İNSANIN ÖZÜNÜN/ DOĞASINI ANLAMA METODU OLARAK BİR DUYGU ANALİTİĞİ (4.BÖLÜM)
Etimolojik ve Semantik Bağlam
Duygu en genel tanımıyla belirli bir nesne, olay veya bireylerin insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenim olarak bilinirken, Türkçe’de duygu sözcüğünün “duygu” sözcüğünden türetilmiş olması, duygunun “duyularla algılama” biçiminde bir kök anlamının olduğunu söylemek mümkün. Kürtçe’de bunu karşılayan iki kavramdan biri olan “hest” sözcüğünün “his”ten türetilmesi ve diğer sözcük olan “dılîn” sözcüğünün de “kalpten gelen” anlamını veriyor olması dolayısıyla Kürtlerde duygunun kalp ve hislerle ilişkili olarak ele alındığını görürüz.
Batı dillerindeki anlamını ele alan Sara Ahmed, duygunun “hareket” sözcüğünden türetildiğini ifade eder. “Emotion (duygu) kelimesinin Latince’de ‘hareket etmek, dışarı çıkmak’ anlamında ‘emovere’ kelimesinden türediğini unutmamalıyız. Bizi harekete geçiren, hissetmeye sevk eden şey, aynı zamanda bizi bir yerde tutan ya da barınacak bir yer sağlayandır. Bu yüzden hareket bedenin mesken edindiği ‘yer’ ile bağlarını koparmaz, bedenleri diğer bedenlere bağlar: Bağlanma, hareketle ve ötekilerin yakınlığıyla hareket ettirildiğimizde meydana gelir.”[11]
Ahmed, duyguların “düşünce” veya “mantık” yetilerinin aşağısında görülmesinin Darwinci duygu modelinden kaynaklandığını söyler. Darwinci duygu modeli duyguların insanın sadece “aşağısında” değil, daha eski ve daha ilkel zamanların göstergesi olarak gerisinde durduğunu ima ettiğini aktarır.[12] Oysa duygular insanın doğal toplumda özünün bir yansıması olduğu kadar, bizim tarih öncemizin ve evrimsel sürecimimizin bugün nasıl var olmaya devam ettiğinin de göstergesidir.
Burada tekrar çekirdek duygulara gelirsek, bunların insanın özünü yansıtan, insanın kolektif, dayanışmacı doğasıyla uyumlu temel duygular olduğunu artık biliyoruz. Bunlardan spekülasyona en açık olanlarını ele alalım. Örneğin korku… Korku insanın doğasında var olan bir duygudur ve eğer o olmasaydı, her türden tehlikeye karşı savunmasız kalırdı insan. Korku da diğer temel duygular gibi dünyaya bir bağlanma biçimidir. Korku tehdit eden, tehlikeye sokan bir şey hakkındadır. Doğayla iç içe yaşayan eski çağların insanlarını düşünelim. Korku olmasaydı, savunma refleksi geliştirmeyeceği için yırtıcı hayvanlar karşısında “tembel hayvan” gibi türü bitme noktasına gelirdi.
Tipik olarak tehdit ya da tehlike, bizim dışımızda dünyadadır. Ancak korku dışsal değil de bir tasavvur haliyse, yani bir algı biçimi veya daha açık bir ifadeyle tehlike insanın kafasının içindeyse ve insanın kendi tahayyülü olarak oluşturulmuş, kendi kendini manipüle etme sonucuysa, bu bir sapma halidir. Korkunun nesnesinin irrasyonel olmasının iki belirgin nedeni öne çıkar. Birincisi enformasyon eksikliğinin algıda yarattığı endişe sonucu gelişir. Örneğin karanlık bir gecede basit bir ip, koca bir yılan gibi görünebilir. İkincisi insan benliğinin kendi içine büzüşmesi, kişinin öznelliğini maksimize etmesi ve kendini aşırı düşünmenin geliştirdiği bencillik sonucu bir kaygı hali olarak öne çıkan türüdür.
Bencillik ve kendi tasasıyla hemhal olma, korkunun sınıflı toplumda yaşadığı sapma halidir. Sınıflı toplumla birlikte korkunun nesnesinin gerçekte ciddi bir tehlike olmamasına rağmen, insanın kendini paralize edebilecek şekilde endişe hali içine girmesi korkunun özünden sapması ve manipüle olmasını gösterir. Korku bu yönüyle kendini düşünme halidir. Devamlı olarak kendini düşünen insanın refleksidir. Korkak, abartılı bir öznelliğin kurbanıdır. Korkak da, cesur da kendine hayran bilincin en uç noktasına varmışlardır. Biri olumsuz olarak dünyanın merkezine yerleşir, diğeri olumlu olarak.
