ULUS ÖTESİNİ DÜŞÜNMEK: DEMOKRATİK ULUS VE ÜMMET -3.BÖLÜM
2-Ortadoğu’da Dinsel Gelenekle Yeniden Buluşma
Dinlerin, mezheplerin demokratik toplumun birer unsurları olarak toplumsal gelişmede oynadıkları rolü iyi görmek ve çözümlemek gerekir.
Ernest Renan “Din Tarihi İncelemeleri” kitabının önsözünde “Din, insan doğasının en yüksek, en çekici belirtilerinden biridir” demektedir. Dini çözümlerken, sadece kaba kimi maddi determinelere ve materyalist yorumlara indirgeyerek çözümleme yapma hatasına düşülmemelidir. En temel toplumsal ve de toplumcu kimliklerden biri olarak ele alıp yorumlanmadıkça doğru sonuçlara ulaşılamaz. Sağ ve sol unsurlarıyla batı kapitalist modernitesinin din düşmanlığı aslında önceden de vurguladığımız üzere aydınlanmacı ve ilerlemeci aklın bir ürünü idi ve bu akıl ile yüzleşmeden doğru bir toplumsal bilinç ve pratiğe ulaşmak da mümkün değildir. Aydınlanmacı ve ilerlemeci akıl, özellikle bilimsel sosyalizm maalesef dini ve dinsel gelenekleri bir bütün olarak burjuva aydınlanmacılığının kalıpları içerisinde değerlendirdi ve geri toplumun ideolojisi olarak düşman kategorisinde ele aldı. Bu sadece tarih tezi bağlamında da kalmadı; aynı zamanda Sovyetlerde, Çin’de, Arnavutluk’ta, Kamboçya’da ve Ortadoğu’nun bir çok yerinde reel sosyalist rejimler, dini gruplara ve dinin bilfiil kendisine karşı kapitalist ulus-devletin yaşattığı zulmün benzerini, hatta daha ağırını yaşattılar. Günümüzde ve coğrafyamızda da sosyalist hareketlerin temel sorunu gerçek manada kendi toplumsal kültürleriyle; özellikle dinle aralarında ördükleri batı aydınlanmacılığı duvarıdır. Dini gerici, yok edilmesi gereken bir unsur, hatta çok kaba bir biçimde Sovyetlerde savunulan “dine karşı mücadele sosyalizm için mücadeledir” sloganıyla yaklaşmaktan halen kurtulamadıklarından toplumla bir alakaları da kalmamış durumdadır. A.Öcalan ise demokratik uygarlık tezi ile aslında dini demokratik uygarlığın ana unsurlarından biri olarak kabul etti. Öcalan, bilimsel sosyalistlerin dini iktidar ideolojisi olarak tümden dışlamalarına karşılık dinin özünün ilk toplumsal kimlik olarak toplumsal olduğu ve özellikle köleci imparatorluklara karşı doğal toplumun direniş zihniyeti olduklarını ortaya koydu.[10] Ortadoğu’da demokratik ulus seçeneği ancak kendi tarihsel mirası üzerinden yapılandırılabilir. Bu yapılandırma Ortadoğu’da en etkin zihniyet ve ahlak formlarından biri olarak İslamî gerçekliği kesinlikle dikkate almalıdır. Bu noktada demokratik ulus kavramının İslami ümmet kavramı ile ilişkisini doğru temellerde ortaya koymak gerekir. Aslında Ortadoğu kültürü kendi içinde bütün unsurlarıyla demokratik ulus kimliğine açıktır.
Hangi Din, Nasıl Bir Ümmet?
Din olgusu oldukça çetrefilli bir konudur. Din gerçekten nedir?iktidarların halkı uyutmak için inşa ettikleri bir iktidar ideolojisi; veya insanlığın çocukluk çağlarından kalma bir yanlış bilinç mi? Veya sadece öte-dünyacı metafizik bir sapma mı? Özcesi dinin bir iktidar ideolojisi mi yoksa toplumsal bir kimlik mi olduğu tartışması günümüz toplumu için de halen önemini korumaktadır.
