TARİHSEL PERSPEKTİFTEN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ (1.BÖLÜM)
Soykırım Türk Ulusal Tahayyülüne Musallat Olmaya Devam Ediyor
Kürt Özgürlük Hareketi ile Türk Devleti arasındaki uzun ve kanlı çatışmayı anlamak, tarihsel bağlamın biraz farkında olmayı gerektirir. Diğer nedenlerin yanı sıra, Kürdistan İşçi Partisinin (PKK) Türk Devletine karşı isyanı, Orta Doğu’daki en uzun süreli, otuz yılı aşkın süredir devam eden, isyanlardan biri olduğu için. Devam eden çatışmayı milliyetçi zihniyetlere ve/veya şiddet eğilimine bağlamak çok kolay. Bu tür zihniyetler asla bir boşlukta doğmazlar. Bunlar sebeplerdir, evet, ama aynı zamanda daha derin bir tarihsel sürecin parçası olan semptom ve sonuçlardır. Savaş, travma ve bir tür sosyal psikozla sonuçlanan bağımlı kapitalist gelişmenin acımasız dinamikleri tarafından yönlendirilen daha derin bir süreç.
Türkiye Cumhuriyeti bir Anka kuşu gibi doğdu. Selefi Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden, benzeri görülmemiş ve dehşet verici ölüm ve yıkımın, dahası yenilgi ve aşağılanmanın, yani Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıktı. Bu korkunç savaşın en kanlı muharebelerinden bazıları Osmanlı-Rus cephesinde yaşanmıştır (Halliday 2005, s.81). Osmanlı otoritelerinin, 1890’larda açıkça etnik baskı görevi için oluşturulmuş özel Kürt alaylarının dahliyle gerçekleştirilen, onlarca yıllık pogrom ve temizlik örüntüsünün doruk noktası olan, Ermenilere dönük soykırım saldırısını başlatacağı bir savaş (Anderson 2008, s.407).
Temizlik ve toplu tehcirin tek kurbanı Ermeniler de değildi. Failler ve destekçileri, kendi saflarında pek çok mağdur sayabilirlerdi. Kuzey Kafkasya ve Balkanlardan gelen mülteciler ve sürgün edilenler, etnik Türkler ve aynı zamanda yüzbinlerce Çerkez, ondokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısında birbirini takip eden dalgalar halinde Anadolu’ya sürüldü. Bunların çoğu “Hristiyanların muamelelerine dair acı hatıralarla” dolu kaldı (Anderson 2008, s.407). Katil veya katillerin destekçisi olabilecek bir başka kurban örneği (Mamdani 2002).
Yine de, 1915’te Ermenilerin başına gelen, benzersiz bir vahşetti. Anderson’un özetlediği gibi: “Tek başına bile yeterince vahşice olan sınır dışı etme, imhanın-bütün bir topluluğun sistematik, devlet eliyle öldürülmesinin-örtüsü olacaktı” (Anderson 2008, s.407). Yirminci Yüzyılın ilk devlet destekli soykırımı.
Ermenilere dönük soykırım saldırısı, Osmanlı-Rus cephesinde yaşanan hezimetlerin ortasında başlatıldı ve bir nefret ve korku karışımıyla motive edildi-Ermenilerin, İmparatorluk Rusya’sının birliklerini desteklemek için harekete geçeceği korkusu.
Adı ağza alınmaması ve hala şiddetle bastırılması ve inkar edilmesi gereken Ermeni soykırımının hayaletleri Türk ulusal tahayüllüne musallat olmaya devam ediyor. Frantz Fanon’un Cezayir’deki meşhur belirlemesi gibi, savaşların travmatize ettiği kişiler arasında şiddet failleri, zalimler kadar mağdurlar, ezilenler de olabilir (Fanon 2001). Savaş sırasında komşularına karşı, yardım ve yataklık edilen, işlenen suçların muazzam boyutu, inkar edilebilecek ama asla tamamen silinmeyecek veya unutulamayacak suçlar. Ve böylece, Stephen Casmier’in ABD bağlamında fail travması olarak adlandırdığı şey, toplumsal tahayyülün başına bela olmaya devam ediyor (Casmier 2015). Failleri pişmanlık duymayan ve cezasız kalan ve birçok Kürt’ün suç ortağı olduğu korkunç toplu ve bireysel suçların yol açtığı bir travma.
