BAŞLANGICIN HAKİKATLE BAĞI
Bilgi ve hakikat arasında doğrudan bir bağlantı vardır. İnsan gerçekliğini tartışırken ve hakikatin ne olduğunu araştırırken başlangıca dönmemiz gerekiyor. Kendi başlangıcını bilmeye dayanmayan tarih bilgisi, her türlü kötülüğün kaynağı olan cehaletin de temelidir. Yani cehalet bilgi eksikliğiyle değil, başlangıçtan kopuşla ilgili bir olaydır. Kendi başlangıcını bilememekten kaynaklı bir durumdur. Her hakikat oluşumu aslında kendi başlangıcı içerisinde gizlidir.
İnsanın evrendeki her şeye nasıl bakması gerektiğini ortaya koyan hakikat rejiminde hep insan gerçekliğini ele almamız boşuna değildir. Bu insan gerçekliği dışında bir hakikat arayışının anlamsızlığından ileri gelir. İnsan gerçekliğinin özü de onun oluşum dönemi olan başlangıcında gizlidir. İnsan toplumsal gerçekliğiyle vardır. Toplumsallık insan türünün var oluş koşuludur. İnsan varsa toplumsal gerçeklik içerisinde vardır. Toplumsal gerçeklik olmazsa, insanın kendisi de olmaz. Aslında bahsettiğimiz her ne olursa olsun, şeyin var oluş tarzı, o şeyin hakikatini de verir bize. Her olgunun bir hakikatinden de söz edilebilir. Dolayısıyla her olgu kendi içerisinde bir evrendir. Hakikat onun var oluş tarzının ta kendisidir. Onun başlangıcı, onun hakikatini de ifade ediyor. Her olgunun – ki insan da buna dahildir- içinde hareket ettiği bir yasası vardır. Buna o şeyin ‘öznelliği’ diyorlar. Her oluşum hali özü itibariyle bir akış halidir. Kendini sürekli oluşturma halidir. Bu elbette mücadelesiz ve çelişkisiz olmuyor. Ama kendi iç dinamizmi onu sürekli kendisini aşmaya, yenilemeye, değişim ve dönüşüme uğramaya doğru götürüyor. Sürekli oluşum hali o gerçekliğin hakikatini oluşturuyor. Bir dinginlikten, durgunluktan çok evrendeki oluşumu bir akış hali olarak değerlendirmek daha doğrudur. Bu açıdan evrende değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Dolayısıyla insan oluşumunu da bir değişim hali olarak görmek elbette çok doğru ve yerinde bir belirleme oluyor.
Oluşu Oldurtan Zeki Varlık
Toplumsallık ilk oluşum gerçekliği olarak insanlığın hakikatini ifade ediyor. Toplumsallığı esas itibariyle ortaya çıkaran da insanlığın zihin durumudur. Empatiyi ilk insanla kurmak gerekiyor. İlk ana kadınla kurmak gerekiyor. Toplumsallaşmada yaşadıkları pek çok zorlanma ve aşmaları gereken onca engel vardı. Toplumsallaşmanın büyük bir mücadelenin, bir duruşun ürünü olduğu açıktır. Her şeyden önce doğadan kaynaklı zorlukları vardı, yaşanan bir kaostu. Dahası evrenin kendisi bir kaos ortamını yaşıyordu/yaşıyor. İlk canlı türlerini düşünelim; vahşi hayvanlar, saldırganlık, doğanın düzensiz durumu veya o düzensizliğin içerisinde bir düzen durumu bütün bunların hepsi yaşamı son derece zorlaştıran etkenler oluyor. Ve o zorlukların içerisinde var olabilmek ancak toplumsallıkla mümkün oluyor. Ve bu toplumsallık da öyle kendiliğinden oluşmuyor. Zaten evrende kendiliğinden oluşan bir şeyin olmadığı gelinen aşamada her açıdan açığa çıkmıştır. Mutlaka zeka sahibi bir varlık şarttır. Evrendeki her oluşumun içinde mutlaka zeki bir varlık vardır ki o oluşuma yol açıyor. Doğadaki çeşitlilik, zenginlik, çoklaşma ve benzeri gelişmeler kendi içinde mutlak suretle zeki bir varlığın seçme gücünü şart kılıyor. Bu insanda daha belirgin bir hal alıyor. Yani zeki bir varlık böyle bir gerçekliği ortaya çıkarıyor. Bir toplumsallaşma gerçeğini ortaya çıkarıyor.
