EKOLOJİNİN KADIN İLE BAĞI
“Ekolojik Devrim, insanın doğayla çelişkisini çözmektir.” Önder Apo
Ekoloji; toplum ile doğa arasındaki ilişkiyi inceleyen bilimdir. Bu açıdan klasik olarak belirtildiği gibi ekolojinin ilgilendiği alan sadece bitki, hayvan değildir, insan- doğa ilişkilerini de inceler. Ekoloji, toplumun doğa içerisinden nasıl çıkıp geliştiğini gösterirken, aynı zamanda toplumun geçirdiği farklılaşma ve gelişmeyi de gösterir. Sadece sonuç ile ilgilenmez, tarihin derinliklerine doğru yol alır. Bir zamanlar doğa ile dost olan, ona saygı duyan insanın-toplumun, doğa ile ne zaman ve nasıl ayrı düştüğünü, yabancılaştığını köklü araştırıp inceleyerek ekolojik sorunların kaynağını bulmaya çalışır. Bu durumun ideolojik ve sistemsel olduğunu tespit ederek çözüm üretir. Alternatif ideolojik bilinç ve bilimsel bakış açısıyla çözümünü üretir.
Kuşkusuz kadın-doğa, toplum-doğa ilişkisinin yeniden kurulması, hakikatin açığa çıkarılması açısından önemli bir aşama olacaktır. Hakikat, insan toplumsallığı olduğu kadar, doğanın kendisidir de aynı zamanda. Hakikate ulaşmak için önce hakikatin nasıl ters yüz edildiğini açığa çıkarmak gerekir.
Burada şu soruyu sorabiliriz; bir zamanların canlı doğa-evren anlayışından cansız doğa- evren anlayışına nasıl gelindi ve nasıl aşılır? Bu sorunun cevabına tarihin derinliklerine inerek büyük arayışlara, yolculuklara girerek sorgulayıp çözüm üretildiğinde ulaşılır ancak. Bununla birlikte insanın- toplumun yeniden doğa ile ilişkilendirilip, doğa ile uyumlu, özgürlükçü bir bağa kavuşturulması için doğru bir felsefik bakış açısı oluşturulursa başarı elde edilir.
Uygarlık tarihinin baş aşağı gidişi, kadınla doğanın birbirinden kopartılarak tahakküm altına alınmasıyla başlar. Aynı zamanda toplumsal ekolojik sorunun başlangıç aşamasıdır. Erkek, kadının elinde bulunan artı ürüne kurnazlık ve zorbalıkla el koyarak, hem kadın üzerinde, hem de doğa üzerinde sömürüsünü gerçekleştirir. Kurnaz erkeğin kadın ve doğa üzerinde başlattığı tahakküm paralel olarak gelişir. Bu zihniyet yapılanması günümüze kadar sorunların derinleşmesini sağlamış ve sağlamaya devam etmektedir.
İnsanlık tarihinin uzun bir bölümünü kapsayan doğal toplumda ana kadın eksenli yaşam etkindir. Bu yaşamda “doğayla bağ, çocuk ile ana arasındaki bağ” gibidir. Doğayla sevgiye, saygıya ve dostluğa dayalı ilişki geliştirir. Kadın doğasının, evrenin doğasına, bitkinin ağacın doğasına yakın duruş içerisinde olması esas etkendir. Ana kadın, doğada kendisini ve toplumu bulur ve yeniden yaratır. Bunun gerektirdiği zihniyet, anlayış, davranış ve yaşam tarzını geliştirme yeteneğine, birikimine sahiptir. Doğa; canlı, hisli ve gizemli olarak algılanır. Bir taşın da, bir bitkinin de, bir hayvanın da ruhu vardır onun anlayışında ve yaşamında. Tüm bunlar gösteriyor ki, zihniyet yapılanmasında doğayla, evrenle bütünlük esastır, sömürü ve yok etmeye asla yer yoktur. Her canlı evrim zincirindeki bütünsellikle, karşılıklı yararlılık (simbiyotik ilişki) temelinde yaşamını sürdürür. Bu durum hiçbir canlının kendi başına kendi merkezli, rastgele yaşamayacağını gösterir. Ana kadın eksenli sistemde diğer önemli bir özellik, komünal ve paylaşımcı bir yaşam esas alındığından birikim, hem etik bulunmaz, hem de ayıp görülür. Bundan dolayı gelişen artı ürün, sevilene ve saygı duyulana armağan edilir, bayramlarda ve kıtlıklarda topluma eşit-adil bir şekilde dağıtılır. Kendini doğanın bir parçası olarak gören, bütün canlılara saygı ve sevgiyle yaklaşan, bitkinin, hayvanın, doğanın olmadığı bir yaşamın kendisinin de yok olması anlamına geleceğini bilir. Bu açıdan kadın eksenli yaşam ve zihniyet, sömürüsüz, sınıfsız, ekolojik bir toplum yaratarak adeta cennetvari bir yaşam geliştirir. Barışın, adaletin, huzurun geliştiği bir yaşam gerçekliğidir.