Militarizm ve Otoriterizmin Uzun ve Kanlı Tarihi
PKK ile Türk Devleti arasında süregelen çatışma ancak böylesine derin bir tarihsel bağlama yerleştirildiğinde anlaşılabilir. Uzun bir militarist otoriterlik sicili ile birlikte ve buna bağlı olarak “uzun süredir devam eden ve yaygın siyasi şiddet örüntüsü” ile karakterize edilen bir bağlam-Devleti sık sık rahatsız eden, hatta vahşileştiren ve baskın toplumsal tahayyülerden etkilenen ve güçlendirilen şiddet (Orlow 1982, s.53).
Kürt Özgürlük Hareketi’nin lideri Abdullah Öcalan’ın iddia ettiği gibi, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Kürt kolektif sesinin ve demokratik özerklik özlemlerinin dışlanması, anti-demokratik güç ve eğilimlerin ajandasındaki en önemli maddeler arasında yer alır. Öyle ki Sayın Öcalan’ın “PKK savaşımının Cumhuriyetle değil, ona yönelik anti-demokratizmle ilgili olduğu” iddiası gerçekten aklan yatkındır (Öcalan 2012, s.48-51)Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda parçalandı ve uzun süredir üzerinde hüküm sürdüğü kalan topraklar, bölgede o tarihten beri az çok yürürlükte olan bir sistem olan “modern ulus-devlet” sistemine göre yeniden düzenlendi. “Büyük Savaş”ın sonunda, İmparatorluk “doğuda Rusya’nın, güneyde Britanya ve Arap mütefiklerinin askeri baskısına yenik düşmüştü.” Osmanlının geri çektirildiği Arap bölgelerinde, “İngiliz ve Fransızlar, daha sonra devlet haline gelen bir dizi yeni toprak birimi tanımladılar: Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün ve Filistin” (Halliday 2005, s.81).
Aynı zamanda, İmparatorluğun Anadolu hinterlandında “yeni bi Türk devleti yaratıldı.” Bu yeni Türk devleti, “başlangıçta, 1920 Sevr Antlaşması’nda resmileştirilen sert dış kontrollere tabi tutuldu.” Büyük Güçler tarafından dayatılan Sevr Antlaşması, yanlızca “Batı’daki bölgeleri Yunanistan’a devretmek ve boğazları uluslararası kontrol altına almakla kalmadı”; aynı zamanda, çok kritik bir şekilde, Doğu’da “ayrı bir Kürt devleti olasılığı”nı da kabul etti. Ama Sevr antlaşması tutmayacaktı. Bunun yerine, “Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki milliyetçi bir hareket anlaşmayı reddetti ve bir dizi başarılı askeri harekatla Türk bağımsızlığını yeniden ilan etti”, nihayetinde 1923’te Lozan Antlaşması’na zorladı. Yeni Antlaşma ile “yeni Türk devletinin sınırları ve bağımsızlığı” oluşturulacak ve bununla birlikte Kürt özerkliği veya bir Kürt devleti vaadi ortadan kalkacaktı (Halliday 2005, s.81; ayrıca bkz. Yadirgi 2017, s.5-6).
Büyük Güçlerin entrikaları hemen unutulmayacaktı, aslında bugüne kadar da unutulmadı. Bu güçlerin, Sevr Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kazanılan zafer ganimetlerini paylaşma girişimleri ve özellikle Sevr’de Kürtlere özerklik ve hatta devlet olma vaadinde bulunmaları, Kürt sorunu konusunda Türk milliyetçilerinde korku ve paranoya yaratmaya devam ediyor ve hala “Türkiye’deki Kürtlerin taleplerini koplocu bir çizgide değerlendirme eğilimini” açıklamaya yardımcı oluyor” (Yadirgi 2017, s.6).
