I.WALLERSTEİN VE A.GUNTER FRANK'IN DÜNYA SİSTEMİ ANALİZİ VE A.ÖCALAN'IN MERKEZİ UYGARLIK KURAMI (1.BÖLÜM)
Tarih yazımı ve toplumsal hakikatin tanımı daima tartışmalı bir konu olarak süregelmiştir. Çünkü tarih yazımı genelde ya subjektif amaçlar için bir araç olarak kullanılmış ya da bütünü görmeyen, göstermeyen ve parçaların hakikat olduğunun iddiasında çakılı kalınmıştır. Hakikat farklı farklı yönlere sahip olabilir ve her bir parçası başka bir hakikati teşkil edebilir. Bir olgunun, olayın yüzlerce açıdan hakikati olabilir ama hepsi bir arada göründüğünde ancak söz konusu olgunun, olayın hakikati görülmüş, anlaşılmış ve tanımlanmış olacaktır. Bu sebeple olay ve olgulara yaklaşımda yöntem belirleyici bir rol oynar.
İktidarcılığın insan toplumunda şekillenmeye başladığı 5000 yıl öncede günümüze kadar olan evre uygarlık olarak tanımlanmaktadır.
İktidarcılığın karakteri gereği hegemonyasını inşa etmek için her uygarlık, tarihi kendisiyle başlatılan bir evren, dünya tanımı yapmış, toplumsal yaşamın ve tüm kolektif değerlerin kendi yaratımı olduğunu iddia eden bir zihinsel örgü kurmuştur. Sümer, Mısır, Babil, Grek, Roma, İslam, Avrupa, uygarlık merkezlerine bakıldığında, dünya-toplum tanımının tarih ve hakikat olarak kendilerinden başladığını bir benmerkezci zihinsel inşa ile hegemonyalarını kurdukları görülecektir. Bu bir devlet-iktidar geleneği olarak süregelmiştir. Bu uygarlık merkezleri birer hakikat olmakla birlikte –egemenliklionlar dışında ve onları da oluşturan sayısız hakikatin var olduğunu, dünya ve toplumsal yaşamın bu hakikatlerin toplamını ifade ettiğini bugün çok daha iyi biliyoruz. Bu da bir dünya sistemi tanımlamasının benmerkezci yöntem ve anlayışlardan arındırılması gerektiğini ve tüm hakikatleri kapsayan, onları inkâr edip dışlamayan ve onlarla diyalektik bir etkileşim içinde merkez ve çevrelerin oluştuğunu ele alan bir yöntem ve anlayışı zorunlu kılmaktadır.
Sosyal bilimlerin gelişmesiyle toplumsal tarihi, sistemi ve evreni daha somut verilere dayalı inceleme ve model oluşturma imkânı doğmuştur. Sosyoloji, antropoloji, tarih, ekonomi ve siyaset bilim dalları ve belirlenmiş bilimsel yöntemle olguların gerçeğe yakın tanımlamasını yapmışlardır. Ancak sosyal bilimler üç açıdan sorunludur. Bir, bilimleri diyalektiksel evrimin mutlak doğrusu (doğması) haline getirmesi, iki, olay ve olguları en küçük parçalara bölerek mikro olanın tanımını yapması, ama makro gerçek ve diğer olay ve olgularla diyalektiksel bağını kurmamasıdır. Üçüncüsü ise, toplumsallığın metafizik-ahlak, düşünce hakikatlerinin de en az maddi olgular kadar gerçek olduğunu reddetmesi ve bunları gerçek dışı ilan etmesidir. Bu da benmerkezci tarih, toplum, sistem, evren tanımlarının kendilerini bilime dayandırarak sürmesine olanak tanımış. Kapitalist modernite bunun üzerinden benmerkezci sistemini inşa etmiştir. Hegemonyasını kuran kapitalist modernite, bilimsellikle kendi sistemini meşrulaştırarak, tekçi anlayışını dayatarak faşist milliyetçi savaşlar, soykırımlar gerçekleştirmiştir. Sosyal bilimler bu bağlamda iktidar yapıların parçası haline gelmiştir.
Toplumsal sorunların çözümü iddiasında olan her tez bir dünya sistem analizi yapmak, reddedilenle birlikte yeni inşa edilecek sistemi de analizinde ortaya koymak durumundadır. Gerek tarihsel benmerkezciler ve gerekse de bir bütün olarak sosyal bilimlerin (pozitivizmin) açmazı üzerinde şekillenen kapitalist modernite karşısında birçok filozof dünya sistemi analiz modelini geliştirmiştir. Bu çalışmada Andre Gunder Frank, Immanuel Wallerstein ve Öcalan’ın analiz modelleri üzerinde durmaya çalışacağız.
