MUSEVİLİK
Musevi veya diğer bir isimle Yahudiliğin peygamberi olan Hz. Musa tahminen M.Ö. 1250’lerde yaşar. İbrahimi geleneğin takipçisi olarak tek tanrılı ilk dini geliştiren peygamberdir. İbrahim’i geleneğin devamı olarak yeni bir din geliştirirken, tek tanrılı din anlayışında radikal bir yeniliğe gitmiştir. Tüm İbrani kabilelerini bir potada toplayacak Yahudi dinini geliştirmiş ve Yahudilerin kendilerini hem inançsal hem de etnik kimlikleriyle bulabilecekleri bir kavim dini olarak örgütlemeyi başarmıştır.
Musa’nın öyküsü en çok bilinen öykülerdendir. Peygamber olarak çıkış yapması Mısır firavunu II. Ramses dönemine denk gelmektedir. Hz. İbrahim’le başlayan ardından Hz. İbrahim’in soyundan olan Hz. Yusuf’la devam eden İbranilerin belirli aralıklarla Mısır topraklarına göçleri ve bu kültürle içi içe yaşadıkları bilinmektedir. Bu nedenle o dönemlerde Mısır’da önemli bir Yahudi nüfusu bulunmaktadır. Musa’nın öyküsü tam da böylesi bir süreçte başlar. Fakat Musa’nın öyküsü neredeyse birebir Akad Kralı Sargon’un hikâyesinden alınmadır (aynı zamanda Mısır mitolojisi olan İsis-Osiris mitolojisiyle de benzerlikler taşır). Sargon’a yönelik hikâye bulunan tabletlerde anlatılır; tabletlere göre yine bir kral ve gördüğü rüya ve bunun yorumlanması vardır. Bu nedenle annesi, oğlu Sargon’a kralın zarar vermemesi için Sargon’u ziftlediği bir sepete koyup nehre bırakır. Sepeti sarayın bahçıvanı bulur ve böylelikle Sargon sarayda büyür, zamanla sarayın içkici başı olarak çalışır, daha sonra güçlenerek kralı devirip yönetime el koyar
Hz. Musa’da da aynı hikaye vardır. Yahudilerin Mısır’da büyük zulüm altında yaşadıkları bir dönemde dünyaya gelir. Bu süreçte firavun gördüğü bir rüyayı yorumlatınca kendisine yeni doğan İsrailoğullarından bir çocuğun ileride kendisine karşı çıkacağını ve sistemi sarsabileceği söylenir. Firavun bunun üzerine tüm çocukların öldürülmesi emrini verir. Annesi Musa’yı ölümden kurtarmak için bir sepetin içine koyarak Nil Nehri’ne bırakır. Nil Nehri’ndeki sepeti bulup çıkaran kişi tesadüfen kraliçedir. Musa böylelikle sarayda, Ramses’le arkadaşlık yaparak büyür. Daha sonrasında duvar-inşaat ustası olarak görev yapar.
Bu dönemde Yahudilerin Mısır’daki yaşamı zorludur ve ağırlıklı olarak köle statüsündedir. Yahudiler büyük oranda saray ve tapınak yapımlarında işçi olarak çalıştırılmakta, aşağılanmakta, çok zor koşullar altında yaşamlarını sürdürmektedirler. Musa yapılan zulmü görmektedir, dahası bir keresinde kendisi de yapılan zulme ortak olmuş, bir saray görevlisinin bir Yahudi’yle kavgasını saray görevlisinden yana olmuş, öldürülmesine ortak olmuştur. Fakat bundan bir rahatsızlık da duymaktadır. Nitekim bir süreden sonra kendisinin de Yahudi olduğunu öğrenir. Yine Yahudilere yönelik gelişen bir şiddet olayında bu kez saray görevlisini öldürür, böylelikle saraydan kaçarak Midyan’a (Medyen) yerleşir (Suriye, Ürdün ve Hicaz arasındaki bölge ve burada yaşadığı söylenilen halk) ve oranın başrahibi Yetro’nun yanında kalarak çobanlık yapmaya başlar. Bu arada Yetro’nun kızıyla evlenir (Yetro Tevrat ve Kuran’da peygamber olarak geçmektedir, Tevrat Yetro, Kuran’da Şuayb (Şuayip) olarak geçmektedir ve İbrahim’in soyundan geldiği belirtilmektedir).
