ORTADOĞU DEMOKRATİK ULUS ÇÖZÜMÜNDE KÜRDİSTAN’IN ROLÜ (2.BÖLÜM)
Kapitalizmin Ortadoğu’da Ulus-Devlet Çıkmazı
Kapitalizmin genelde toplumlara, özelde ise Ortadoğu toplumuna en büyük kötülüğü ulus-devlet inşasıdır. Ulus teorisi söz konusu edildiğinde önemle kritiği yapılması gereken husus, ulusun kutsallaştırılması, tanrısallaştırılması gerçeğidir. Kapitalist modernite geleneksel din ve tanrı anlayışları yerine, bizzat ulus-devlet tanrısallığını inşa etmiştir. Milliyetçilik ideolojisini ulus-devletin dini olarak yorumlarsak, ulus-devletin kendisini de bu dinin tanrısı olarak kavrayabiliriz. Devletin kendisi modernite çağında Orta Çağ’ın, hatta İlk Çağ’ın bütün tanrısallık kavramlarının özünü içerecek biçimde inşa edilmiştir. Gerek devlet tanrısının gerekse milliyetçilik dininin kendini üzerinde var ettiği olgu cinsiyetçiliktir. Tarih boyunca tüm devletçi uygarlık yapılanmaları kendini buna dayamıştır. Eğer cinsiyetçilik ellerinden çekip alınırsa hepsinin patır patır döküleceği bir gerçektir. Çünkü ana-kadında somutlaşan toplumsal kültüre ve ahlaka ilk ve büyük darbe kadının düşürülmesiyle vurulmuştur.
Kavram olarak ulus, klan-kabile ve akraba aşiretlerin kavim, halk veya milliyet biçimindeki oluşumlarından sonra gelen ve kendini en çok dil ve kültür benzerliğiyle karakterize eden toplum biçimlenişidir. Ulusal toplumlar, kabile ve kavim toplumuna göre daha kapsayıcı ve geniş hacimli, bu nedenle de gevşek bağlarla birbirine bağlı insan topluluklarıdır. Ulusal toplum daha çok çağımızın bir olgusudur. Genel bir tanımı yapılırsa, ortak bir zihniyeti paylaşanların topluluğudur denilebilir. Yani zihnen var olan bir olgudur. Dolayısıyla soyut ve hayali bir varlıktır. Buna kültür tanımlı ulus da diyebiliriz. Kabile ve aşiretler halinde gelişme kaydeden toplum doğası daha yerleşik hale gelip, ortak dil ve kültürünü geliştirdikçe ve özündeki ahlaki ve politik toplum kimliğini sürdürdükçe, kavim ve ulus olarak şekillenmeye başlarlar. Toplumlar başlangıçtan itibaren kavim ve ulus kimliğinde doğmazlar, ancak Orta Çağ’da kavim ve Yakın Çağ’da da ulus kimliğine çok daha fazla yaklaşmışlardır. Kavim, ulusun bir nevi kimlik malzemesidir. Yakın Çağ’la birlikte toplumların iki yoldan uluslaştıkları görülür. Resmi uygarlığın kavim asabiyetini modern milliyetçiliğe dönüştürüp devlet, burjuvazi ve kentin yeni toplum şeklini devlet-ulusu olarak belirlemeye çalıştığı görülür. Hâkim bir etnik grup temel çekirdek rolünü oynar. Ona ait kimlik tüm ulusa mal edilir. Hatta kimlikleri çok farklı kabile, aşiret, kavim ve uluslar zorla bu etnik grubun dil ve kültürü içinde eritilmeye tabi tutulur. ‘Vahşi uluslaştırma’ denen yol budur. Tarihin en büyük kültür katliamı bu resmi uygarlık yaklaşımıyla tüm uluslarda binlerce kabile, aşiret, kavim ve ulusun tüm dil ve kültürleri üzerinde yürütülmüştür.