Bunu devrimci bir insan özelinde ele alalım. Örneğin “tutuklanabilirim”, “yaralanabilirim”, “ölebilirim” veya “ciddi zarar görebilirim” kaygısıyla devrimci iddiası olan insanların mücadelenin periferilerine çekilmesi, uzaklaşması veya pasifize olması… Peki risksiz bir yaşam var mı? Cicero’nun “yaşlılık üstüne” denemesinde ifade ettiği üzere, “hangi budala genç akşama kadar yaşayacağını kesinlikle söyleyebilir? Hem gençlerde insanı ölüme götüren nedenler yaşlılardan daha fazladır. Yaşlıların sayısının az oluşu da gençlerin daha çok öldüklerini göstermiyor mu? Bir genç uzun bir süre yaşayacağını umar, bir yaşlıysa böyle bir umut beslemez, diyebilirler. Kesin olmayan bir şeye umut bağlamak düpedüz budalalıktır. Bir ömür kısa da olsa, gereği gibi yaşamaya yetecek kadar uzundur.”[13] Sürekli yeni etkileşimler halinde olduğumuz, yeni insanlar, yeni durumlarla temas halinde olduğumuz dünyamızda sırf riski göze almama uğruna etik, vicdani değerleri ötelemesine rağmen, risksizliğin bir garantisi var mı? Olağan bir hayat seyrinde bile bir insanın akşama kadar yaşayacağının garantisi var mı? Elbette insan Adam Fawer’in “Olasılıksız” adlı romanında olduğu gibi yaşamda yüzde bir gerçekleşme olasılığı olan bir durumu bile maksimize ederek kendine uyarlayabilir ve bu yüzden birlik olasılığa her an olabilecekmiş gibi gerçeklik muamelesi de yapabilir. Ama bu normal olmayan, irrasyonel bir korkudur ve bencilliğin insan benliğini endişe ve korkuyla ele geçirme halidir.
İnsanın özünün bozulduğu, sınıflı, mülkiyetçi değerlerle kendini tanımladığı tarihten itibaren artık duygu ve düşünce/mantık arasında hiyerarşinin yerini duygular arası bir hiyerarşinin aldığını da söyleyebiliriz. Bazı duygular sınıflı toplumla birlikte gelişmenin göstergesi olarak “yüceltilirken”, bazıları zayıflığın göstergesi olarak “alçaltılır.” Evrim hiyerarşisi sadece analitik zekanın zaferi değil, aynı zamanda duyguları kontrol etme yeteneği ve farklı zaman ve yerlerde “münasip” duyguları tecrübe etmek olarak da anlatılır.
Bu konuda farklı kültürler üzerine yapılan bir deneysel çalışmada Alman ve Hindistanlı çocuklara sevmedikleri kimi hediyeler alınarak duygu durumları gözlenir. Alman çocuklarına verilen hediyelerde çocuklar genellikle yüzlerini ekşiterek ve hoşnutsuzluklarını yüzlerine yansıtarak alırken, Hintli çocukların duygularını belli etmeden teşekkür ederek aldıkları görülür. Böylece kültürden kültüre fark gösterse de, kimi kültürlerde daha çocukluktan itibaren nezaket kültürü adı altında “yararlı” veya “zararlı” diye tanımlanan duygulardan hangisini göstermesi gerektiği öğretilir.
Psikolog Gardner Lindzey 1954’te “biyolojik olaylar olarak duygular dünyanın her yerinde aynıdır” der. Elbette Lindzey’in “her yerde aynı” dediği biyolojik duygular çekirdek duygulardır. Sınıflı toplumla birlikte gelişen insan doğasında olmayan ve Hintli-Alman çocuklar deneyinde olduğu gibi yaşadıkları çevrece kendilerine öğretilen duygular değildir. Lindzey’in “dünyanın her yerinde aynı” diyerek her insanda var olduğunu söylediği duygular 6 temel duygu olarak gördüğümüz öfke, korku, neşe, hüzün, şaşkınlık ve iğrenme duygularıdır. Sonraki süreçlerde bu tez pek çok farklı çalışmada da deney ve test konusu yapılarak geliştirildi. Carroll Izgard (1977) ve Paul Ekman (1984) gibi deneyleriyle bilinen psikologlar da, yüzdeki duygu ifadelerinin ve bunların tanınmasının yaygın çaprazlama-kültürel karşılaştırmaları temelinde aynı iddiayı yineliyorlar. Paul Maclean (1980) ve Jaak Panskepp (1982) gibi nörologlar beynin genel yapısı ve işlevleri, özellikleri onun daha ilksel alt sistemleri temelinde benzer iddialarda bulunuyorlar. Sonradan gelişen duygular olmasa da, çekirdek duygular, yani insanın doğuşundan gelen ve insan özünün bir parçası olan duyguların evrenselliği buna benzer pek çok çalışmayla ortaya konuldu.