Musa Yetro’nun yanında 13-14 yıl kaldıktan sonra tüm hazırlıklarını yaparak firavunla mücadele edip halkına öncülük etmek ve kurtarmak için Mısır’a geri dönüş kararı alır. Geri dönüş kararı vermesini kutsal kitaplar, dağda çobanlık yaparken tanrının bir ışık olarak bir çalıda kendisine göründüğünü ve Musa’ya Kudüs’e gitmesini, Yahudi kavmini örgütlemesini, kendisine seçilmiş bir kavim ve bu seçilmiş kavim için Kenan ülkesini vaat ettiğini söylediği şeklinde ifade ederler. Özünde ise uzun süreye yayılan bir yoğunlaşma, ideolojik ve stratejik olarak kendisini hazırlama döneminden sonra mücadeleye girme kararlılığına ulaşma gerçeğidir. Hz. İbrahim’in Urfa’dan çıkışıyla benzer, aynı geleneğe ve vaatlere bağlı hedefli çıkışı, Yahudi kavminin özgürce yaşayabileceği bir ülke isteminin hâkim olduğunu göstermektedir. Karşısında mücadele yürüteceği güç basit bir güç değil, Mısır firavunluğudur. Elbette ki güçlü bir ön hazırlık ve örgütlülük gerektirmektedir.
Musa’nın firavunla mücadelesi oldukça mitolojik ve doğaüstü olaylar, kehanetler biçimindeki öykülerle dile gelir. Asasının yılana dönüşmesi ve sulara değdirince tüm suların kana dönüşmesi, kıtlık, hastalık vb. birçok kehanetlerde bulunup bunların gerçekleşmesi anlatılır. Asasını sulara değdirince suların kana dönüşmesi hikâyesi esasında Sümer mitolojisinde geçen bir hikâyedir. Hikâye tanrıça İnanna’ya ilişkindir, hikâyeye göre İnanna, bahçıvan Şukallituda’nın bahçesinde bir gün uykuya dalar. Şukallituda, İnanna fark etmeden ona tecavüz eder. Uyanınca bunu anlayan İnanna her yerde bahçıvanı arar, fakat bulamaz. Buna çok kızan İnanna ülkenin tüm sularını kana çevirir, kendisine bahçıvanın nerde olduğunu söylemeyen insanları böylelikle cezalandırır ve bir süreye kadar insanlar susuz kalır. Musa’nın suları kana çevirmesi hikâyesi de bu açıdan Sümer mitolojisinden alınmadır. Musa’ya yönelik bu hikâyeler esasında firavunla önemli ve zorlu bir mücadele yürüttüğünü ortaya koymaktadır. Kehanetlerinin gerçekleşmesi üzerine firavun halkını alıp Kenan ülkesine gitmesine izin verir, fakat yola çıktıklarında kararını değiştirip peşlerine verir. Kızıldeniz’e ulaştıklarında Musa asasıyla denizi yararak kavmini karşıya geçirir, firavunda açılan yoldan geçmeye çalışınca ordusuyla birlikte boğulur. Elbette ki mantıksal olarak düşünüldüğünde denizi yarmak mümkün değildir, büyük ihtimalle denizde bir gel-git olayı vb. bir doğasal olay yaşanmıştır. Nihayetinde peygamberlerin çıkış yaptıkları süreçler mitolojik öykülerin, anlatımların hâkim olduğu ve doğasal olaylara ilahi inanışların atfedildiği süreçlerdir. Bu nedenle de hemen hemen tüm peygamber öykülerinde bu tür anlatımlara rastlanır. Bu öyküler aynı zamanda tek tanrı inanıcını güçlendirme, meşrulaştırma ve zeminini hazırlama içeriklidir.