Metafizik İnsan
Ontolojik olarak toplumsal olan insanı diğer türlerden ayıran en temel olgu da onun metafizik bir varlık oluşu oluyor. Metafizik yaşamı insana özgüdür. Ahlakı oluşturan insandır, hayvanın ahlakı yoktur. Bu, ‘hayvan ahlaksızdır’ anlamında değildir. Hayvanın doğası öyledir. Onun kendi işleyişinin kuralları ayrıdır. İnsan dışında hiçbir canlı türü doğada ikinci bir doğa yaratamaz. Hatta insan, birinci doğa ile ilişkisi temelinde üçüncü bir doğayı ortaya çıkarıyor. Onunla uyum çerçevesinde üçüncü bir doğayı kuruyor. Bu da insana özgü bir şeydir. İnsan kültür oluşturuyor, hayvanın kültürü yoktur. Kültür insan eliyle yaratılan her şeydir. Buna politika girer, ahlak girer, sanat girer, müzik, resim vb. şeyler girer. Bunların hepsi kültürü meydana getiriyor. Kültürün esas boyutu manevi ağırlıklı olanıdır. Din bir kültürdür, hayvanın dini olamaz. Ama insanın dini vardır. İnsan mitolojiyi yaratır, bunların hepsi insan yaratımlarıdır. Ve bunlar kültür kavramına girer. Kültürden en geniş anlamda söz ettiğimizde beğeniden söz ediyoruz. Düşünüş biçimi ve ahlaktan söz ediyoruz. Bunlar dar anlamda kültürün esas unsurlarını meydana getiriyor. Düşünüş biçimi, beğeni ve ahlak. Bunların hepsi manevi unsurlardır. Somut olarak elle tutulur bir yanları yoktur, o nedenle bunlara maddi kültür diyemezsiniz. Maddi yaratımları da vardır. Çanak-çömlek, ev, bina maddi kültürdür, tarım yapmak maddi kültürdür. Ama bunun ötesinde manevi kültür olarak da insanın yarattığı şeyler vardır. Beğenmek; beğenmeyi sürekli aktarmak, bazı şeylere evet demek, bazı şeyleri reddetmek bunların tümü beğeninin görünümleridir. Hep daha iyisini ve daha güzel ve özgürünü araştırma, bulma ve onlarla birlikte yaşam, insana mahsus bir özellik oluyor. İnsanı öteki canlı türlerinden daha yoğun bir biçimde ayıran temel özellik de bu oluyor. Metafizik yaşayabilme, başlangıçtan itibaren insanın en temel ayırt edici özelliklerinden biri olarak ortaya çıkıyor.
İnsan metafizik yaşıyor. Sanat olmadan insan yaşayamıyor. Müzik olmadan insan yaşayamıyor. Doğada sesler vardır, müzik de bir sestir; ama müzik olarak yoktur. Doğadaki seslerden ahengi yakalayıp müziği ortaya çıkartan insandır. Doğada güzellik vardır, ama resim yoktur. Güzelliği resme, heykele yansıtan insandır. İnsan bunlarla bir yönüyle kendisini aşıyor. Kendi varlığını kendi gerçekliğini bunlarla kanıtlıyor, kendi farkını bunlarla ortaya koyuyor. Aslında bunlarla doğanın zorluklarına dayanıyor, denilebilir. Mesela, doğanın insana dayattığı çok büyük zorluklar var. Bunları sadece fiziki güçle aşamaz. Örneğin; ölümü aşamaz. Ölüm olgusunu fiziki gücü ile aşamaz. Ama metafizikle ölüm korkusunu aşabilir. Örneğin; cennet olgusunu yaratarak, bunu aşabilir. Diğer bir örnek ise; ölen insanın ruhunun bir başka varlığa geçmesi inancıdır. Ruh göçü (reenkarnasyon) denilen bu inanış, ilk insanda vardır. Ölen, çözülen bedendir. Ruh ise varlığını sürdürür, başka bir varlığa geçer. Bununla ölüm korkusunu yenebiliyor, insan. Günümüz açısından somut olarak şöyle değerlendirebiliriz. Mesela, düşmanın eline düşen az değildir. Korkunç işkencelerden geçirilenler de az değildir. Aslında tüm bir Kürt halkına hep bunun uygulandığından bahsetmek abartı olmaz. Peki, işkenceye sadece fiziki güçle mi dayanılıyor? Mümkün değil, fiziksel gücün belli bir sınırı vardır. Yani çözülme başlayabilir. Ölüm tümden bedenin bitişi demektir. Ama o çözülse bile çözülmeyen bir şey var, o da ruhsallıktır, direnişi kalıcı kılan budur. Hatta öyle bir an gelir ki kendi bedeninizi silaha dönüştürürsünüz. Düşmana karşı bir silah olarak kullanırsınız. İradenin devreye girdiği an, bu andır. İradede kendisini konuşturan duygulardır. Tabi burada duyguları yetkinleştiren de onun analitik zeka ile olan birliğidir. Ama esasta direnen duygulardır. Mesela büyük sadakat duygusu, hakikat yoldaşlığına büyük bağlılık insanı direnmeye götürür. İnsanı çözdürmeyen şey odur. Yoksa bedenin ağrı, acı hissetmemesi değildir. Düşünelim, beden çözülüyor ve insanlar ağır işkence altında can veriyorlar, ama düşmana tek bir kelime bile söylemiyorlar. Kazanım budur. İnsan bu tarzda varlık olarak, kendi ruhunu en azından temiz tutuyor. Böylesi bir durumda ruh düşmana satılmamış oluyor.