Marks’ın “din halkların afyonudur” sözü bir çok farklı yorumla ele alındı. Esasında dine aydınlanmacı bir bakışı sergiler: Her ne kadar dile getirdiği bağlam biraz tartışmaya açık olsa da. Ancak İslami çevrenin önemli ideologlarından olan Âli Şeriati ilginç bir şekilde bu sözü sahiplenir “evet Marx doğru söylemiştir din halkların afyonudur.” der ve devam eder “ama hangi din?” Bu soru, sormaya pek alışık olmadığımız bir sorudur. Zira tarihsel ve toplumsal gerçekleşmelere hep tek boyutlu bakmaya alışmışızdır. Tarihte ‘din şöyledir’ gibi genellemeci bir yaklaşımla tamamen olumlu ya da tamamen olumsuz tespitte bulunmak kolayımıza gelir. Oysa diyalektiğin doğru bir uygulanışı dahi tarihte hiçbir olgunun tek boyutlu işlemediğini bize gösterir. Şeriati bu noktadan bakmaktadır. Ona göre tarihte hiçbir zaman din ile dinsizlik çatışması olmamıştır. Çatışan din ile dindir. Bu İslam ile Hristiyanlık gibi iki ayrı din manasına değil aynı dinin iki ayrı gerçekleşmesinin çatışmasıdır. Yani İslam ile İslamın, Hristiyanlık ile Hristiyanlığın…
Bu dinlerden biri halkın eşitlikçi, adil, özgürlük dini iken diğeri aynı dinin egemenler tarafından saptırılan eşitsizlikçi, sömürücü sistemi halklara kabul ettirmek için bir afyona dönüştürülen egemen dindir ona göre. Muhammedi İslam karşısında bir Yezidçi-Emevici İslam olmuştur. Yezitçi İslam gerçekten ‘afyon’dur. Öcalan da tarih tezinde tarihsel akışın bir yanda halkların devlet olmayan demokratik uygarlık değerleri ekseninde diğer yanda da tahakkümcü sınıflı uygarlık ekseninde iki ayrı nehir olarak gerçekleştiğini savunur. Buna göre tarihte her oluşum bu ayrışmayı yaşar. Din de benzer şekilde ilk çıkışında demokratik uygarlığın ve komünal değerlerin bir savunucusu olarak çıkar, fakat devletli uygarlıkla buluştuğunda karşıtlaşır. Öcalan, İslam’ı, Demokratik İslam (Hz. Muhammed dönemi özellikle) ve karşı İslam ya da saltanatçı İslam olarak ayrıştırır. Ona göre “nasıl ki diğer dinlerin ya da ideolojilerin sağı ve solu varsa bu manada Müslümanlığın da sağı solundan söz edebiliriz. (…) Antikapitalist olunması oldukça değerlidir ve ifade ettiğimiz manada Müslümanlığın solunu temsil eder.”[11]
Bu noktada Türkiye sosyalist hareketinin gelişkin zihinlerinden biri olan Hikmet Kıvılcımlı’nın İslam’a bakışı benzerdir. Kıvılcımlı, İslam’ın komünal-kollektif, zayıfı tutan, fakiri doyuran devrimci doğuşunu ve özünü ortaya koyar ancak diğer yandan İslam adına yapılan sömürücü, baskıcı, eşitlikçi uygulamaları da doğru tahlil etmeye çalışır. “Uygulamada daima azgin bezirganlığa ve tefecilere karşı sıkı durulmuştur. İslamiyet’in bu prensibi sonradan tersine çevrildi. Zenginlerin fakirlere karşı zılgıtı biçiminde uygulandı. İşte o zaman ‘din bir afyondur’ kalitesine büründü. Allah, padişah ve firavun veya nemrut veya tiran oldu. Yoksa özünde din hiçbir zaman bu denli tek yanlı medeniyet-uygarlık yansımalı olmadı, olamazdı vd.”[12] “Kur’an ve peygamber, İslamiyet’in ilk savaşçıl devrim yıllarında böyle keskin sosyalizm yanlısıydı. (Ganimetleri eşit paylaşma ve özellikle yoksullar lehine dağıtımına vurgu yapmaktadır.) Çünkü kişi mülkiyeti hırsının medeniyetleri batırdığını görüyordu, seziyordu. Ve peygamber ilk-el komünün saf tertemiz kolektivizmini insan doğa sevgisini, saygisini (ülküsünü) yaşıyordu.” “Kuran’ın hemen bütün ayetleri kolektivizmi her türlü insan değerlerini korumak öğütleriyle buyruklarıyla örülmüştür (…) Kuransız ören şey peygamberin ölümünden sonraki halifeler (dört halife) çağında da sürer. Tefeci bezirgan Emeviye saltanatı tüm kancıklığı ve zulmüyle üstün gelir gelmez o öz zorla hileyle eritilir.”[13] Ona göre doğal din, mülkiyetçiliğe karşı komünal değerlerin öz savunucusuydu. “Hz. Muhammed komünün kolektif aksiyon ruhunu iliklerine dek yaşayan berrak zekalı gerçekçi aşiret çocuğuydu … Hz. Muhammed’in tek istediği doğru yol Allah yolu dediği kolektivizmin toplumculuk yolundan sapılmaması, kişi mülkünün azgınlaşmamasıdır.”[14] İslam’ın tarihsel gerçekleşmesinde bu iki zıt din damarını bulduğumuzda tarihsel ve güncel birçok yaklaşım sorunu ortadan kalkar. İslam’ın devrimci boyutu sadece teorik düzlemde kalmamış, çıkış yaptığı 7. Yüzyıl’dan günümüze 21. Yüzyıla değin halkların ulusal kurtuluşçu ve bizzat ezilen sınıfların sınıfsal kurtuluşçu özlemlerinin pratikleşmesinin bayrağını oluşturmuştur. Batılı oryantalist gözlükten kurtulduğumuzda Abbasilere karşı büyük bir başarıyla baş kaldıran ve kendi kentlerini kuran Zenc kölelerinin Paris komüncülerinden hiçte aşağı olmadıkları görülecektir. Zenc ayaklanmasının bayrağında “Mülk Allah’ındır” ve “Kölelere Özgürlük” diye haykıran Kur’an-i kerim ayeti temel slogan olarak yazmaktadır. Karmatilerin 300 yıla varan büyük mirasları İslam’ın asr-ı saadet özleminden beslenmiş ve yaşanmıştır. Karmati liderlerinden Ebu’l Fevaris’siz saraylarınızda rahat yaşayınız halk ise sefaletten ve açlıktan ölsün! Bu mu adalet? Biz haklarımızı almak için ayaklandık” sözü 19. Yüzyıl Avrupalı devrimcilerden daha az devrimci değildir. Peki ya Şeyh Bedreddin’in “Allah dünyayı yaratmış insanlara bahşetmiştir. Erzak, giyim eşyaları, arazi, davar ve bütün toprak mahsulleri genelin ortak hakkıdır. İnsanlar yaratılış ve doğa olarak eşittirler. Ben senin evinde kendi evimde gibi oturabilmeliyim. Sen benim eşyamı eşyan gibi kullanabilmelisin.” sözü en az ütopyacılar kadar sahiplenilmeyi hak etmiyor mu?
MUHAMMED İNAL& YAŞAR CİNBAŞ
YORUM GÖNDER