Duyguların hiyerarşize edilmesi, sınıflı toplumun ihtiyaç duyduğu insan tipolojisi dolayısıyladır. Duygulara biçilen anlamlar, devletli ve sınıflı iktidarın normları ve sosyaliteyi dizayn etme amacı doğrultusunda olur. “Daha aşağıda” ya da “daha yukarıda” bulunan şeyin bedensel bir niteliğe dönüştürülmesinin bir yolu olarak duygular bedenlerin sıfatları olur. Örneğin birisine “sulu göz” denmesi, duygusal empatisi yüksek bir insanın “duyarlı” diye tanımlanmasından ziyade bir olumsuz kodlama olarak “duygusal” diye tanımlanması, duygunun kadınla özdeşleştirilmesi ve böylelikle hem kadının hem de duygunun aşağılanması gibi yığınla örneklerle karşılaşırız. Dolayısıyla bir kolektif kimlik ya da özne hakkındaki iddia olarak duygusallığın “ötekilere” anlam ve değer bahşeden iktidar ilişkilerine dönüştürüldüğünü de eklemek gerekir.
Duygular hem şekillendirdikleri nesneler hakkındadır hem de nesnelerle temaslarıyla semantik anlam kazanma boyutuyla şekillendiklerini ifade etmek gerekir. Bu nesneye yaklaşma yollarından hiçbir nesnenin maddesel bir varlığa sahip olduğunu varsaymaz; kişinin alakasının olduğu nesneler elbette hayali de olabilir. Örneğin bir şeyin kişide hatırası, mazisi olabilir ve bu hatıra bir duyguyu tetikleyebilir.
Fakat duygu-duyum, duygu-his veya duygu-düşünce ilişkisini de aynı paralelde ortaya koymak gerekir. Örneğin eğer bir kişinin bir nesneyle teması his üretirse, o zaman duygu ve duyum kolayca birbirinden ayrılmaz. Aralarındaki ilişki yaygın olarak bir eşlik etme ilişkisi olarak tarif edilebilir. Yine bir izlenim yaratma, nesnelerin bizde nasıl bir iz bıraktığına bağlıdır. Bir izlenim öznenin üzerinde de pekala etkili olabilir. Duyguların bir şeylerin hakkında olmaları nedeniyle dünyada bir duruş ya da dünyayı anlamanın bir yolunu içerdikleri de muhakkaktır.
Bu anlama biçimine biz “duygusal zeka” diyoruz. Ancak nörolojik araştırmalar da göstermiştir ki, beyin ve beden arasında çapraz bir ilişki mevcut ve duygusal zeka merkezi olan hipotalamus ile analitik zeka merkezi olan neokorteks arasında sıkı bir ilişki var. Daniel Goleman “Duygusal Zeka” adlı kitabında bu ilişkiyi aktarırken[14] göz ya da kulaktan gelen sinyallerin beyinde önce Talamus’a, ordan da tek bir sinapsla amipdalaya ulaştığını söyler. Talamustan bir ikinci sinyalin de analitik zeka merkezi olan neokortekse gittiğini söyler. Goleman düşünceden önce duygu merkezinin oluştuğunu, daha sonra düşünce merkezinin oluştuğunu söyler. Duygu merkezlerinin beyin sapı denilen kökten oluştuğunu, limbik sistemin buna bağlı olduğunu, amipdalanın da bu duygusal zeka merkezi olduğunu, beyne sinopslar aracılığıyla giden bilgilerin öncelikle amigdala devrelerinde çeşitli düzeylerde değerlendirildikten sonra tamamen algılayan, son olarak da neokortekse gönderdiğini söyler. Herhangi bir durum karşısında ilk refleksimiz çoğunlukla amigdala duygu merkezince gerçekleştirildiğini aktarır.
