21.YÜZYIL CİNS ÇELİŞKİSİNİN ŞİDDETLENMESİNİN NEDENLERİ VE MÜCADELEMİZ (4.BÖLÜM)
Tek Tanrılı Dinlerde Ataerkilliğin Kurumsallaşması
Tek tanrılı dinler tarihinde kadın etrafında ikinci büyük cinsel kırılma kültürü gelişme kaydeder. Mitolojik dönem kırılmasındaki kültür bu sefer tanrı emri olarak kanun haline gelir. Kadına yönelik uygulamalar tanrının kutsal emrine bağlanır.
İbrani erkeklerine bugün bile günlük dualarında ”Ey beni kadın yaratmayan rabbimiz tanrı, evrenin başı, şükürler olsun sana” demeleri öğretilir. Muhammed “Havva yaratılınca şeytan bayram etti” der. İsa da kadın siliktir, yok gibidir.
Tek tanrılı eril dinlerin yapısının özünde, dişil değerler taşıyan inançları, kadınların bedensel özerkliğini ve toplumsal kimliklerini yok etmek için tasarlanmış yasalar vardır. Bunlar, ninelerimizin, dedelerimizin, kutsal tanrı sözü sayarak benimsediği yargılardır. Bunlar toplumun büyük çoğunluğunun öylesine doğal bir parçası olmuştur ki, herkesi farklı biçimlerde etkilemektedir. Eril dinlerin yasaları kurumlaştıkça, eskiden “Cennetin Ecesi”nin egemen olduğu topraklarda, bulunduğu toplumsal konumuna çok uzak düşen bir yere getirilmiştir. Gücü her şeye yeten erkek tanrının buyruklarının mutlaklığı sorgulanamaz yasalar halini almıştır.
Halbuki her bir tanrıça ana topluma sundukları yararlılıkla değerlendiriliyordu. Tarımı, hasatı, bilgiyi, erdemi, doğruluğu, evreni, ritmini, ahlakı, sevgiyi temsil eden yüce kadınlardan, kaburga kemiğinden yaratılan günahkar Havva’ya, gözü yaşlı Meryem’e, baştan çıkaran şeytana, erkeğin tarlası olarak tanımlanan silik bir kadın imgesine düşürülme hikayesidir bu! İçinde direniş, hafızasızlaştırma, erkeğe boyun eğmeyi bir doğallık sanan kadınların hikayesi…
İkinci cinsel kırılma olarak tanımladığımız tek tanrılı dinlerin ortaya çıkması ve ataerkilliğin kurumsallaşma dönemidir. Bu dönemi iki açıdan değerlendirmek gerekir. Birincisi, mitolojik kırılmada kadın kimliği erkeğe göre tanımlanan bir nesne durumuna düşürülür. Erkek egemenliği kurumsallaştıkça mitolojik anlatımlarda tanrıça kültürünü ve kimliğini kötüleme aracına dönüşür. İkincisi ise tek tanrılı dinler bu miras üzerinden kendini kurumsallaştırır. Bu süreçleri birbirinden kopuk ele almak bizim açımızdan yanılgı olur. Ataerkillik nitelik bir farklılaşama yaşar fakat özü aynıdır. Tek Tanrılı dinlerin bu değişim sürecindeki başat rolü mitolojilerde az da olsa kalan tanrıça ve etrafındaki toplumsallığı unutturma çabasıdır. Öyle ki o dönemden kalma simgeler tersyüz edilerek silinmek istenir. Bu çaba toplumsal hafızanın yok edilmesi anlamına da gelir. Diğer yandan hafızasızlaştırılarak kadın etrafında bir ayıplama ve karalama süreci başlatılır. Kadın kimliğine ait ne varda utanç konusu haline getirilir. Ataerkillik artık ideolojik-sistematik olarak kadın kimliğine yönelir, biçimlendirir.
Dinsel kaynaklı ön yargıların yaratılmasındaki süreçte kadın karakterlerden biri Lilith’dir. Lilith ilk olarak Gılgameş destanında Lilith kötücül bir ruh olarak tasvir edilir. Tanrıça kültüründeki rolü İnanna’nın sol eli olarak erkekleri tanrıçanın tapınağına getirmekken zamanla erkek akıl tarafından dişi ifrit, korkunç bir yaratık olarak tasvir edilmeye başlanır.
Daha sonraki süreçlerde, yani tek tanrılı dinlerde Lilith bu sefer farklı bir biçimlenişle karşımıza çıkar. Yahudilik ve Hristiyanlık inancında Lilith ,Adem ile eşit yaratılmış ilk kadındır. Fakat Ademe hizmet etmeyi ret ettiği için tanrı tarafından cennetten kovulur. Ademin isteği üzerine Tanrı tarafından tekrar cennete çağrılan, gelmezse çocuklarını öldürmekle tehdit edildiği halde dik başlılığı ile direnir. Tanrı Lilith in çocuklarını öldürür. Lilith ise intikam almak için Havva’yı ayartarak yasak meyveyi yemesini sağlar.
