüren özelliktedir. Antitez konumunu bu özelliğinden almaktadır. İki toplumsal sistemin iç içeliğide diyalektiğin temel yasalarına, son derece uygundur. Savaşçı-iktidar grupları büyük boğuşmalar pahasına sistemin hâkim gücü olmayı başardılar. Bunda zihniyet ve kurum olarak devlet olgusunun geleneksel gücü belirleyicidir. Örgütleniş ve yönetiş tarzı ilkel, yarım demokratik oluşumlara fırsat tanımayacak kadar yetkinliğe sahiptir. Daha önemli olan, hâkim olmalarından ziyade, tarihin bu yönünün büyük boğuşmalarla iç içe yürüdüğüdür. Hiyerarşik ve devletçi toplum sistemlerinde demokratik öğeyle savaş-iktidar kliği arasındaki çekişme temel politik olgudur. Toplumun var oluş tarzına-komünalite- dayanan demokratik unsurlara hiyerarşi ve devlet kılıfına bürünen savaş-iktidar grubu arasında daimî bir mücadele vardır. Tarihin motoru bu anlamda dar sınıf mücadelesi olmayıp sınıf mücadelesini de kapsayan demos (halkın) var olma tarzıyla, onun bu tarzına yönelerek kendini beslemeye çalışan savaşçı-iktidar kliği arasındaki mücadeledir. Toplumlar esas olarak bu iki kuvvete dayanarak yaşamsallaştırlar. Zihniyet kazanma, otorite yaratma, sosyal düzen, ekonomik araçlar bu iki güç arasındaki savaşım düzeyiyle belirlenir. Savaşım düzeyiyle bağlantılı, çoğunlukla iç içe üç düzlem tarih boyunca karşımıza çıkar.
Birinci düzlem savaşçı iktidar kliğinin tam yengisi durumudur. Görkemli askeri zaferlerini en büyük tarihsel olaylar olarak sunan fatihlerin dayattıkları tam köleleştirme düzenidir. Savaşçı-iktidar grubu dışındaki herkes ve her şey bir kanun gücünde emirlerinde olmalıdır. İtiraza, muhalefetle yer yoktur. Zihnen bile egemen tasarım biçimine ters düşülemez. Dayatıldığı gibi düşüneceksin, çalışacaksın ve öleceksin. Alternatifsiz hâkim düzenin zirvesi esas alınmaktadır. Özellikle imparatorluk, faşizm ve her tür totalitarizm uygulamaları bu örneğe girer. Krallık monarşizmi de bu sistemi hedefler. Tarihte en yaygın sistemlerden biridir. İkincisi, bunun karşıtı olan halk-klan, kabile ve aşiretlerden oluşan dil, kültür benzerliği olan gruplar-toplumunun, hiyerarşik ve devlet örtüsündeki savaşçı-iktidar oligarşisine karşı özgür yaşam düzenidir. Yenilmemiş, direnişçi halk tarzını ifade etmektedir. Çöl dağ ve ormanlarda saldırılara karşı direniş halindeki her tür etnisite, oligarşiye dayanmayan dinsel, felsefi gruplar, esas olarak bu toplumsal yaşam tarzını temsil ederler. Etnisitenin fiziki yanı ağır basan duygusal zekalı direnişçi yaşamlar, toplumsal özgürlük ve eşitlik mücadelesinin esas gücüdür. Tarihin özgürlüksel akışı bu direnişçi yaşam tarzının sonucudur. Toplumda yaratıcı düşünce, onur, adalet, hümanizm, ahlakilik, güzellik, sevgi gibi önemli kavram ve olgular daha çok bu yaşam tarzıyla bağlantılıdır. Toplum sistemindeki üçüncü düzlem “barış, istikrar” durum olarak adlandırılan düzen tarzıdır.
Tarih, hiyerarşik ve devletli toplum sistemleri geçerli olduğu zaman, aralarında üç düzlemi de dengesiz olarak yaşar. Hiçbir düzlem yalnız başına, tarihsel bir sistem olarak tek başına işlevsel olamaz zaten, o zaman tarih olmaz. “Mutlak egemenlik” düzlemiyle “mutlak özgürlük ve eşitlik” düzlemi iki uç olarak anlaşılmalıdır. Doğal dengede olduğu gibi toplumsal denge durumunda da iki uç hiçbir zaman tam geçerli olamazlar. Mutlaklık doğanın özünde sadece kavramsal ve çok kısa bir zaman ve mekân için söz konusu olabilir. Aksi halde evrensel düzen yaşayamaz. Denge ve simetri kavramlarının olmadığını düşündüğümüzde, tek taraflı akışla aslında evrenin sonunun gelmesi gerekirdi. Böyle bir sonluluk gerçekleşmediğine göre, demek ki mutlaklık sadece düşünce tarzında var olup olgular aleminde geçerli değildir. Denge haline yakın diyalektik ikilemlerin, sürekli zenginleşerek veya yoksunlaşarak akışması, toplumda dahil evrensel sistemin dili, mantığı olmaktadır.
ABDULLAH ÇELİK
YORUM GÖNDER