Durkheim, “Fikirlerimiz ve eğilimlerimizin çoğunu kendimiz geliştirmeyiz, bize dışarıdan gelirler. Bize kendilerini dayatmadan nasıl bir parçamız olabilirler?” der. Durkheim bu yaklaşımıyla duygunun öznel olduğu fikrine karşı çıkar. Durkheim’e göre duygu tekil bedenden gelen değil, sosyal bedeni birleştiren ve bir arada tutandır. Durkheim, sosyo-kültürel yapının insan algısı, bedeni ve tercihleri üzerindeki etkisini ifade etmek ister.
S. Çarmıklı, düşünceleri duyguların zihinsel bileşenleri olarak tanımlar. Ona göre duyguların iki bileşeni var: Zihinsel bileşenler(düşünceler) ve fiziksel bileşenler (bedensel duyumlar). Çarmıklı, düşünceleri duyguların parçası olarak ele alır ve psikolojide kullanılan meta-biliş kavramıyla düşünce ve duyguların farkına varabilme ve onlar hakkında düşünebilme becerisi üzerinde durur.[15]
Duygular, düşünceler ve bilgiler arasındaki sınırlar genellikle tartışma konusudur ve bu tartışma bir belirsizlikten ziyade birbiriyle sürekli etkileşim halinde olması dolayısıyla yapılan tartışmalardır. Bir düşünceyi belli bir duygudan ayırmak, bir duyguyu belli bir bilgiden ayırmak ya da bir bilgisizliği belli bir duygudan ayırmak çoğu zaman kolay değildir. Arzularımız, zevklerimiz, beğeni ve tercihlerimiz düşüncelerimizden ve kişilik eğilimlerimizden bağımsız değildir. Kim, neyi yaşıyorsa ona doğru çekilir. Benzer benzeri çeker. Her birey kendi kişiliğinin çevresine enerjilerden oluşan bir koza örer. Doyum hacmini bu kaza ile, yani benzer duygu ve düşüncelere sahip ilişki ağıyla sağlar.
Çekirdek duyguların insan özünün bir parçası olduğunu, bunların evrensel olduğunu, ancak söz konusu temel duygular haricinde gelişen duyguların sosyo-kültürel yapı sonucu geliştiğini ifade ederken, sonradan gelişen tüm bu duyguları olumsuz bir katagoriye almamaya, bunları, insan doğasını bozan veya dejenere eden duygular olarak değerlendirmemeye dikkat etmek gerekir. Unutmamak gerekir ki, duyguların içinde ve duygular aracılığıyla yaşıyor, onlar aracılığıyla eğilimlerimizi belirliyoruz. Yaşamlarımız, yaşadığımız veya sergilediğimiz duygular tarafından tanımlanır. Sınıflı sistemin ürünü duygular varsa, onun karşıt kutbunda kendini ifade eden duygular da vardır. Örneğin sınıflı sistem mülk edinme hırsı oluşturmuşsa, bunun karşıt kutbunda adalet duygusu da kendini var etmiştir. Bir insanın kişiliği, kendinde taşıdığı duygu ve eğilimlerin ağırlık noktasına göre belirlenir. Örneğin kapitalist sistem nasıl ki sınırsız tüketim hırsını insana aşılamışsa, sınırsız tüketim için de doyumsuz, tatminsiz duygular geliştirir ki insan mütemadiyen oburca bir tüketim halinde olsun. Bu eğilim, insanın albenili kılınan yapay ihtiyaçlar karşısında zaafiyet halinde mi olduğu veya duygularına hakim mi olduğuna bağlıdır. Bu tutum toplumsal kültüre de sirayet eder. Örneğin sürekli ölçülülük, duygularına hakim olma üzerinde duran, dinsel ya da felsefi yapısını bunun üzerine bina eden bir toplumda bunun yansıması da olacaktır.