Gerçektende, Fred Halliday’in 1990’ların sonlarında Türk hükümet yetkilileriyle yaptığı röportajlardaki deneyimlerine atıfta bulunarak belirttiği gibi, on yıllarca NATO ittifakına üye olduktan sonra bile, Kürtlerin hakları sorulduğunda “Türk yetkililer, masalarına doğru eğilerek, ‘Sevr Sendromu’-Türkiye’de anlaşıldığı şekliyle-,batılı hükümetlerin Türkiye ve komşularını bölme, zayıflatma veya bunların iç işlerine müdahale etme eğilimi hakkında ders verir” (Halliday 2005, s.92).Kemal de balangıçta, en azından Kurtuluş Savaşı’nın en şiddetli döneminde, askeri harekatın sonucu “hala muallakta” iken Kürtlere siyasi özerklik ve dillerine ve kültürel kimliklerine saygı sözü vermişti; ancak “zafer sağlanır sağlanmaz, Kürt bölgelerine kamu görevlileri dolduruldu, Kürtçe yer adları değiştirildi ve Kürtçe mahkeme ve okullarda yasaklandı” (Anderson 2008, s.418; Natali 2005, s.73).
Yine de dini bağlar Türkleri ve Kürtleri bileştirmeye, hatta potansiyel olarak tek bir “ulus”ta birleştirmeye hizmet etmişti ancak 1924’te Kemal’in Halifeliği kaldırma kararıyla birlikte, tüm ortak sembolizm çöktü. İlk büyük Kürt isyanını, yani 1925’te patlak veren Şeyh Said isyanını tetikleyen, Hilafet’in ilgasıydı (McDowall 1996, ps.187-191; Romano 2006, ps.34-35). Türk ordusu tüm ağırlığıyla, sadece isyancılara değil, Kürtlerin üzerine çökecekti, kanlı bir toplu intikam nöbeti: “Bütün köyler yakıldı veya yerle bir edildi ve erkekler, kadınlar ve çocuklar öldürüldü” (McDowall 1996, s.196).
Kürtlerin acımasızca bastırılması, “amansız Kemalizm” olarak adlandırılan şeyin başlangıcını işaret etti ve gidişatını belirledi. Gerçekten de, genç Kemalist Cumhuriyet’in otoriter, militarist ve tek-parti devletine dönüşümünü başlattı. Ordu kısa sürede Kürt bölgesinin kontrolünü “birincil işlevi”, “raison d’etre (varlık sebebi)” olarak görmeye başladı. Basın sansürlendi, gazeteciler sindirildi ve tutuklandı, sendikalar ve sivil toplum örgütleri bastırıldı, ifade özgürlüğü kısıtlandı, muhalif siyasi partiler yasaklandı (McDowall 1996, s.198). Özetle, bu, ülke genelinde “diktatörlük dayatılmasının sinyaliydi” (Anderson 2008, s.419). Bu sırada, Kürt bölgesinde “baskıyı sürgünler, infazlar ve sistematik Türkleştirme takip etti.” 1925’ten sonra, Kürtler “resmi olarak yok olacak” ve Kemal’in kendisi “bir daha asla ‘Kürt’ kelimesini kamusal alanda ağzına almayacaktı.” Böylece bugüne kadar devlet tarafından dayatılan, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük etno-milliyetçi kurgusu, “ulusun homojen bir halktan oluştuğu” kurgusu tamamlanmış ve kurumsallaşmıştır (Anderson 2008, s.418-419). Kemal’den bu yana, Türkiye’deki Cumhuriyetçi idealler, saldırgan ve militan bir Türk etno-milliyetçi bilinç, “Kürt azınlığın etnik ve kültürel farklılığını kabul etmeye” isteksiz ve hazırlıksız baskın bir toplumsal tahayyül tarafından aralıksız çarpıtıldı (Cleveland 2004, s. 182). Bu, Türk milli bilincinin yüksek bir şahsiyeti, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı, Cumhuriyetin kurucusu, Türk milletinin atası Kemal’in mirasının önemli bir parçasıdır. Ülkedeki herhangi bir okulu ziyaretin açıkça ortaya koyacağı gibi, ona tapınmak günlük hayatın bir parçası olmaya devam ediyor.
DR. THOMAS JEFFREY MİLEY
YORUM GÖNDER