Lilith kimliği tanrı şahsında erkeğe boyun eğmeyen kadını temsil eder. Ataerkillik toplumda kadınları düşürmek istediği statüye Lilith karakteri ile mesaj verir. Ya erkek aklın istediği biat eden kadın olursunuz yada şeytan olarak anılırsınız.
Lilith başkaldıran kadın kimliği ile teslim olmazken, tanrı Adem yalnızlık çekmesin diye kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Bu hafızasızlaştırmanın ilk kaynağı Havva-Adem söylencesidir. Zira tek tanrılı dinler topluma kadının ikincil konumunun varoluşsal olduğunu ancak yaratılış hikayesi ile meşru hale getirebilirlerdi. Bunun içinde bir kadından doğmuş olmanın bilgisi tümden silinmeli ve devre dışı bırakılmalıydı. Hâlbuki henüz kadının etkinliğinin silinmediği Sümer ve Babil söylencelerine göre, kadın ile erkek aynı anda, çift olarak tanrıça tarafından yaratılmıştır. Sümerlerde “Tanrıça Nammu” yeryüzünü ve gökyüzünü doğuran ana olarak tanımlanırdı. Babillerde ise yüce Mami ya da Aruru’ya insan yaşamının yaratıcısı olarak yakarırken, Mısırlılar “başlangıçta yüce İsis vardı, bütün varlıkları doğuran Tanrıça O idi” diyordu. Ataerkil dinlerin insanlığın hafızasından silmek istediği de gerçekte bu idi.
İbranilerin yaratılış öyküsü kadının erkeği yalnızlıktan kurtarması için “kendisine uygun bir “yardımcı” olarak yaratıldığı öyküsü ile başlar. Böylece kadınların erkeklere hizmet yada yardım etmek üzere yaratıldığının tanrısal mutlaklığı vurgulanır. Hikâyeye göre bu şekilde tasarlanan çift cennete yerleştirilerek, iyilik kötülük bilgisi ağacının meyvesini yememeleri konusunda uyarılırlar. Havva yılanın öğüdüne uyarak yasak meyveyi yer ve Adem’in yemesi içinde onu baştan çıkartır. Yılanın öğüdüne uyarak yasak yemişi yiyen, erkeği de bunu yapmaya teşvik etmesi Havva’yı bütün insanlığın düşüşüne ve yıkımına yol açan kadın imgesine düşürür.
Bu şekilde İbrani yaratılış söylencesi tanrıça ananın tüm izlerini silmek için ona cinsel ayartıcılık işlevi yüklemiştir. Kadınlara yalnız cinsellik yemişini yiyerek Adem’i baştan çıkarması için suçlanmıyordu, aynı zamanda sonsuza kadar çekmesi gereken doğum sancısı cezası veriliyordu.
Her şeyden önce O (Havva) Adem’i baştan çıkararak cennetten kovulmasına yol açan ilk günahkâr kadındır. Adem’in tanrısına (ataerkillik figürü) boyun eğmeyen Lilit, şeytanı (Adem’e secde etmeyen, kulluğu reddeden insan figürü) esas almakta, onun arkadaşı olmaktadır. Mitolojik karalama örnek alınarak dinsel karalamaya dönüştürülmüştür. Sümerlerde kadının erkeğin kaburgasından yaratıldığı şeklindeki iddiası Kutsal Kitaba da alınmıştır. Sayıları binlere varan peygamberlerden tek bir kadın yoktur. Kadın cinselliği büyük bir günah olarak değerlendirilmekte, sürekli karalanarak ve hor görülerek töresel bir ilke haline getirilmektedir. Sümer ve Mısır toplumlarında görkemli bir yeri olan kadın ayıbın, günahın, baştan çıkarmanın nesnesidir artık.
Bu kadın imgesi tüm tek tanrılı dinlerde aynı sonuçlara yol açacak tarzda, fakat farklı versiyonlarda yerini almıştır.
M.Ö 1000’lerin sonunda ve öncesinde yükselen İbrani Krallığında Davut ve Süleyman’la artık geniş haremlilik kültürüne geçildiğini görmekteyiz. Kadınlar hediye edilmektedir. Kadının sesi soluğunun kesildiği yeni bir döneme girilmiştir. Kadın üstündeki tasarruf herhangi bir mal üzerindekinden farksızdır. Yeni din devletinde yaşanan bu durum aileye de yansıtılacaktır. Ataerkil kültürle dinsel devlet kültürünün çifte egemenliği altındaki kadının rolünden bahsetmek mümkün değildir. En iyi kadın erkeğine, ataerkilliğe en iyi uyum gösteren kadındır. Kadına yönelik karalamalara din de alet edilmiştir.
