ÖZ SAVUNMANIN ONTOLOJİSİ VE TECRİTTEKİ DİRENİŞİN SESİ (3.BÖLÜM)
Peki bu sonucu yaratan PKK’nin ve Kürdistan toplumunun bu durumunu nasıl izah edebiliriz?
Öncelikle kürdistan coğrafyasının tarihsel ve jeo-stratejik konumu ile, burada mayalanan toplumsal karakterini, hakikatin bütünselliği içinde tanımadan, bunu anlamak mümkün değildir. Bu konuda PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın tarihsel ve toplumsal çözümlemeleri oldukça ufuk açıcıdır. Bu konuda ilk başlarda sınırlı bir bilgi birikimi ama derin hissedişle geliştirilen çözümlemeler, sorunun içine girildikçe biriken tecrübe ve bilgi birikimiyle evrensel bir karakter kazandı. Son yirmi yılda esir tutulduğu İmralı tecrit sisteminde bu birikimlerini yeni paradigmal bir aşamaya ulaştırarak, evrensel bir özgürlük düşüncesinin alternatif temeli haline getirdi.
Bu biraz da içinden çıktığı toprağın ve toplumun diyalektik karakterinin doğal sonucudur demek, çok abartılı olmayacaktır. Toplumun ve uygarlık iktidar yapılarının bireyi topluma boğdurduğu ve adeta gölgesine sahip çıkamaz hale getirdiği toprakların bütün peygambersel çıkışların beşiği olması, çelişkinin derinliği kadar çözümün de derinliğine yol açmıştır. Bu diyalektik karakter bir kültürel gen toplumsal hafıza ve akıl olarak, her kaos ve kriz zamanında kendini yeniden ve yenileyerek geliştirme yeteneğini göstermiştir: Bunların bireylerin şahsi olağanüstülüğü ile izah etmekten çok, toplumun varoluşunu tehdit altında hissettiği durumlarda, bireyler üzerinden dışa vurduğu, tarihsel-toplumsal refleksler olarak okumak, hakikate daha yakın çözümleme olacaktır.
Bu karakter tarihsel kişiliklerin etrafında inşa edilen zihniyet ve toplumsal örgütlenmelere sirayet ederek kalıcılaşmış ve giderek evrensel bir düzeye taşınmıştır. Toplumsal yapının hastalıklı ortamlarda geliştirdikleri savunma reflekslerine benzerlik göstermeleri bu diyalektik ilişkiyle benzerlik taşımaktadır. Bu Göbekli tepe’de arkeolojik olarak ispatlanan birikimlerin nebula tarzı patlaması ve kaos aralığından yeni kozmoslar oluşması, evrensel kanunun toplumsal yansımasına benzetmek, basit bir indirgemecilik değil; evrensel kanunların hakikatiyle bağlantılandırılması üzerinden okumak, daha fazla anlam üretme imkanı sağlayabilir.
Öcalan’ın bu tarihsel ve toplumsal hakikatle diyalektik bağı hareketin tüm gelişim aşamalarında rahatlıkla izlenebilir. İnsanlığın en eski toplumsallığının adeta kök hücresi olan bir toplumun, bu bünyeden kopmuş hastalıklı yapı olarak, uygarlığın son aşaması olan kapitalizmin ulus-devlet yapısı içinde eritilerek, yok oluşun eşiğine getirildiği ve adının anılmasının bile büyük bir suç haline getirildiği bir aşamada: Bir kişide kendini yeniden bilince, ifadeye, örgütselliğe ve toplumsallığa kavuşturan gelişim sürecinin bir toz bulutundan yıldız sistemleri ve galaksilerin oluşum diyalektiğini çağrıştırması bundan kaynaklanır.