Oysa uygarlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar erkek zihniyetin yarattığı, özellikle insan ile doğa arasındaki hiyerarşik sömürü ilişkileri, dünyamızı-doğamızı yaşanılmaz bir aşamaya getirmiştir. Örneğin, birçok filozof ve bilim adamı doğanın insan (erkek) için yaratıldığını belirterek, insanların doğa üzerinde her türlü sömürüyü yapmasının önünü açar. Akıl ya da erkek kimliği doğanın dışında ve üstünde tanımlanır. “Doğa akıl dışıdır, tıpkı kadın gibi.” Bu bakış açısı, bütün canlıların ve canlılığın yok edilme aşamasına gelmesini sağlar.
Ekolojinin daha sık gündeme gelmesi 20. yüzyılın ilk çeyreğine tekabül eder. Bu dönem kapitalist modernitenin ürünü olan birinci dünya savaşı sonrası, ikinci dünya savaşının etkileri ve sanayinin gelişmesi aşamasıdır. Doğaya ve topluma çok büyük zararların verildiği, toplumsal ve ekolojik yıkımının en fazla yaşandığı ve tartışıldığı yıllar. Özellikle sanayi dönemi ile birlikte plastikler, deterjanlar, kimyasal maddeler, ağır metallerin üretilmesi, doğaya-biyosfere altından kalkamayacağı bir yük bindirir. Sanayileşme ve aşırı üretim biyosferin karmaşıklığını geçersiz kılmıştır. Daha fazla üretim ve tüketim, doğanın dengesini bozmuş, doğadaki canlı türlerin birbirine karşılıklı yararlılık ilkesi çerçevesinde yaşam döngülerini tahrip etmiştir. Bu durum insanın kendi bindiği dalı kesmesine benzer.
Toplumsal ekoloji ile ekolojik devrim gerçekleşebilir mi?
Ekolojik sorunun tanımlanmasında ve çözüm üretmede, farklı bakış açılarına sahip olan ekolojistler kendi içerisinde ayrı ayrı örgütlenirler (Derin ekolojistler, toplumsal ekolojistler, çevre hareketleri, aktivistleri, eko feministler vb.) Bu ayrı ayrı örgütlenmeler kendi içerisinde de parçalılığı getirdiğinden, kapitalist moderniteye karşı güçlü mücadele etmede ve alternatif olmada yetersiz kalırlar. Çünkü kapitalist moderniteye karşı mücadele etmek için ortak bir amaçta birlik olunursa başarılı olunur. Hem ideolojik olarak hem de örgütsel olarak güçlü olmak gerekir. Alternatif demokratik modernite paradigmasının yaşam bulmasıdır. Demokratik- ekolojik -kadın özgürlükçü paradigma ile ekolojik devrim gerçekleşir. Bu paradigmada ekolojik ayak toplumsaldır. Toplumsal ekoloji olarak yorumlanmalıdır. Bu ekolojik bakış açısı, ekolojik sorunların temelinde toplumsal sorunların olduğunu söyler. Bu açıdan iki sorunu iç içe çözmeyi esas alır. Bu nedenle ekolojik bir eylemi aynı zamanda toplumsal bir eylem olarak da değerlendirir. Toplumsal ekolojiye öncülük edenlerden biri de eko-anarşist Murray Bookchin’dir. Çevre krizinin toplumsal sistem kriziyle bağını kurarak ekolojinin toplumsal yönüne vurgu yapar. Kapitalist modernite ideolojisinin neden olduğu anti-ekolojik toplumun sorunlarına, ancak radikal toplumsal bir hareketle çözüm olunabileceğini ileri sürer. Doğal ve toplumsal gelişmeye ilişkin bir felsefe, anlayış, toplumsal ve çevresel sorunlarımızın derinliğine analizi ve radikal bir toplum alternatifini sunmayı amaçlar. Hiyerarşinin, tahakkümün tümden ortadan kalkması gerektiğini savunur. Bitkiler ve hayvanlar aleminin topluluk, insanın da toplum oluşturduğu görüşü toplumsal ekolojide esastır. Toplumun sadece insana has bir özellik olduğunu belirtir. Hayvan var olana uyum sağlar, insan ise bu yaşam düzeyini aşar, yaratıcıdır, değişim ve dönüştürme gücüne sahiptir. Bu nedenle insan diğer yaşam türlerinden çok