Hz. Musa’nın çıkışı hem Babil hem de Mısır’a karşı bir çıkıştır. Yahudilerin her iki uygarlıktan aldıkları, aynı zamanda her iki uygarlığa karşı durdukları hususları sentezleyerek yeni bir çıkış yapmak istemektedir. Hem Babil hem de Mısır sistemine karşı bir tepki, bir kabullenmeme durumu vardır. Ama tam olarak karşı durma gücüne de sahip değildir. Bu Yahudilik dininde çok önemli bir husustur. Bu nedenle de Yahudilik başlangıcından günümüze kadar sürekli olarak sisteme karşı, ama aynı zamanda sistemi de besleyen bir pozisyonda olmuştur. Bu özellikleri de onların sürekli olarak kendi özgünlüklerinde bir şeyler yaratmalarını getirmiştir, bir taraftan sisteme entegre olurken diğer taraftan da özerkliklerini koruyarak kendilerini var etmişlerdir. Bu, Yahudi ideolojisinin temelini de oluşturur. Bir taraftan sisteme karşı olmak, diğer taraftan ise tam bir karşıtlık için güç getirememek, Yahudilerin güç ve zayıflıklarını beraberinde getirir. Bu nedenle de sürekli olarak sistemlerle bir çatışma içerisinde olmuş ve karşıtlık göstermiş, bir diaspora halinde olmuşlardır, diasporaya maruz kalmışlardır. Sürekli olarak yerlerini bırakmaya mecbur bırakılmışlardır. 1948’e kadar da sabit olarak bir yerleri, mekânları, toprakları olmamıştır. Bu nedenle de tarih boyunca düşünsel ve maddi olarak kendilerini geliştirerek varlıklarını korumuş, ama aynı zamanda bu iki hususla da hem uygarlık sisteminin hem de sistem karşıtlığının öncülüğünü yapmışlardır. Dahası seçilmiş bir kavim olma inancı ve öğretisi, onların her alanda öncü ve belirleyici olmalarını da gerektirir, düşünsel, maddi ve manevi üstünlük ve buna dayanan öncülüğü seçilmiş kavim olmalarına olan inançtan da kaynağını almaktadır. Bu durum sürekli olarak girdikleri, bulundukları her ortamda, toplumda, uygarlıkta çelişki ve çatışma yaşamalarına da neden olmuştur. Böylelikle hiçbir yerde yoklar, ama her yerde varlar. Tarihin uzun süresi içerisinde kendilerine ait bir yerleri, ülkeleri, toprakları yoktur, ama yine de her yer onlarındır. Bu, Yahudi ideolojisinin bir sonucudur.
Hz. Musa Musevilik diniyle, ideolojik ve stratejik olarak aynı soydan geldiği söylenilen Hz. İbrahim’in izinden gitmiştir. Bu temelde de Hz. İbrahim’in Yahweh’ini Yehova’ya dönüştürerek, dahası bunu Yahudi kavminin tanrısı ilan ederek tüm kabileleri birleştirmeyi başarmıştır. Bu temelde yeni bir ideolojik kimlik ortaya çıkarmıştır. İçinde bulunulan dönemin koşullarından, uygarlık sisteminden etkilenmiş, ama bunun yanı sıra bu uygarlıklardan edindikleri tecrübe ve birikmeleri de alıp yeniden yoğurarak yeni bir ideolojik biçim kazandırmıştır. Nitekim Musa’dan önce Mısır’da Nefertiti’nin eşi olan firavun Akhenaton da kendi krallığını da pekiştirecek tek tanrılı bir din geliştirmeye çalışmış, bunun için Mısır İmparatorluğu’nun o dönemdeki başkenti olan Teb’i terk etmiş ve Nil Nehri kıyısındaki çölde Amarna adında yeni tanrısı ve inancı için bir şehir kurmuştur. Bunun için dönemin Mısır rahipleriyle ciddi çatışmalar yaşamış, ardından tek tanrılı dini yaygınlaştıramadan öldürülmüştür. Bu anlamda Hz. Musa için ideolojik harçlar vardır, bir taraftan Hz. İbrahim’in tek tanrılı dinsel inanışa yönelten öncü adımı, yine büyük ihtimalle Hz. İbrahim’den etkilenerek Akheneton’un Musa’dan yaklaşık bir asır (M.Ö. 1350’ler) önce gerçekleştirdiği çıkış vardır.
