İNSANIN ÖZÜNÜN/ DOĞASINI ANLAMA METODU OLARAK BİR DUYGU ANALİTİĞİ (7.BÖLÜM)
İnsanın Doğasına Genel Bir Bakış
Yine Ernst Fehr tarafından yapılan “mahkumun ikilemi” denilen başka bir deneyde de aynı gerçek göz önüne serilir.[20] Bu deneyde iki kişi birbiriyle işbirliğine gittiklerinde kazanç sağlayabilir. Ancak deneklerin, yani oyuncuların birbirini aldatma olanağı da vardır. Oyuncular birbirlerine destek verdiklerinde, her biri kayda değer miktarda parasal bir çıkar elde eder. Ne var ki taraflardan biri destek verirken öteki onu aldatma yoluna giderse, çok daha yüksek bir kazanç da sağlayabilir. Böyle bir açık yol da bırakılmış. Bu durumda nasıl bir sonuç çıkacak? Darwinci yaklaşıma göre, evrimde insan çıkarı en önemli etkense, bencil olan çıkarı için aldatır, her şeyi yapar ve insanlığın da, aldatan insanların hakim olduğu bir düzende yaşaması gerekir. Oyun, aldatanın avantajlı çıkmasını sağlayacak şekilde kurulmuştur. Yalnızca kendi çıkarını düşünen biri her zaman karşısındakini aldatır. Çünkü öyle davranması, ona işbirliğine gitmekten çok daha fazla yarar sağlar. İşbirliğine gitmek insana bir yarar sağlarsa, aldatmak için üç kat daha fazla yarar sağlar. Fakat uygulamada ise, ilk oyuncuların bir çoğu aldatma yoluna gitse de, ötekilerin ikinci oyuncunun kendilerini enayi yerine koyup aldatabileceğini bile bile ona destek verdikleri görülür. Dahası ikinci oyuncuların hemen hemen yarısının kendilerine daha az çıkar sağlama pahasına rakiplerine adil davrandıklarına ve uzlaşıdan, dayanışmadan yana bir tavır sergilediklerine tanık olunur.
Neden böyle bir duygu var? Araştırmada ortaya çıkan ilginç sonuç şudur:
İnsanlar aldatsalar da, kendi çıkarlarına uymasa bile adil davranma eğilimindedirler. Oyunda insanlar adil davranmayan çıkarcı kişiler olduğu zaman o aldatmaya itibar etmemektedirler. “O beni aldattı, ben de onu aldatayım; o bana oyun oynadı, ben de onu oyuna getireyim” deyip, insanlar çıkar peşine koşma yarışına girmiyor. Pandemi sürecinde toplumsal tabandaki dayanışma kadar, devletlerin bunu fırsata çevirmek için birbiriyle nasıl yarıştıklarını gördük. Egemen güçlerin bu yaklaşımına rağmen, kapitalizmin en eski merkezlerinden olan kimi Avrupa ülkelerinde bile halkın kritik anlarda dayanışmacı eğiliminin nasıl yayıldığını, ihtiyaç sahiplerine balkonlardan gıda sepetleri sarkıtmaya kadar örnekleri gördük. Özetle, yukarıda yapılan deneysel araştırmaya göre insanlar aldatsalar bile oyuna katılanların çoğu rakiplerine adil davranmayı tercih etmektedir. Bu da insanın baskın duygusunun çıkarcılık olmadığını gösteriyor. Bu çalışma, insanın temel duygusunun, çıkar peşinde koşmaktan çok adil davranmayı daha çok sevdiğini, daha çok doğru bulduğunu, böyle bir biyolojik eğilimi olduğunu gösterir. Bu da Smithçi, Hobbesçu ve Malthusçu kapitalist kuramcıların “insan çıkarı peşinde koşan varlıktır” tezini çürütmektedir.
Fromm da insan zihninin çalışma biçimi, davranış ve reflekslerini ele aldığında, insan özünün bencilikten ziyade dayanışmaya daha yatkın olduğunu söyler. Fromm, “beyinlerimizin yapısında bile, tam olarak içgüdüsel olmamasına rağmen, doğuştan var olan ve önceden oluşmuş esenlik, dayanışma ve büyüme eğilimine sahip belli arzular vardır” demektedir.[21] Fromm bu dayanışma arzusunun içgüdüsel olmayıp, bilinçli bir zihinsel tercih ve eğilim olduğunu özellikle vurgular.