A.G. Frank, “Bizler çağdaş dünya sisteminin en azından 5000 yıllık bir tarihe sahip olduğunu iddia ediyoruz.” demektedir. Bu yaklaşımla dünya sistemini daha bütünlüklü kavrama olanağı ve önerisi gelişmektedir. Frank, ben-merkezli sistem analizlerine karşı çıktığı gibi, “Avrupa benmerkezciliğine karşı daha insan merkezli bir meydan okuma” tavrı içindedir. “İnsan merkezli” denilirken, herhangi bir ulusun, etnisitenin veya kimliğin ve iktidarın merkeze alınmaması olduğunu dile getirilmektedir. Bu nedenle, Mısır, Grek, veya Avrupa’nın kurduğu bir dünya sisteminin olmadığını; bunlar şahsında oluşanın, var olan dünya sistemi içinde çeşitli zamanlarda kendilerinden öncekilerin biriktirip geliştirdiği ekonomi, siyaset, zihinsel kapasiteleri kullanarak hegemonyaları kuran, dünya sistemi içindeki uygarlık merkezleri olarak ele almaktadır. Frank, Batı merkezli yaklaşımlara karşı, “Doğu ile bağlantı kurulmaksızın Batı’nın varlığından söz edilemeyeceği” tezini savunmaktadır. Öcalan, Batı merkezli yaklaşımları “köksüzlük” ve çocuğun anasını inkâr etmesi”[4] olarak değerlendirmektedir. Frank’ın yaklaşımı da buna benzerdir. Dünya sisteminin “parçalar”dan oluştuğu ve bu parçaların geçmişte başka zaman ve mekânlarda oluşturulduğu kavrayışı ben-merkezci hegemon güçler tarafından kısırlaştırılmış zihinlerin açılmasında anahtar rolü oynar. Perdelenmiş, çarpıtılmış tarihsel hakikatleri ancak böylesi bütünlüklü bir bakış yöntemiyle görmek mümkün olacaktır.
Marksizm’in toplumsal yapıları köleci, feodal, kapitalist, sosyalist gibi birbirinden ayrı aşamalar şeklinde tanımlaması analize karşı çıkan Frank, bu biçimde bir sistem oluşumunun aslında hiç var olmadığını belirtmektedir. Toplumları, tarihsel materyalizmin üretim biçimlerine ve üretim araçlarına göre kategorilere ayırarak değil, G.Childe, F.Braudel gibi “topyekûn tarih anlayışı”nın kapsayıcılığında ele almak gerektiğini söyler. Bu, tüm sistem parçalarının aynı olduğu anlamında değil, tersine her dönemin kendine has özellikler taşıdığı, nicel ve nitel değişimler yaşadığı, ama bir önceki tarih sürecinin devamı olduğu anlamına gelmektedir. Frank, topluma ait her şeyin kümülatif bir birikimle oluştuğunu ve bu birikmenin onda nitel nicel değişimler yarattığını, dönemlerin birbirinden farkının da böyle oluştuğunu savunur. Bu nedenle kapitalist moderniteyi dünya sisteminden kopartıp bambaşka bir sistem olarak tanımlayan Wallerstein’e da karşı çıkmaktadır. Kapitalist modernitenin 5000 yıllık sistemin en son “birikim tarzı” olduğunu belirten Frank, “kanıtlar bize 5000 yıl önceki uzak bir geçmişte bile dünya sistemi çapında bir işbölümünün var olduğunu düşündürüyor. Bu iş bölümünün biçimin modern biçim ile özdeş olması zorunlu değil. Neden olsun? diye sorarak, “modern işbölümü” ve “birikim tarzı”nın nitel-nicel değişimiylerle yeni bir dünya sisteminin oluşturmadığını, aynı sistemin devam ettiğini söylemektedir.
Sistemin devamını bir “determinizm” olarak ele alan Frank, ancak bunun “önceden belirlenmiş olmayan” bir determinizm olduğunu belirtmektedir. Buna göre, yaşam kaosu içinde özel planlar olmakla birlikte çoğu şey belirsizdir. Ve bu belirsizlikler planları büküp yönlendirmekte, hesaplanmamış sonuçlara yol açmaktadır. Frank söz konusu süreci şu benzetmeyle ifade etmektedir: “Sistemdeki tarihsel süreç ve aslında dünya sisteminin kendisi akan bir buzul gibi, çevreye hem uyum sağlayarak hem de onu değiştirerek kendi yolunu kendisi çizer.”
Sistemlerin değişimi ile hegemonyaların değişimini birbirinden ayıran ve ayrı “şeyler” olarak ele alan Frank, 5000 yıllık süreç içinde birçok hegemonya çevriminin yaşandığını belirtir. Hegemonyayı, “Toplumsal artı birikimini siyasal örgütler ve bunları temsil eden sınıflar arasında zor yoluyla oluşturulmuş hiyerarşik örgütlenme” olarak tanımlıyor. Bu bağlamda kapitalist moderniteyi de “süper hegemonya” olarak imparatorluk ve emperyalizmden daha esnek bir yapı biçiminde ifade etmektedir. Hegemonya çevrimleri Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya dönebilir ama süper hegemonya da 5000 yıllık süreçte sistem içi bir hegemonyadır. Frank’a göre, “Bu tek dünya sistemi süreci gelişir, ardından ’ilerleme’ barış, refah ile birlikte savaş, yıkım ve bunalım getirir; tüm dünya (sistemi) tarihinin özü budur.” Dünya sistemine dair bu analiz sistemden çıkışın kapılarını kapatmakta ve bir çeşit kaderciliği barındırmaktadır.