İbrahimi geleneğin bir devamı ve yine İbrani kabilesinin bir çıkışı olması itibariyle Museviliğin de kavim dini olmasında totem (klan-kabile) inancının etkisi vardır. Nitekim Hz. İbrahim’le başlayan Yahudilerin Mısır göçleri, orada bir kavim olarak toparlanmalarını getirmiştir. Hz. Musa’yla birlikte ise Yahudilik hem bir kavim dini hem de kimliği olarak içerik kazanır.
Hz. Musa’nın Yahudi kavmiyle beraber Kudüs’e doğru olan yolculuğu tam 40 yıl sürer. Bu yürüyüşün 25 bin nüfusluk toplam 12 Yahudi kabilesinden oluşan bir kafileyle başladığı, Sina Çölü’ne vardıklarında ise 72 Yahudi kabilesinin burada birleştiği söylenir. Yahudilik esas olarak bu yürüyüş esnasında şekillenir; bu süreç, Musa dininin biçim kazandığı ve ideolojik esaslarının tam olarak netleştiği, bir nevi manifestosunun oluşturulduğu bir süreç olur. İbrahim’in Elohim olarak sıfatlandırdığı tanrı, bu yürüyüş esnasında Yehova olarak isimlendirilir. 40 yıllık yürüyüş esnasında birçok sorunla karşılaşılır, yol boyunca birçok toplulukla çatışmalar yaşanır, Yahudiler yürüyüş boyunca bir yandan kendi tanrılarını sorgulayıp tanrıdan seçilmiş bir halk olarak imtiyaz isteyip hesap sorarken, diğer taraftan da hem tek tanrı inancı hem de Yahudilik kavim ve inanç olarak güçlenip pekişir. Zaten Yahudilik karakter olarak diğer dinler gibi değildir, bu Yahudilerin karakteriyle de bağlantılıdır. Örneğin Hz. İbrahim’in oğlu ve aynı zamanda peygamber olarak kabul edilen, Yahudilerin de kökenlerini dayandırdıkları İshak için İsrael denilir, yani tanrıyla, tanrısıyla güreşen demektir. Tanrıyla güreşmek demek, tanrıyla eşit düzeyde, onun gücünde olmak demektir. Bu nedenle karşındaki tanrın bile olsa çıkarın uyuşmadığı zaman baş eğmeyebilir, kavga edebilirsin. Yahudiler, 40 yıllık yürüyüşte İsraeloğlu (İsrailoğlu) olduğunu her sıkıştığında ortaya koymaktan kaçınmamıştır.