Peki dayanışma eğilimini bu kadar pekiştiren duygu veya doyum neydi? Her şeyden önce insan kendi eğilimlerinin öbür insanların eğilimleriyle birleştiğinde, artan bir coşkuya dönüştüğünün bilincine varmaktadır. Dayanışma yalnızca bir görev veya sorumluluk değil, bir doyumdur ve güvenliğin en iyi güvencesidir. Dayanışma duyguları empatiyi, karşılıklı hoşgörüyü geliştirir ve hiçbir zaman birbirinden kopmama kararlılığını geliştirir.
Dayanışma kavramını ilk kez ele alan sosyologlardan olan Durkheim’in dayanışmayı “çıkar birliği” kavramıyla açıklamasının aksine, dayanışma bir birlik düşüncesine dayanır. “Çıkar birliği” kapitalize olmuş bir bilinçaltı ve duygunun tezahürüdür. Oysa burada bir ruh terbiyesi, empati ve manevi doyum vardır. Eski toplumların kolektif edimlerine baktığımızda etik ve vicdani tutumun daima önde olduğunu, kimi edimlerin ruhu arındırma veya ruhsal kirlenmeyi önleme amaçlı yapıldığını görürüz.
Kolektif dayanışmanın, bayramların ilk ortaya çıkışında da belirleyici etken olduğunu görürüz. İlk bayramlar, insanların doğaya şükranlarını ifade etme veya bolluğu, bereketi kutlama biçiminde ortaya çıkmışlardır. Sınıflı toplumdan farkları, sınıflı toplumlarda savaş, zafer, işgal, şiddet olayları bayram ilan edilirken, Neolitik çağda ise ilk bayramların doğaya şükranlarını ifade etme biçiminde gelişmesidir.
Gerek proto Kürtlerde, gerekse de Anadolu’da kimi halklarda bayramlar potlaç kültürüyle bir çeşit arınma sağlaması işlevi görmektedir. Tüm gelenek ve inançların paylaşım ve kolektif değerler üzerinde şekillendiği neolitik kültürde özel özel mülkiyet ve artı ürün biriktirme aç gözlülük olarak değerlendirilir ve bu da Ehriman yani kötülük güçlerinin hizmetine girme ile eş anlamlı görülüp günah sayılır. Bayramlar, yıllık toplanan ürünün dağıtılması, bölüşülüp paylaşılması ve bu paylaşımın şenliklerle kutlanması anlamına gelir. Bu paylaşım ve bölüşüm artı ürünün, mal fazlalığının birikmesini engellediği gibi, fazlalıktan kurtarma fırsatı sunması özelliğiyle de kişiyi arındırmış olur.
Kapitalist ahlakın özünde “toplum çıkarı peşinde koşan insanlardan oluşmuştur” anlayışı vardır. Bu anlayışa göre insan fedakarlık yapmayacaktır, karşı tarafa adil davranma eğiliminde değildir. Adil davranmak Smithçi ekonomide kayba neden olur. Ekonomideki bu anlayış, Darwinizmdeki çıkar mücadelesinin kapitalizme yansıyan tezidir. Gerek yapılan deneysel araştırmalar, gerek Fromm’un tezi ve antropolojideki kolektif seramoni, bayram, şenlik, potlaç kültürü gibi özellikler bu tezi çürütüyor. Bu sonuca göre insanın kolektif dayanışmacı, adil davranma ve paylaşımcılık eğilimleri daha baskındır.
İnsanda menfaati olmadığı ve aldatıldığını bildiği halde işbirliği, uzlaşı ve dayanışmaya karşı heves, arzu eğilimi vardır. Buna “güçlü karşılıklı ilişki eğilimi” denir. Güçlü karşılıklı etkileşim ve ilişki insanın sosyal bir varlık olmasını sağlar. Yapılan pek çok araştırma ve deney çalışması yardım etme, dayanışma ve kolektif hareket etme eğiliminin insanın ilk var oluşundan itibaren genetik bir eğilim gibi varlığını sürdürdüğünü gösterir. İnsanlık tarihine ilişkin yapılan sayısız antropolojik çalışmalar da insanın menfaatçi, kendi çıkarını önceleyen, bencil doğasının olmadığını gösterir. Fromm “insan doğası” kavramını yani her dönem için geçerli bir “insan doğası” kavramını reddeder ve insanın karakter ve kişilik yapısının içinde bulunduğu çağ, toplum ve kültürel değerlere göre değişkenlik göstereceğini savunur. Ancak insan doğasının negatif özelliklerle ve kolektif değerlerin zıt kutbunda gösterilmesinin bilinçli bir çarpıtma metodu olduğunu da savunur. Fromm “insandaki yıkıcılığın kökenleri” adlı çalışmasında bunu şöyle ifade eder; “bilginler, kapitalist toplum biçimini rasyonalize etmek ve gerekliliğini kanıtlamak için mülkiyetçiliği, yarışmacılığı, rekabeti ve bencilliği doğuştan insan nitelikleri olarak savunmaya çabalamışlardır.”[22]
Kapitalist sistem tandanslı evrimsel psikologların tezlerine göre, canı pahasına başkalarına yardım eden canlı türü evrimsel açıdan kaybeder. Çünkü canı pahasına yardım eden, evrimde zararlı çıkar ve yok olur. Ancak doğanın işleyişi böyle değildir. Örneğin bir ağaç meyve verir, sonra o meyveleri kuşlara, insanlara ve daha birçok canlıya ikram eder. Balık canı pahasına milyonlarca yumurta yumurtlar, doğum yapar ve ölür.