Erkek egemenliğinin açıklanıp haklı gösterildiği Adem ile Havva söylencesi, uysallıkla boyun eğen kadınların mülkiyetiyle yönetiminin erkeklere verilişinin, insan türünün de bunu tanrısal ve doğal sayılması gerektiğini hem erkeklere hem de kadınlara tanrısal bir emir olarak sunar.
Hz. İbrahim’le Sara ve Hacer arasındaki ilişki figürü yeni dinin erkek üstünlüğünü onayladığını göstermektedir. Ataerkillik iyice oturmuştur. Cariyelik kurumu oluşmuştur. Çok kadınla evlilik onay görmektedir. Hz. Musa’nın bacısı Mariam’la arasındaki sert ilişki, kadının mirastaki payının da kaldırıldığını göstermektedir. Hz. Musa’nın toplumu tam bir erkek toplumudur. Kadınlara hiçbir görev verilmemektedir. Zaten Mariam’la kavga da bu nedenledir. “Kadın hamurlu elleriyle erkek işine karışmamalıdır” deyimi o günden kalmıştır.
Hz. İsa dönemine geldiğimizde, karşımıza çıkan Meryem figürü her ne kadar oğul tanrının anası ise de, kendisinin tanrısallıkla alakası kalmamıştır. Tanrıça ananın tanrıça unvanı yerini çok sessiz, gözü yaşlı bir anaya bırakmıştır. Düşüş devam etmektedir. Tanrının (kadına egemen erkeğin) üfürmesiyle hamile kalmak hayli çelişkili bir kavramdır. Hıristiyanlıktaki Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi aslında çok tanrılı dinlerle tek tanrılı dinin bir sentezini ifade etmektedir. Bu dönemde çok yaygın olan ve Hıristiyanlıkla yoğun ilişkide bulunan gnostik (tanrı bilen) ve paganistik (puta tapan) inançlılarla katı İbrani inancı olan tek tanrıcılık arasında yoğun bir çatışma vardır. Sonuçta bu üç eğilimin uzlaşmasıyla üç tanrılı (sayıların hayli azaldığı görülmektedir. Hz. Muhammed zamanında da böyle bir üçlü vardır) bir din olarak şekillenmiştir. İlginç olan, en azından Meryem’in de tanrı olması gerekirken, Kutsal Ruhun aleti olarak görülmesidir. Bu olgu tanrısallığın erkekleştiğini göstermektedir. Sümer ve Mısırlılarda tanrı ve tanrıçalar neredeyse yarı yarıyadır. Babil döneminde bile halen ana tanrıçanın sesi gürdür.
Hz. İsa’yla ve Meryem’le gerçekleşen kadına düşen, artık gözü yaşlı, sakin bir kadın ve ana olmaktır. O hiçbir zaman tanrısallıktan dem vurmayacaktır. Evinde özellikle değer kazanan (tanrı oğul) erkek çocuklarına çok iyi bakacaktır. Evinin kadını olmak dışında herhangi bir toplumsal rolü yoktur. Kamusal alan tümüyle kadına kapalıdır. Hıristiyanlıktaki azizeler (kadın bakire) pratiği, aslında kadının büyük günahlarından kurtulmak için inzivaya çekilmiş halidir. Bunun sınırlı da olsa olumlu bir gelişmeye yol açtığı söylenebilir. Azizelik en azından cinsel kavramlardan ve ayıplanmalardan kurtuluşu ifade etmektedir. Evdeki cehennemi yaşama tercih edilmesinin maddi ve manevi nedenleri güçlüdür. Tarihsel bir pratik olduğundan kuşku yoktur. Bir nevi ilk yoksul kadınlar partisi de denilebilir. Tanrıça tapınak kültürünün çok silik de olsa kadın manastır kültürü biçiminde canlanmasını da ifade eder. Azizeler pratiğinin Avrupa uygarlık tarihindeki yeri önemlidir. Tek eşli evlilik büyük oranda azizeler pratiğinden de esinlenmiştir. Kadının çok zor koşullar altında da olsa, bakirelik gibi cinselliğini bir tehlike kaynağı da saysa, yine de kadının yükselmesine katkıda bulunduğu belirtilebilir. Olumsuz yönü ise, Avrupa uygarlığındaki Katolik evliliğe (hiç boşanmama) tepki olarak gelişen kadının cinsel bir meta olarak değerlendirilmesidir.