Bu nedenle yolda çıkan sorunlar ve zaman zaman yeniden çok tanrılı inanca gösterilen meyilden kaynaklı Musa dinin kural ve yasaklarını oluşturur. Hz. Musa Kudüs’e olan yolculuk sırasında bir gün Sina Dağı’na çıktığı esnada Yahudileri yatıştırmak için tapınılması için kardeşi Harun tarafından altın bir buzağı yapılır. Yol yürüyüşünde zaten çok fazla ahlaki sorun yaşanmasının yanında bir de tek tanrı inancından uzaklaştıran bu girişim, Hz. Musa’nın Sina Dağı’ndan dönüşünün ardından keskin kural ve yasaklar koymasını getirir. Bu kural ve yasaklar on emirle dile gelir. Hz. Musa’nın halkına lanetli olduklarını söylemesinin de yine bu olaydan sonra gerçekleştiği belirtilir. Yahudilik için belirlediği on emir ise şöyledir:
-Ben seni kölelikten kurtaran tanrın Yehova’yım, karşımda başka ilahların olmayacak.
-Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın yahut aşağıda yerde olanın yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin.
-Rabbin ismini boş yere ağzına almayacaksın.
-Sebt gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın. Altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın, fakat yedinci gün rab’be sebttir. Sen, oğlun ve kızın, kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan garibin hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Rab gökleri, yeri ve denizi ve onlar da olan bütün şeyleri altı günde yarattı.
-Babana ve anana hürmet edeceksin.
-Katletmeyeceksin.
-Zina etmeyeceksin.
-Çalmayacaksın.
-Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın.
-Başkasının karısına ve malına tamah etmeyeceksin.
Bu emirler iki temel konuda sorunların yaşandığını gösterir. Birincisi tek tanrı inancına şüpheci, ikircikli bir yaklaşımın varlığının yarattığı sorunlar, ikincisi ise ahlaki sorunların yoğun olarak ortaya çıkması. Yani toplumdaki ahlaki çöküntüye karşı tedbir, tanrı kuralları olarak konulmaktadır. Bir diğer husus ise kardeşi Harun’un öncülüğünde (ki o da peygamber olarak kabul edilir) Yahudilerin tek tanrı inancına karşı duruşları ve Hz. Musa’nın olmadığı bir zamanda farklı yaklaşımın gelişmesi, Musa ve Harun arasında çelişki, çekişme ve çatışmaların olduğunu da gösterir.
Nitekim Musa’nın kardeşleri Harun ve Miryam (Meryem) ile çelişki ve çatışmaları yoğundur. Özellikle Miryam ile olan çatışmaları Yahudiliğin kadın yaklaşımını da şekillendirir ve belirler niteliktedir. Hz. İbrahim döneminde kısmi de olsa kadın ve erkek arasında bir dengenin olması, Yahudiliğin bir din olarak şekillenmesiyle birlikte tümden ortadan kalkar. Kadın artık tümden hiçleştirilir. Uygarlık sistemiyle birlikte başlayan kadın köleliği daha fazla derinleştirilir, kadın dört duvar arasına kapatılır. Kadının hiçleştirilmesi dönemi başlar. Bu hiçleştirme ve kadının dört duvar arasına hapsedilmesi, toplumsal rolünün ev ile sınırlandırılması Musa’nın siyasal ve toplumsal bir konuda yürütülen bir tartışmaya o esnada hamur yapan ve tartışmayı dinleyen kızkardeşi Miryam’ın gelip dahil olmasıyla Musa’nın söylediği “elinin hamuruyla erkek işine karışma” sözüyle en açık ifadesini bulur. Mariam güçlü ve bilgili bir kadındır, erkeğin hâkimiyetini de çabuk kabul eden bir kadın değildir. Bu nedenle ikisi arasında çelişki ve çatışmalar sürekli olarak sürmektedir. Fakat başlangıcından itibaren kadını aşağılayan ve hiçleştiren yaklaşım bugün bile Yahudilikte her sabah uyanışında erkeklerin ettikleri temel dualardan birinde çarpıcı yansır; “tanrım beni kadın olarak yaratmadığın için sana şükürler olsun!”