Kapitalizmde sonuç odaklı düşünme ve indirgeme, herhangi bir varlığın hem etkileşim alanı hem de yararlarını görünürsüzleştirmiş oluyor. Örneğin bir ağacın sonda bekleyen neticesi meyve olduğundan, “ağaç meyve içindir” yanılgısı ve indirgemeciliği üzerinden ele alınır. Oysa ağaçların meyve vermek haricinde; havayı temizleme, oksijen üretme, yaşam alanlarını serinletme, toprak kaymasını önleme, insanları zararlı ışınlardan koruma, sinirleri yatıştırma, hayvanlara yuva olma, depremlerin etkisini azaltma gibi pek çok faydası vardır. Ağacın bu cömertçe kendini sunması olmasaydı eko sistem bozulurdu.
Karşılıklı dayanışma, birlik ve birbirini tamamlama sadece insanın özünün baskın eğilimi değil, dünyanın, hatta evrenin bile işleyiş yasasıdır. “Bağışıklık denge” kavramı bu evrensel ilişki ve dayanışmayı ifade eder. Hangi maddeyi, hangi varlığı ele alırsanız alın devasa bir dayanışma ağıyla varlığını sürdürdüğünü görürsünüz. Örneğin insanın temel ihtiyaçlarından olan suyu ele alalım. Suyun oluşabilmesi için güneşe, dolayısıyla da dünya ile güneş arasındaki mesafenin şimdiki kadar olmasına ihtiyaç vardır. Güneşe ihtiyaç duyulduğuna göre samanyolu galaksisine, Vega burcuna ve dolayısıyla bütün uzaya ihtiyaç vardır. İnsanın su gibi basit bir ihtiyacı bütün evrenin varlığına bağlıyken, bu ihtiyaç karşısındaki sermayesi ve gücü yok hükmündedir.
Darwinci teoriden beslenen ve doğal seçilimi hayatın tümüne ayarlayan kuramlara göre kendi çıkarının peşinde koşan aç gözlü insanın rakiplerini yok etmesi gerekir. Fakat insan evrimcilerin tezini çürüterek bunu yapmaz; aksine kolektif dayanışma ile toplumu var eder, toplumsallaşmayı yaratır. İnsan toplumsallaşmayı başardığı oranda kolektif yapılar olan köy, kasaba ve kentleri inşa eder. Köy, kent inşaları da egemenlerin tarih toplum yorumlarının etkisinde kaldığından, komünal bir bakışla yeniden ele alınmayı ve yorumlanmayı gerektirir. Örneğin bu konuda en eski çalışmalar olan Brodway ve Gordon Childe’in çalışmalarından tutalım da bugün okullarda antropoloji ve tarih biliminde, insanların köy inşalarının ve yan yana evler yapmalarının savunma amaçlı olduğu, aynı şekilde kent inşalarının da daha büyük savunma ihtiyacından ortaya çıktığı savlanır. Oysa ilk yerleşik yaşama geçişte insanın yarattığı köyler dayanışma amaçlı olup, komünal bir refleksin ürünüdür. Evlerin yan yana inşası kolektif ve dayanışmacı edinim daha faal olması amacıyladır. Köy inşasını savunma refleksi olarak tanımlamak inşanın neolitik yaşamda güdüleyen temel faktör veya motivasyonun şiddet olduğunu dolaylı olarak ifade etmek anlamına gelir. Sorulması gereken soru eğer savunma amaçlıysa kime karşı, neye karşı savunma? Kent inşaları da aynı komünal dayanışmacı ve kolektif edimin ürünüdür ve bu da komünal bir bakışla yeniden ele alınmayı gerektirir. Zira yaratılan ilk kentler daha geniş tarım alanları oluşturmak, daha büyük kolektif emek, üretim ve dayanışma amacıyladır.