Hz. Muhammed ve İslamiyet’le kadının kazandığı yeni statü, çöl kabile kültüründeki ataerkillik unsuruna göre belli bir olumluluk taşısa da, özünde İbrani kültürünü esas almıştır. İyice şekillenmiş kadın statüsü Davut ve Süleyman’da neyse, Hz. Muhammet’te de odur. Yine siyasi amaçlı çok sayıda evlilik ve bol cariyeli yaşam meşru sayılmaktadır. Evlilik dört kadınla sınırlanmışsa da özünde aynıdır. “Kadın tarlanızdır, dilediğiniz gibi işleyebilirsiniz” anlayışı mülkleşmiş kadını veri olarak almaktadır. Hz. Muhammet’in aşk anlayışı da ilginçtir. Ellili yaşlarında dokuz yaşındaki Ayşe ile aşk yaşaması Hz. Muhammet’te kadın ilgisinin yüksekliğini göstermektedir. İlk eşi Hatice’yi sürekli övmesi kadına verdiği bir önemdir. Genelde kadına karşı duyarlıdır. Fakat haremliği, cariyeliği kurum olarak bırakması daha sonraki devlet tabakası içinde çok olumsuz kullanılacaktır.
Hz. Ayşe, Hz. Muhammet’in ölümünden sonra halifeler arasındaki iktidar savaşına karıştığında kaybedecektir. Kadınlığın değerini büyük bir acıyla öğrenecek ve “Yar Rab, beni kadın doğuracağına, taş parçası kılsaydın” diyecektir. Kadına iktidarda yer olmadığı, daha Musa-Mariam ilişkisinde belirlenmiştir. Feodal ortaçağ Ortadoğu’sunda kadın statüsünde herhangi olumlu bir gelişme olmamıştır. Tarihsel kalıplar yürürlüktedir. Leyla ile Mecnun arasında simgeleştirilen aşk ilişkisinde hayırlı bir sonuç çıkmaz. Feodalizmde aşka yer yoktur. Ataerkillikle devlet yarışması altındaki ailede kadın en kişiliksiz bir dönemi yaşamıştır. İktidar sahiplerinin arzularının mutlak esiri durumundadır. İktidarlarını güçlendirmede tamamen bir araç rolündedir. Genelde toplumdan soyutlanmıştır. Henüz göçebelik koşullarında yaşayan topluluklarda ilkel komünal düzenden kalma izler kadında saygınlık taşırken, şehir kadınında en derin bir kadın köleliği yaşanmaktadır.
Tahakküm ve mülkiyet düzeninin altında kadının yerini tanımlamak giderek güçleşmektedir. Binlerce yıllık bir uygulamanın verisi olarak kadın günümüzde tam bir enkaz halini yaşamaktadır. Kapitalist sistemin ayartıcı etkisi bile tam yansımış olmaktan uzaktır. Ortadoğu toplumunda gericiliğin merkezindeki asıl öğedir. Her alanda yenilmiş Ortadoğu erkeği, bu yenilginin bütün yansımalarını kadından çıkarmaktadır. Sembolik ama çok bitik ve basit bir gösteriyle namus davasını hallettiğini düşünmektedir. Bir nevi psikoterapi uygulamaktadır. Sorunun altında kaybedilmiş bir tarih ve toplumsal dava yatmaktadır. Bu tarihsel toplumsal davayla yüzleşmedikçe ve üzerine düşeni yapmadıkça, namus kirlenmesinden asla kurtulamayacağını bu ‘erkeğe’ anlatmak, kabul ettirmek temel sorunlardan birisidir.
Günümüz Ortadoğu ailesinde yaşanan sorunların devlette yaşananlar kadar önem taşımasının bu kısa tarihsel anlatımla daha iyi açığa çıktığı kanısındayım. İki yönlü baskı, problemi daha da şiddetlendirmektedir. Tarihten gelen ataerkil ve devlet toplumunun yansımalarıyla Batı uygarlığından yansıyan modern kalıplar bir sentez değil, bir kördüğüm yaratmaktadır. Devlette yaratılan tıkanıklık ailede daha da düğümlenmektedir. Çok çocuklu ve eşli bağlar ekonomik olarak aileyi sürdürülemez bir durumda bırakmaktadır. Büyüyen çocuklarla genç nüfus iş bulamamakta, bu da aileyi işlevsiz kılmaktadır. Ekonomiye ve devlete ayarlı aile, iki yandan da eski tarz bağlarla yürünemeyeceği bir çıkmaza saplanmıştır. Ne Batı tarzı aile, ne de Doğu tarzı aile yaşanmaktadır. Ailede erozyon bu koşullarda gerçekleşmektedir. Daha hızlı çözülen toplumsal bağlara nazaran ailenin hala gücünü koruması, tek toplumsal sığınak olmasından ötürüdür. Aileyi kesinlikle küçümsememek gerekir. Yaptığımız eleştiriler ailenin kökten reddini gerektirmemektedir. Yeniden anlam ve yapılanma gereğini ortaya koymaktadır.
ŞEHİT ZİLAN AKADEMİSİ
PAJK.ORG
Devam edecek
YORUM GÖNDER