Her ne kadar Tevrat’ın Tekvin bölümünün bir yerinde Miryam peygamber olarak tanımlanmışsa da, Hz. Musa ve Miryam arasındaki çatışma iki peygamber arasındaki çatışma ve çelişkiler olarak değil, erkeğin kadını tahakküm altına alma yaklaşımı ve savaşımı olarak öne çıkar. Musa’nın Miryam’la olan ilişkileri eşitlerin bir ilişkisi değil, tersine bir durumu veya yaratılmak istenen tersi bir durumu ifade etmektedir. Musa’nın kadın yaklaşımı ve Yahudiliğin kadına yönelik geliştirdiği uygulamalar bunun tersini sergiler. Üstelik Yahudilikte dile gelen tek peygamber kadın Miryam da değildir. Tanah’ın Hakimler Kitabı’nda hakimler döneminin dördüncü hakimi ve tek kadın hakim olan Debora, Tarihler Kitabı’nda Hulda adındaki kadın, ayrıca Ketuvim Kitabı’nın bir bölümünü oluşturan Nehemya Kitabı’nda ise Noadya adındaki bir kadın da peygamber olarak ifadelendirilir. Fakat Yahudi kitapları kadın peygamberlerin varlığından bahsetmişse de, kadının esas kırılma noktası da yine Yahudi dininin ortaya çıkışında yatar.
Tek tanrılı dinler açısından için dile getirilebilecek en önemli hususlardan biri ikinci cinsel kırılmamın bu dönemle birlikte başlıyor olmasıdır. Marduk-Tiamat’la başlayan kadının cinsel kırılması, Musa’yla birlikte tamamlanır. Birinci cinsel kırılmanın ardından silik de olsa kadının yine toplumda bir etkinliği, rolü vardır, mücadelesi sürmektedir, halen bir varlık göstermektedir. Yahudilikle birlikte gelişen ikinci cinsel kırılma kadını artık yaşamın her alanından kovar, silikleştirir, yok sayar, aşağılar, iradesini parçalar, kimliksiz kılar. Önderlik ikinci cinsel kırılmayı Hz. Musa ve kız kardeşi Miryam şahsında somutlaştırır. İkisi arasındaki kavga ve bu kavgada Musa’nın kızkardeşine yönelik tavrıyla birlikte toplumu ve tüm dinleri de etkileyecek olan yaklaşımı kadın için kader belirleyici niteliktedir. Kadın artık erkeğin tümden kulu-kölesi olarak şekillenir, kadın artık Kürtçe’de dile geldiği gibi “dara şikestî”dir.
Dinlerin dile getirdiği Adem-Havva hikayesi de aslında bunun artık daha ideolojik bir çerçeveye büründürülmesidir. Nitekim Museviliğin kadın yaklaşımı Tevrat’ta çok net bir şekilde ortaya konulur. Tanrı ilk başta Adem’le birlikte Lilith’i yaratır. Fakat Lilith Adem’le eşit şekilde yaratıldığı için Adem’in hakimiyetini kabul etmez ve bu nedenle tanrı tarafından lanetlenir ve kovulur. Bugüne kadar da aslında farklı isimler ve biçimlerde Lilith’e yönelik hikâyeler toplumlarda dile gelmektedir. Türklerde ve Altay kültürlerinde ‘alkarısı’, Kürdistan’da ‘pîrebok veya elka sihûcergan’, Farslarda ‘aleybani’ olarak dile gelir, başka kültürlerde ise farklı isimlerle. Dinlerde Lilith’e yönelik oluşturulan inanışa göre alkarısı (elka sîhûcergan) yeni doğum yapmış kadınların ve çocukların sakınması gereken bir yaratıktır. Yeni doğmuş çocukların ve lohusalık kadınların ciğerlerini yiyerek beslenir. Bu nedenle kadınların ve yeni doğmuş çocukların korunması için kıyafetlerine demir veya metalden bir nesnenin takılması ya da bulundukları odaya