Wallerstein dünya-sistemi modelinde kapitalizme bir sınır çizer. Kapitalist modernite öncesi çeşitli dönemlerde belli sistemler oluşmuşsa da bunları dünya-sistemi olarak kabul etmemektedir. Wallaerstein, bu nedenle 5000 yıllık dünya sistemi analizlerine katılmamaktadır. Frank’ın eleştirilerine verdiği yanıtta, “Frank makalesinde (1990) ‘dünya sistemi’ olarak adlandırdığı karşılıklı bağlantılardan oluşan ticaret ağının binlerce yıl boyunca gelişmesine ilişkin kanıtlar gösterir. Onun bu öykünün dünyada M.Ö. 8000’den M.S. 1500’e kadar yaşananların oldukça kabul edilebilir nitelikte bir ilk ve kısmi açıklaması olduğuna gerçekten inanıyorum” demektedir. Wallerstein geliştirdiği dünya-sistemi analiz modeliyle Frank’ın analiz modeli arasındaki farkı ortaya koyarken kapitalist moderniteyi “biriciklik” mertebesine yükseltir. Dünya-sistemi modelini, “bir dünya olan” bir sistem olarak tanımlamaktadır. Bu anlamıyla Wallerstein kapitalist moderniteyi dünya üstü, dünyaya ait olmayan ayrı bir dünya gibi ele almaktadır. Bu tanım Hegel’in halkların-ulusların ilerleyerek mutlak tin (Geist) de özgürleşmesi biçimindeki yorumunu da aşan bir tanımı çağrıştırmaktadır. Şüphesiz sistem olarak kapitalist modernitenin bir özgüllüğü vardır. Ancak bu durum kapitalist moderniteyi “biricik” kılmaz. Kapitalist modernite kendisinden önceki merkez veya merkezlerden dünya sistemini devralmış ve o geleneği sürdürmektedir.
“Israrla belirtiyorum kapitalizmin ayırt edici özelliği sadece sermaye birikimi değil, kesintisiz sermaye birikimiydi.ilk olarak Avrupa’da 16. yüzyılda yaratıldı ve sonra tüm dünyayı kapsayacak şekilde yayıldı.” Merkezi uygarlığı birbirinden kopuk olarak köleci, feodal ve kapitalist biçiminde kesintili tarzda ele almak böylesi bir sonucu doğuracaktır. Ancak Öcalan’ın “Pazar-kent-ticaret” üçlüsü çevresinde çözümlediği gibi, merkezi uygarlık tarihi boyunca, sermaye el değiştirerek, ama kesintisiz bir biçimde süregelmiştir. Öcalan, kapitalist modernite için paradan para kazanma dışında “ekonominin temel ilişkilerinde herhangi bir keşfi, yeniliği söz konusu değildir. Meta ve değişimin de yaratıcı gücü değildir. Binlerce yıldan beri metalaşma, değişim sürüp gitmektedir.” demektedir. Dolayısıyla “kesintisiz sermaye birikimi” kapitalizmi kendi başına dünyasistemi yapmaz. Kapitalist modernitenin sistem olarak niteliği ve özgüllüğü, onu ancak dünya sistemi içinde en kuşatıcı sistem haline getirebilir.
Wallerstein kapitalist modernitenin, “ayak merdiveninde daha hızlı koşmak için gitgide hızlanan deney faresi gibi sonunda tüm enerjisini tüketip çökeceğini belirtiyor. Bu çöküşün demokratik modernitenin sistem karşıtı unsurların mücadelesi sonucu değil de, kapitalist sistemin “sermaye üretmek amacıyla sermaye üretmek” işleyişi sonucu döngüsel ömrünü tüketip kaosa girerek gerçekleşeceğini savunmaktadır. Sistem karşıtı hareketlere ise, ancak kaos sürecinde rol vermekte. Ancak somut bir alternatif sistem önerisi geliştirmemiştir. Bir öneri olarak “saçma” ve “olumsuz” olan kapitalist sistemin krize girmesiyle “daha fazla hak ve pay talebiyle yüklenilmesi”, “daha fazla demokrasi ve açık karar alma mekanizmaları talep edilmesini,” dayanışmanın yükseltilmesini, kapitalizmin yıkılmasından korkulmamasını, devlet sistemine yatırım yapılıp güçlendirilmemesini, yıkılışından yararlanılması gerektiği biçiminde önerilerde bulunmaktadır. “Gelecek dünya düzeni, önceden söylemeye çalışmayıp ancak düşleyebileceğimiz biçimlerde azar azar kurulacaktır.” diyen I.Wallerstein sistemin krizinden “demokratik”, “sosyalist” bir düzenin inşasının “belki” gerçekleşebileceğini dile getirmektir.
METİN YAMALAK-ERGİN ATABEY (BOLU F-TİPİ C.EVİ)
YORUM GÖNDER