İnsanı gerçekten doğanın zorlukları karşısında direnmeye yönelten şey onun metafizik yaşayabilme yetenek ve gücüdür. Bu da sonradan oluşan bir şey değildir, baştan beri var olandır. Başlangıçta insanın çelişkileri daha çok çevresindeki varlıklarladır. Örneğin vahşi hayvanlarladır. İnsan ilk karşılaştığı vahşi hayvanla daha çok duygusal zeka temelinde bağlantı kurar. Duygusal zeka yanılmaz. Kesindir, yaşatır. Vahşi bir hayvanla karşılaştığında ilk duygu ‘kaç!’ duygusudur. ‘Kaç!’ veya ‘mücadele et!’ duygusudur. Karşı karşıya kaldığınız bu iki duygudan hemen birini seçersiniz. Anında cevap verirsiniz. Burada akıl devre dışıdır. Önemli olan duygulardır. Bu bütün canlı türlerinde var, ama insanda duygusal zeka olarak çok daha belirgindir. Hayvanla da ortak olan yan budur.
Duygusal zekayla ilgili beyin lobunun oluşumu çok çok eskidir. Analitik zekayla ilgili lobun oluşumu çok sonradır. Bu da evrimsel zincirle uyumlu bir şekilde gelişen bir süreç oluyor. İnsan öncesinde de var olan evrensel zeka olarak duygusal zeka tabi ki daha kadim zeka türü oluyor. Bu zeka temel kök duygulara yön veren oluyor. Analitik zekayla ilgili lobun gelişimi ise sonra oluyor ki bu insana özgü bir gelişme oluyor.
Duygusal Düşünce
Duymak ve görmek de bir düşünme biçimidir. Görmek bir düşüncedir. Bu açıdan ‘duygusal düşünce’ diyoruz. Duygu ve düşünce arasında bir bağ yoktur diyemeyiz. Bu anlamda hayvanda da düşünce kabilinden mutlaka bir şeyler vardır. Örneğin hayvan taş gibi yuvarlanmaz. Bu açıdan duygusal düşünce diyoruz. Hayvan bir uçurumun kenarına geldiği zaman geri döner. Uçurumun olduğunu gördüğünde vazgeçer ve geri döner. Bir adım atarak uçurum yokmuş gibi gitmez. Demek ki düşünce kabilinden bir şey var. Görüyor, düşünüyor ve geri dönüyor. Bu anlamda hayvanda da bir duygusal düşünceden bahsetmek yerindedir. Görmek bir düşünceyse eğer, bir duyguysa o zaman hayvan da görebiliyor. Dolayısıyla ona göre bir duruş sergiliyor. Ama bu, insanda çok çok daha farklıdır. İnsanda en önemli özellik nedir? Beynin alabildiğine esnekliğidir. Mesela bu esneklik sınırsız seçme özgürlüğünü bir potansiyel olarak ele alır. Potansiyel olarak böyledir, ama pratik olarak böyle değildir. Potansiyel olarak harekete geçmemiş, pratikleşmemiş düşünce gücümüz, duygu yeteneğimiz aslında bize büyük bir imkan vermektedir. Yani yüzlerce, binlerce seçim içerisinde istediğimiz seçimi yapabilme imkanımız vardır. İnsanda bu böyleyken, diğerlerinde böyle değildir. Bir bitkiler aleminde böylesi bir seçim yapma yeteneği çok çok sınırlıdır. Hayvanlarda ise insana göre sınırlıdır. Ama bitkiler ve hayvanlar alemini karşılaştırdığımızda; hayvanlardaki seçme özgürlüğü bitkilerin seçme özgürlüğüne göre daha yetkindir, ileridir, gelişkindir. Mesela şöyle ifade edilebilir; herhangi bir yerde eğer kuraklık basarsa, yağmur yağmazsa buradaki bir bitki, “ben burayı terk edip daha yaşanılır bir yere gideceğim, bir toprak parçası bulacağım” diye bir seçme özgürlüğünü gösteremez. Bir hayvan açısından ise tersi bir durum söz konusudur.