bırakılması, ışıkların sürekli açık olması gerekir. Demir bir erkek buluşudur, demir veya metalin koruyucu olarak seçilmesi de erkeğin koruyuculuğunun simgeleştirilmesi, kadının bununla teslim alınmaya çalışılması veya dışlanmasıdır. Lilith’in bu olumsuz yönlerinden kaynaklı tanrı itaatkar Havva’yı bu kez Adem’e eşit olmayacak biçimde Adem’in kaburga kemiğinden yaratmıştır. Bir kadının en temel özelliği doğurganlığıdır. Ama bu hikâyeyle doğurganlık bile erkeğe atfedilir. Kadın artık sadece erkeğin yedeği, yarım yaratılandır. Fakat bu kez de Havva yılanın oyununa gelmiş, yasaklı elmayı yiyerek ve Adem’e de yedirerek suç işlemiş ve suça teşvik etmiş, bir karşı koyuş geliştirmiştir. Böylelikle de bilmemesi gerekenleri bilmiş, görmemesi gerekenleri görmüş, tanrı buyruğunu hiçe sayarak sınırlarını aşmıştır. Bu nedenle de günahkârdır. Kadının günahkâr olması, baştan çıkarıcılığı, başına buyrukluğu, insanoğlunun (erkeğin) cennetten kovulmasına sebep olan cins olması tanrı tarafından cezalandırılmasını getirmektedir. Zaten doğuştan erkeğin kaburga kemiğinden doğmuş olduğu ve yarımlığı temsil ettiği için erkeğe boyun eğmek zorundadır, bir kez boyun eğmemekle zaten bütün eziyetlerin sebebi olmuştur. Bu nedenle kadın ikinci cins olmak durumundadır. Tanrı onu Adem’in kaburga kemiğinden yaratırken, zaten Adem’e arkadaşlık etmesi ve can sıkıntısını gidermesi için yaratmıştır. Görevi bu nedenle Adem’in can sıkıntısını gidermek, hoşnut etmektir. Havva tüm kadınların anası olduğuna göre kadınların tümü de Havva’yı model almalı ve kendi Ademlerine kayıtsız şartsız itaat etmelidirler.
Bu aslında kadına yönelik geliştirilen cinsel kırılmaların mitolojik-dinsel anlatımını ifade ediyor. Yahudilikte zaten kadın tüm günahların temelidir, örneğin; eğer zina yapılırsa bunu sebebi kadındır, bu nedenle günahkâr bulunan ve cezalandırılan kadındır. Tek tanrılı dinlerin ilki olan Yahudilikle birlikte kadının dört duvar arasına kapatılması da yetmemektedir, onun aynı zamanda hükmü altında olduğu erkeğin mülkü olması gereği örtünmesi, günahkâr bedenini sakınması gerekir. Sümer uygarlığında musakattinlerdeki kadınların diğer kadınlardan ayırt edilebilmesi için geliştirilen bir uygulama olan kadınların başının örtünmesi, bu kez Yahudilikte kadının iffetinin korunmasının bir uygulamasına dönüştürülür. Yahudiliğin Sümerlerden aldığı bu uygulamayı İslamiyet de Yahudilikten alarak, üstelik yine Sümer musakkattinlerideki kadınların peçe örtünmesini de sahiplenerek uygular. Nitekim birçok hususta Yahudi ve İslam dininin kuralları hemen hemen aynıdır, birçok yönüyle ortaktır. Zaten Tevrat’ın birçok kuralı olduğu gibi İslam’a geçmiştir.
İkinci cinsel kırılmayla birlikte uygarlık sistemi artık erkek karakterini yaşamın her alanında giderek daha fazla pekiştirip yayarak, sağlam temellere oturtarak ilerletmiştir. Uygarlık tarihi artık tanrılarıyla, peygamberleriyle, krallarıyla, yöneticileriyle, bilimcileriyle, öncüleriyle tümden bir egemen erkek tarihi olarak şekillenip ilerler.