İkinci yol uluslaşma, ahlaki ve politik toplum kapsamındaki aynı veya benzer dil ve kültür gruplarının demokratik siyaset temelinde demokratik topluma dönüştürülmesiyle gerçekleştirilir. Uluslaşmada tüm kabile, aşiret, kavim, hatta aileler ahlaki ve politik toplum birimi olarak yer alırlar. Kendi dil, lehçe ve kültür zenginliklerini yeni ulusa aktarırlar. Yeni ulusta kesinlikle bir etnik grubun, mezhebin, inancın, ideolojinin egemenliğine damga vurmasına yer yoktur. En zengin sentez, gönüllüce gerçekleştirilenidir. Hatta birçok farklı dil ve kültür grupları bile aynı demokratik siyaset aracılığıyla demokratik toplumlar olarak ortaklaşa ulusların üst birimi halinde, ulusların ulusu kimliğinde yaşayabilirler. Toplumsal doğaya uygun olan da bu yoldur. Genelde olduğu gibi, Ortadoğu’da da ulus-devletler bunalımdan çıkışın değil, bunalımın derinleşmesinin araçlarıdır. Amaçları hegemonik ulus-devletlerin küresel istikrarını sağlamaktır. Bu da sonuçta kapitalizmin bunalımını küreselleştirir. Ortadoğu ulus-devletleri, bölge kültüründen beslenen araçlar olmadıklarından hep bir çelişkiyi yaşarlar. Geleneksel iktidar bunalımına kendi yabancılıklarından kaynaklanan unsurlar eklerler. Böylece bölge toplumlarının kültürel gerçeğinden tümüyle koparlar. Hiçbir toplumsal sorunu çözemeyen bu ajan kurumlar gittikçe gereksizleşirler. Bölgedeki ulus-devletler kapitalizmin başlangıç döneminde devlet kapitalizmi ile varlıklarını biraz meşrulaştırdılarsa da, kısa bir süre içinde toplumsal sorunların altında nefessiz kaldılar. Sadece antidemokratik olmakla kalmadılar, anti-toplumsal da oldular. Ulus-devletlerin doğuşları mantıkları gereği demokratik ulusa karşıtlık temelindeydi. Geç dönemlerinde bu karşıtlık toplamsallık karşıtlığına dönüşür. Ortadoğu kültüründe inşa edilen ulus-devletleri, hegemon ulus-devletin en yoğunlaşmış ajan kurumları olarak yargılamak gerçekçidir. Örneğin yirmi iki minimal Arap ulus-devletinin varlığı ancak hegemon ulus-devletin çıkarlarıyla izah edilebilir. Başka türlü bir izahı olamaz. Osmanlı bakiyesi TC’nin varlığı ancak minimal bir ulus-devlet olmayı kabul edince tanındı. Başka türlü vücut bulamazdı.
Ulus-devletin en vahim sonuçlarından biri de kültürel miras üzerinde yol açtığı tarihte eşi görülmemiş yıkım, tasfiye ve asimilasyon hareketidir. Ulus-devletin en ayırt edici özelliklerinden biri, hakim bir ulus-etnisitesine dayanarak, kendi dışındaki tüm diğer etnisiteleri binlerce yıllık kültürleriyle (tek dil, tek ulus, tek vatan, tek devlet….) yok sayması ve buna dayalı yıkım, tasfiye ve asimile etmedir. Tarihin hiçbir döneminde ulus-devlet kadar yerelin ve bölgelerin kültürüne yıkım getiren başka bir devlet rejimi yaşanmamıştır. Ulus-devlet sadece kent devleti ve demokrasiyle imparatorluk sisteminin aleyhinde, zıddı olarak gelişmemiştir. Belki de bu iki olgudan daha fazla yerel ve bölgesel olan tüm kimliksel özellikleri yasaklayarak, yıkarak, özümseyerek tarihsel-toplumdan silmeye çalışmıştır. Hâlbuki en merkezi imparatorluklar bile her zaman yerelin ve bölgeselin hukukuna dikkat etmişlerdir. Tarihte hiçbir baskıcı ve ideolojik gücün başvurmadığı bu hareketler ulus-devletin yapısıyla ilgilidir. Denilebilir ki binlerce yıldan beri oluşan ortak kültürel değerler son iki yüzyılın ulus-devlet bombardımanıyla paramparça edildi. Ne devletli uygarlık sistemleri olarak ne karşıtlarınca yaşanan komünal sistemler olarak Ortadoğu toplumları, tarihlerinin hiçbir döneminde kapitalist modernitenin hegemonyası altındaki kadar kimliklerinden, bütünselliklerinden soyundurulmadılar, parçalanıp birbirlerine ve varoluşlarına karşı yabancılaştırılmadılar. Tarih boyunca kültürel bütünlük içinde bir yaşam inşa eden Ortadoğu toplumu, Birinci Dünya Savaşı’nın sıcak ateşi içinde, kapitalist modernite güçlerince bir kasabın doğramasına benzer biçimde doğranıp, ulus-devlet denen canavarların insafına terk edildi.Bu çerçevede gerek dünyada gerekse Ortadoğu’da ulus-devletin en yalın halini ve gerçek yüzünü Kürdistan somutunda görmek ve anlamak mümkündür.