Stanford üniversitesi psikoloji profesörlerinden Walter Mischel, 1958 yılında bir ada ülkesi olan Trinidad’da kültürel farklılıklar ve kişilik üzerine bir araştırma yapar. Araştırmanın amacı ülkede yaşayan Afrika kökenli ve Doğu Hindistan kökenli etnik gruplar arasındaki sözde “kişisel” farklılıkları bilimsel yöntemlerle incelemektedir. Doğu Hindistanlılar, Afrikalıları, “yaptığının sonucunu düşünmeden hareket eden, anlık zevkler peşinde koşan, çalışmayan, gelecekte elde edebileceği kazanımlar yerine, bugün eline geçireceği küçük kazanımlarla yetinen kişiler” olarak tanımlarlar. Afrikalılar da Hindistanlıları, “cimri, eli sıkı, gelecekte daha iyi veya daha çok kazanç elde etmek umuduyla şu an ellerinde olanın da tadını çıkarmayan kişiler” olarak tanımlar. 35’i Afrikalı, 18’i Hindistan kökenli, yaşları 7 ile 9 arasında değişen ve aynı okula giden 53 çocuk üzerinde bir deney yapılır. Çocuklara, deneyi yapan kişinin aslında okul hakkında bilgi toplamak üzere orada olduğu, öğrencilere yardımlarından ötürü çikolata vereceği söylenir. Deneyi yapan kişi elindeki biri küçük, diğeri büyük çikolatayı çocuklara gösterdikten sonra “maalesef yanımda bu büyük çikolatalardan yeterince yok, fakat önümüzdeki haftaya kadar beklerseniz bu büyük çikolatadan getireceğim. Ama isterseniz şimdi bu küçük çikolataları alabilirsiniz” der.
Fakat çocuklara küçük çikolatayı almaları durumunda bir hafta sonra gelecek büyük çikolatalardan alamayacaklarını çok açık olarak ve ısrarla belirtir. Önlerindeki boş kağıtlara, şimdi küçük çikolatayı mı, yoksa bir hafta sonra büyük çikolatayı mı istediklerini yazmalarını ister. Michel çalışmasının sonuçlarını duyurduğu makalesinde bu iki etnik grup arasında önemli düzeyde farklılık olduğunu yazacaktı. Afrika kökenlilerin çoğu o gün küçük çikolatayı tercih ederken, Hindistan kökenlilerin çoğu bir haftayı bekleyip, büyük çikolatayı almayı tercih etmişti. Çocukların yaşı da kararlarında önemliydi. 8-9 yaşlarında çocuklar zevki ertelemede daha başarılıydı. Çocukların ait olduğu sosyo-ekonomik sınıfın sonuçlar üzerinde herhangi bir etkisi olmaması, çalışmanın ortaya çıkardığı ilginç bir bulguydu.[16]
Duygular tamamen kendi içine kapalı hisler değildir. Öteki insanlarla ve dünyayla kurulan bir bağlantı biçimi olduğu, bu bağlantının da memnuniyet veya hoşnutsuzluk, kabul veya ret içerebileceğini ifade etmek lazım. Dolayısıyla duygular, en “kişisel” olanlarının bile çoğunlukla bir toplumsal eylem biçimi olduğu ifade edilmeli. Örneğin üzüntünün bile bazen ötekilerin anlayışını çekmek için teşvik edilmesi, bu duygunun farklı ifade biçimlerini de görünür kılmaktadır. Bu yüzden duygular belli kültür ve toplumlara hassasiyet gösteriyor ve bunlar tarafından teşvik ediliyorlar. Her kişilik, güçsüz yönleri kendisininkine benzeyen duygulara sahip kişilikleri kendisine çeker. Öfke öfkeyi, aç gözlülük aç gözlülüğü çeker ve bu böyle sürüp gider. Bu bir çekim yasasıdır. Pozitif özellikler birbirini çektiği gibi, negatif duygu ve karakterler de birbirini çeker. Onun için kızgın bir insanın dünyası kızgın insanlarla, aç gözlü bir insanın dünyası aç gözlü insanlarla doludur. Kişi kiminle uyumluysa karakter olarak ona benzer. Yalancı ve dalavereci bir insanın dürüst ve güvenilir biriyle dost olacağına kolay kolay şahit olmayız. Kişi sevdiği kişilerle uyumlu olur. İnsan kendisine benzeyen insanlardan hoşlanır ve onlara doğru çekilir. Fiziğin bilinen bir yasası vardır, zıt kutuplar birbirini çeker. İnsan ilişkilerinde ise durum bunun tersidir. İnsan kendisine benzeyen insandan hoşlanır ve ona çekilir. Uyum içinde olanların benzerliği çeşitli psikoloji araştırmalarına da konu olmuştur. Biri diğerinde kendi yansımasını gördüğü için ona çekilir.
RAMAZAN ÇEPER
YORUM GÖNDER