Örneğin kuşlar böylesi bir durumda o yeri terk edebilir, diğer hayvanlar da böyle. Daha uygun bir zemine giderler. Bu da bir seçme özgürlüğüdür. O açıdan da buradan hangi sonuca ulaşıyoruz? Aslında evrendeki oluşumlar içerisinde hep bir mükemmellik arayışı vardır. Bir yetkinlik arayışı vardır. Mükemmelliğe, yetkinliğe, gelişmişliğe doğru bir yürüyüş hep vardır. Evrenin içinde bu vardır. Mesela doğa içerisinde canlı oluşumunun içine bakalım; ilk canlı oluşumu ilkel yosunlarla başlıyor. İlkel bir yosundan en zengin bir bitki şekli ortaya çıkabiliyor. Bitkiler alemindeki çoğunluk, zenginlik ve çeşitlilik aslında bir yönüyle de bir özgürlük arayışının ifadesidir. Özgürleşmek bir yönüyle çeşitlenip çoğalmaktır. Bitkilerdeki bu gelişme neye denk düşüyor? Hayvansal gelişmenin oluşumuna ön koşul anlamına gelmektedir. Yani zengin bir bitki gelişimine geçilmeden, hayvansal oluşum ortaya çıkmıyor. Hayvansal oluşum bitkisel oluşuma göre biraz daha ileridedir. Aslında hayvanlar alemine göre bitkiler alemi bir alt alemdir. Mesela insanın altındaki alemler de bitkiler ve hayvanlar alemidir. Bu farklılığı insan toplumunun bir icadı olan sınıfsal ve hiyerarşik üstünlük olarak algılamamak büyük önem taşır. Birbirinin devamı ve birbirine bağlı olan bir evrimsel süreç olarak ele almak daha doğru olur. Gerçekleşen tüm hallerde evrensel oluşumdur ve bir kendini gerçekleştirme çabasıdır. Bir diğer deyişle oluşan alemler, özgürlük eğiliminin yarattığı farklılaşmalardır. Bu çerçevede insan da ikisinin kalıtçısı ve mirasçısıdır. Aslında onların varlığı kendisinin varlık koşulunu ortaya çıkarıyor. İnsanın var olabilmesi için her iki âlemin de varlık koşulu gerekiyor. Öyle bir bağlantıyı da bağlılığı da çok net bir biçimde görebiliyoruz.
Evren Olarak İnsan
Evrende gerçekten de bir yetkinlik, bir mükemmellik arayışı vardır. Bu yetkinlik arayışı insanda mükemmellik olgusunu ortaya çıkarıyor. Bunu tanrısallık kavramıyla ele almak da mümkün. Tanrı kendisini tanımak için evreni yaratmıştır. Oluşan, potansiyel anlamın bir gerçekleşimi oluyor, bir kendini var etme yolu oluyor. Bu aynı zamanda yaşam anlamına geliyor. Tanrı için söyleneni evren için de söylemek mümkün. Evren kendisini tanımlamak, kendisinin farkına varabilmek için insan denilen oluşuma gidiyor. O anlamda insan olgusu üzerinde durmak, gerçekliği insanda aramak hiç de yanlış değildir. Bu hakikat rejimine yoğunlaşırken, kendi hakikat rejimimizi oluşturmaya çalışırken, neden insandan başlamamız gerektiğinin de cevabı oluyor. İnsanda tüm öncesi vardır ve insan tüm öncüllerine bağlıdır, onlardan bağımsız değildir. Bu yönüyle insanın yaşını primatların da ötesine, evrenin oluşum anına kadar götürmek felsefik ve biyolojik olarak doğru olan oluyor. Bu şu demektir: evrenin yaşı insanın yaşıdır. Ya da insan evren kadar yaşlıdır. Evrenin oluşum sürecinin insanda tekrarlandığını bugün bilim verilerle ortaya koyuyor. İşte var oluşsal olarak evrenin en yetkin bir gerçekleşmesi olan bu insan gerçekliği de kendi eko-sistemini toplumsallıkla buluyor. Yani toplumsallık insanı yaşatıyor. Onun işleyiş kuralı da bu oluyor. Bu toplumsallaşma da insan zihniyetinin bir ürünü oluyor. Zihniyet de olmadan toplumsallaşma, toplumsal gelişim olmuyor. En basit bir toplumsallaşma için bile gerekli olan toplumsallaşma oluyor.
CUDİ ADAR
YORUM GÖNDER