Yahudiliğe yönelik bir diğer husus, Tevrat’ın yazımına yöneliktir. Tevrat Yahudilerin Babil sürecinde yazılmıştır. Gelenek anlamında kullanılan töre kelimesi de Tora veya Torah’tan yani Tevrat’tan gelmektedir. Esas olarak kural, yasa anlamına gelmektedir. Tevrat yazılı ve sözlü olarak ikiye ayrılır. Zebur ve Tevrat’ı kapsayan kitabın geneline ise Tanah denilir.
Ayrıca Yahudiliğin ilk dönemlerinde ortaya çıkmış üç temel Yahudi mezhebi vardır. Bunlar Saduki, Ferisi ve Esseni mezhepleri veya tarikatlarıdır. Sadukiler zenginleri, Ferisiler rahipleri, Esseniler ise halkın temsil ettiği veya temsilini bulduğu üç mezhep olarak biçimlenir.
Saduki mezhebi, Saduki adında bir haham tarafından M.Ö. 248 kurulur. Bu mezhepte, Yehova’nın dünyayı yarattıktan sonra kendi haline bıraktığı inanışı vardır. Bir nevi kendi kaderine bırakmaya inanılır. Sadukiler, Yahudi aristokrasisini, üst tabakayı esas alır ve temsil eder. Ruhun ölümsüzlüğüne, ölülerin dirileceğine ve meleklerin varlığına, cennet-cehennem ve ahirete inanmazlar. Sözlü Tevrat’ı reddederler. Yöneticilik tarzında Roma imparatorluğunun yöneticilik tarzını, kültür olarak Yunanlıları, yaşam ahlakında da Yahudileri esas alırlar. Bu anlamda bir sentez oluştururlar.
Ferisiler ise; temel olarak Tevrat’a inanırlar. Ortodoks Yahudilerdir, Ferisi zaten İbrani dilinde kopanlar anlamındadır. Ferisiler, tanrı ve öğretileri konusunda gizli ve özel bilgileri olduğu, Tevrat’ın esas yorumunu ancak kendilerinin yapabileceği iddiasındadırlar. Kötüyle iyinin sürekli olarak mücadele halinde olduklarını, bu mücadelenin nasıl sonuçlanacağını da Tevrat’ı yorumlayarak anlayabildiklerini dile getirirler. Fazlasıyla muhafazakâr ve kapalıdırlar. Yahudi olmayan birine dokunmak yasaktır, böyle bir durumda kirlenildiğine inanılır. Bu mezhepte Yahudi bağnazlığı öndedir. Bu nedenle Yahudi olmayanlara selam bile verilmemelidir, yanlışla bile olsa Yahudi olmayan birine dokunulduğu veya Yahudi olmayan biri kendilerine ait herhangi bir şeye dokunduğu taktirde muhakkak çok iyi yıkanması, temizlenmesi, arındırılması gerekir. Siyaseti sevmelerine rağmen siyasete girmez, siyasal örgütlenmeler oluşturmazlar. Onlar için din ve ulusal kültür her şeyin üstündedir.
Esseni tarikatı ise; Hz. İsa’nın da üyesi olduğu, etkilendiği ve düşüncelerini aldığı tarikattır. Bu tarikata göre ruh ölümsüzdür. Zaten insan ruhu doğduktan sonra oluşur. İbadetin gizli yapılması gerektiği inançlarının temelidir. Komünal ve ahlaki yaşamı savunurlar. Köle ve efendiler ayrımını, köleciliği reddederler. Buradan ayrılan İsa ve hocası Vaftizci Yahya yeni bir grup oluşturmuş, İsa öğretisini geliştirerek Hristiyanlığa dönüştürmüştür.
Günümüzde de Yahudilerin Ortodoks, reformist, konservatif, yeniden yapılanmaca gibi değişik mezhepleri bulunmaktadır.
BERFİN ZÎNÊ
Devam edecek
PAJK.ORG
YORUM GÖNDER