büyük farklılıklar taşır. Bu farklılıklarını optimal dengeyi esas alarak kullanmalı, diğer canlılar üzerinde egemenlik kurma olmamalı. İnsanın bu özelliklerini dile getirirken toplumsal ekoloji daha çok, insan merkezli anlayışa sahip olmakla eleştirilir. Toplumsal ekolojistler bu eleştirileri doğru ve gerçekçi bulmayarak reddetmişse de bu riski içinde barındırmaktadır. İnsan gerçeğinde toplanan bu gelişkin özelliklerin doğanın ve evrenin de özellikleri olduğunu söyler. İnsan-doğa, toplum-doğa ilişkisini tarihsel diyalektik içerisinde ele aldığımızda bizi daha anlamlı ve doğru sonuçlara götürür. Önderlik, Toplumla doğa arasındaki ilişkiyi sosyal bilimin gittikçe yoğunlaştığı bir alan olduğunu, genel anlamda çevrenin toplum üzerindeki etkisi açık olmasına karşın, bilimsel incelemesi ve felsefeye konu teşkil etmesinin yeni olduğunu belirtir. Yaşadığımız yüzyılda kapitalist sistemin çevre üzerinde felaket boyutlarında etkisinin ortaya çıkmasıyla bu ilgi gelişmiştir. Sorunun kaynağı derinlikli olarak araştırılıp incelendiğinde, yukarıda da belirtildiği gibi doğaya tehlikeli biçimde ters düşmüş, yabancılaşmış, tahakkümcü, sömürücü zihniyet ve sistemin olduğu görülür. Yaşadığımız yüzyılda küresel çapta doğa katliamıyla karşı karşıyayız. Hiyerarşik-ataerkil devletçi sistemin, cansız- ölü statik doğa anlayışı, evreni-doğayı yaşanılmaz hale getirmiştir. Özellikle günümüz koşullarında tahakkümün, hakimiyetin ölçüsü doğaya sahip olmak ve sömürmekle eş tutulur.
Diğer önemli bir konu ise, bazı eko-feministler, “kadın ile doğa arasında kurulan ilişkiyi eleştirmeden” ele aldığında, kadını ve doğayı akıl dışı gören ataerkil zihniyeti desteklemiş olur. Toplumsal eko-feminist Janet Biehl, kadın-doğa ilişkisini şöyle yorumlar “toplumsal sebepler ve iklim değişimi gibi nedenlerden dolayı, kadın ve doğa arasındaki ilişkinin farklı olduğuna inanıyorum. Çünkü doğal afetler karşısında kadınlar, erkekler gibi rahatlıkla göç edemiyorlar. Kadınlar, yerel tarım üretimi ile toplumun esas beslenmesini sağlıyorlar. Böylece mevcut gelişmelerden ve doğa tahribatından kadınlar daha farklı etkileniyor ve kadınlar kendini doğanın korunması için daha sorumlu görüyorlar.”
Demokratik modernite toplumsal ekolojik felsefesiyle dünyanın- evrenin hakikatine yeniden kavuşmayı esas alır. Hem alternatif sistem oluşturur, hem de yakaladığı kapitalist modernitenin yarıklarından ideolojik olarak içeri girer, mücadele eder ve değişim-dönüşümü sağlar. İki yönlü mücadeleyi esas alır. Doğanın-evrenin ilkelerini muazzam işleterek komünal sistemi ve yaşamı oluşturur. Bu doğayla uyumlu, ahenkli ve bütünlüklü bir komünal yaşamdır.
Sonuç yerine, ekolojik devrimi gerçekleştirmek için, doğaya saygılı olmayı öğrenmek, onunla doğal toplumdaki gibi bağ kurmak, bugün olmazsa olmazımız olmaktadır. Bunu sadece doğanın bizim su, hava ve besin gibi temel yaşam gereksinimlerimizi karşılaması nedeniyle değil, onun var olma hakkı olduğu için yapmalıyız. Doğanın dışında ve üstünde olmadığımızı, insanın doğaya ait olduğunu, doğanın da insanlara ait olduğunu anladığımız zaman doğayı tüm öğeleriyle birlikte korumanın önemini bilince çıkarmaya başlarız. Yeniden farklılıkların, çeşitliliklerin simbiyotik ilişki çerçevesinde birlikte ve örgütlü bir şekilde toplumsallığı esas alarak ve daha da güçlendirerek cennetvari bir yaşamı yaratırız.
RONAHİ MALATYA
kaynak: pajk.org
YORUM GÖNDER