İnsanın bu davranışı “evrendeki temel duygunun mücadele mi, yoksa yardımlaşma mı?” olduğu sorusunu gündeme getirmektedir. İnsanın varoluşundaki temel motivasyon, kendi çıkarının peşinde koşmak olsaydı, kendi ömrünü uzatmak peşinde koşardı, toplumsal kurumlar inşa etme peşinde değil. Egemenlerin bakış açılarından tarih-toplum okuması yapıldığında, insanın “büyük benlik küçük benliği yutar” gibi bir mücadele içerisinde olduğu görülür. Oysa bu yanılsamalı bilinçten sıyrılıp berrak bir bakışla bakıldığında sadece insanın da değil, bütün canlıların kendi canı pahasına fedakarlık yaparak başkalarına yardım ettiğini, bu duygunun başat olduğunu görürüz.
Örneğin tavuğun yavrularını kurtarmak için kendini tilkinin önüne atması, yine evlerde yuva yapan kırlangıç kuşlarının olası bir yangında yavrularını kurtarmak için hiç düşünmeden ateşin içine dalması gibi pek çok örnek verilebilir. Doğadaki bitki türlerinin etkileşimi de bireysel değil, kolektiftir. Örneğin bitkiler bir tür olarak bir yerde tek tek yaşamaz, genellikle öbek öbek yeşerirler. Çiçek, ağaç vb. Doğanın hareketsiz canlıları bile tek başına değil, çoğul olarak bir aradalık halinde varolurlar. Demek ki kolektivite sadece insanın değil, doğanın ve evrenin de temel davranış tarzıdır.
Bu görüşü destekleyen bir başka çalışma da Massachusetts Üniversitesi ekonomi uzmanlarından Herbert Gintis ile Kaliforniya Üniversitesi antroploglarından Robert Boyd’ın kuramsal çalışmalarından geliyor. Araştırmacılar bireylerin etkileşim modeli oluştururlar. Modelde bireylerin ilk başta aldatan ya da yardım eden konumunda olmaları sağlanır. Sonuçta, kişisel etkileşimlerde aldatanların kazançlı çıktığı görülür. Oysa gruplar birbiriyle çekiştiklerinde yardımlaşma duygusunun daha yoğun olduğu grupların öne çıktığına tanık olundu. Bu çalışma 30 kişilik gruplarla yapıldığında, grupların birbiriyle çalıştığı zaman aldatan değil, yardım edenin galip geldiğini gösterdi.
İnsanda başarılı davranışı örnek alma, modelleme veya kopyalama eğilimi vardır. Yardımlaşma kolektif yarar sağlar. Sadece işbirliği, uzlaşma ve yardımlaşma değil, gruplarda kurala uymayan, bedel ödemeyenlere karşı bir cezalandırma tavrı gelişir. Deney gruplarındaki bu bencilliğin, salt kendini düşünmenin veya bedel ödememenin cezalandırılması tavrı toplumlarda ahlaki edim konusu yapılmakta ve ayıplanmaktadır. Ayıp, ahlaki değerlere ters düşme durumunda utanç ve onursuzluk nedeni olarak düşünülen durum ya da davranıştır. Her toplumun ahlaki değerleri kendi gelenek ve kültürel yapısına göre belirlenir. Örneğin komünal değerlerin başat olduğu toplumlarda bireysel şeylere tenezzül etmek ayıptır. İsrail cezaevlerinde Filistinli tutsaklar açlık grevindeyken, cezaevinin kapısında ızgara yapıp kokusuyla Filistinli tutsakların iştahlarını kabartmayı amaçlayan bir grup İsraillinin görüntüleri medyaya yansıyınca bütün dünya bunu ayıpsadı, kınadı. Bazı ahlaki prensipler evrenseldir ve insan olma kimliğini tanımladığı için dünyanın her yerinde benzer reaksiyonlar alır. Örneğin aç olan bir topluluk içerisinde birisi kalkıp herkesin kendisine baktığını bile bile gamsız bir edayla yemek yiyebilir mi? Böylesi bir davranış salt görgüsüzlük olarak değerlendirilemez, insani kimliğini yitirme anlamına gelir.
RAMAZAN ÇEPER
BİTTİ
YORUM GÖNDER