Kürdistan coğrafyasında yaşayan başta Kürtler olmak üzere Ermeni, Süryani-Asuri-Keldani, Ezidi gibi, bu coğrafyanın en kadim etnik ve inanç gruplarına uygulanan soykırımın nedeni tekçi zihniyete sahip olan ulus-devlet projesidir. Her ulusa bir devlet değil de yarattıkları devlete yapay bir ulus yaratma girişiminin sonucudur, bu halkların yaşadığı trajedi. Bu sadece fiziki bir soykırım değildi. Toplumsal yapısından tutalım kültürlerine, coğrafyasından tutalım tarihsel belleğe kadar her şeylerini soykırıma uğrattılar. Hâlbuki Ortadoğu toplumunda yerel ve bölgesel olana demokratik ifade şansı tanınsa açık ki sorunlarının büyük kısmı daha kolayca aşılacaktır. Tarihsel gelenek de bu gerçeği hep vurgu yapmasına rağmen, ulus-devlet afeti tarihe kulak tıkar. Kendi homojenlik at gözlükleriyle tarihe baktıkça büyük zenginliği tek renk olarak görür veya gördürür ki sonuç, toplumsal gerçekliğin inkârı ve faşizmdir.Kapitalist modernitenin üçlü sacayağından biri olan bu soykırımcı, homojen, tekçi ulus-devlet zihniyeti aşılmadan Ortadoğu’da hiçbir soruna kalıcı çözüm bulunamaz. Bunun çözümü ve alternatifi demokratik modernitenin üçlü sac ayaklarından biri olan, ahlaki politik toplum olarak da tanımladığımız, çok uluslu, çok dilli demokratik ulus zihniyeti ve demokratik özerklik yapılanmasıdır. Bu kaotik durumdan çıkışın en uygun eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik modelidir. Tarihten kopuk değildir. Ortadoğu toplumlarının binlerce yıllık komünal ve ortak yaşam geleneğinin güncelle buluşmasıdır. Demokratik ulus, varoluşu hakkında doğru bilinç kazanmış toplumun ulusallığıdır. Demokratik uluslaşma sürecinde kadın özgürleşmesi büyük önem taşır. Kadının kendi rengiyle ve özgürce yer almadığı hiçbir oluşum demokratik olamaz. Özgürleşen kadın özgürleşen toplumdur. Özgürleşen toplum ise demokratik ulustur. İlk toplumsallaşmanın öncü gücü olan kadın, demokratik ulus inşasının da öncü gücüdür. Toplumların tarih boyunca yaşam tarzı komünal ve paylaşımcılık temelinde şekillenmiştir. Zaten komünal olmayan toplumsal olamaz. Toplumsallığın bozulması özel mülkiyetin gelişmesiyle başlamıştır.
Özel mülkiyetin geliştiği yerde ise vicdan ve zihniyet kirlenir. Kapitalizmin toplum karşıtlığı en çok da özel mülkiyeti, tekelciliği ve bireyciliği şahlandırmasında ortaya çıkıyor. Ortadoğu geleneğinde paylaşımcılık ve komünal yaşam güçlüdür. Bunların en başında gelen dayanışma, komün ekonomileri temel birim rolünü oynar. Komün ekonomisi demokratik ulusun da temel birimidir. Nasıl ki ekonomik tahakküm tekelleri ulus-devletin temel ekonomik sömürü birimleriyse, komün ekonomik birimleri de demokratik ulusun temel ekonomik yaşam birimleridir. Demokratik ulus ve demokratik modernite komün ekonomisi üzerinde yükselir. Ukrayna(NATO)-Rusya savaşıyla tekrardan gündeme gelen gıda krizine Dicle-Fırat havzasında geliştirilecek tarım ekonomisi çözüm olmaya adaydır. Bu Dicle-Fırat ki bin yıllarca tüm bölgenin beslenmesinde, zenginleşmesinde, gelişmesinde ana rolünü oynamıştır. Mezopotamya’nın kelime anlamı da ‘‘iki nehir arası’’dır. Tevrat’ta Kutsal topraklar olarak adlandırılan yer Dicle-Fırat-Nil havzasıdır. Demokratik ulusta doğayı yutan endüstriyalizm değil tarıma ve hayvancılığa dayalı komünal ekonomi ve ekolojik endüstri esastır. Demokratik ulusta ekonomi tekellerin ihtiyaçları ve iktidarın elinde topluma karşı kullanılan bir silah değil toplumların ihtiyacına göre gelişen, şekillenen bir üretim ve yaşam tarzıdır.
ZÜLFİKAR BUDAK
YORUM GÖNDER