Burada yaşanan çok karmaşık gibi görünse de; özünde basit ve sade bir diyalektik yasadır: Varoluş; yokluk karşısındaki varlığın direniş içindeki oluşum halidir. Bütün yaşam nasıl tek bir hücrenin başka bir hücreyle birleşmesinin zincirleme sonucuysa, toplumsallık da aynı işleyiş yasalarının daha komplike bir tarzda devamıdır. Kürt toplumsal gerçeğinde bu yasa bir kişiden bir gruba, bir gruptan bir örgüte, bir örgütten bir topluma ve gelinen aşamada bir toplumdan insanlığa taşınan; ontolojik tehditle karşılaşan toplumsallık denen organizasyon ya da organizmanın yaşamsal varoluş direncinin kendini savunma refleksi ve inadıdır.
Buradaki karakteristik temel özellik oluşumun çevresiyle ilişkisinin sömürgen ve baskılayıcı değil, simbiyotik ve özgürleştirici olmasıdır. Bu karakter saldırgan tehdide karşı öz savunmacı bir özellik taşır: Saldırganlığın şiddeti ve tehdidi oranında dengeleyici-caydırıcı bir karşı şiddet ve varlığı koruma garantisi dışında bir amaçsallık taşımaz. Dolayısıyla tüm yaşam enerjisi yaşamın varoluşu ve özgür gelişimi için kullanıldığından; tüketen değil üreten ve geliştirilen bir yönelimle harcanır. Bu durum sınırları geniş bir enerji birikimine yol açar. Bu varoluş karakteri, bağrında sürekli bir enerji üretme potansiyeli taşıdığından, kolay kolay yok edilemez: Form değiştirebilir ama varlık sürekli gelişme, çeşitlenme karakterini hep korur. Enerji fazlası çevresini de yaratarak simbiyotik bir karşılıklı çoğullaşma kadar, gerektiğinde dışsal yok edici saldırılara karşı öz savunmaya hazır bir potansiyeli bağrında taşımaya hazır tutar. Saldırganlığa karşı direnç ile, varlığı koruma ve özgür gelişim potansiyelini koruma karakteri, normal akışında süreklilik ve gelişim yaratırken, varoluşun tehdit edilmesi karşısında güçlü direniş yapılarının inşasında elverişli bir potansiyel olarak korunur. Bunun toplumsal varoluş ilişkilerine yansıması ise, farklı toplulukların karşılıklı tamamlayıcılık ve dayanışma ilişkisi içinde çoğullaşma ve zenginleşmesi, birbirini beslemesi ile varlığı garantiye almasıdır. Buna uyumlu ve tamamlayıcı toplumsallık denilebilir: Bu dengenin bozulduğu duruma da çelişkili ve çatışmalı toplumsal hal denilebilir.
Uygarlık bu dengenin bozulduğu toplumsallık halini ifade ettiğinden; sürekli bir çelişik ve çatışmalı duruma yol açar. Bu durum sürekli bir savaş haline neden olur. Bu savaş hali dönemsel barış süreçleriyle kesintiye uğrasa da; bu iki karşıt gücün varlığı devam ettikçe süreklilik arz eder. Topluma dışsallaşmış yapı, toplumu tüketerek kendini geliştirmek için sürekli bir saldırganlıkla hareket ederken, varlığını korumak isteyen toplumsallık da buna karşı sürekli tetikte ve öz savunma refleksiyle davranır. Bu ilişki gerilimli ve tüketici bir karakterde olduğundan; ya ilişkiden yeni bir sentez yaratılır ve yeni bir varoluşa geçilir ya da çelişki ve çatışmalı hal bir tarafın tümüyle yok oluşuyla sonuçlanır.
Kürdistan’da yaşanan toplumsal hal son beş bin yıldır bu karakterde süregelmiştir: Merkezde sürekli oluşum halinde bir toplumsallık ve dışsallaşmış yapı olarak uygarlığın onu yutup sindirme saldırıları…
Bu çatışmalı halin geldiği düzeyde bir çelişkiyi çözen bir yol bulunmadığı takdirde, mevcut tüm insansal yapıların çöküşü ve kaotik durumun hakim hale gelmesidir. PKK Liderliği bu durumun tespiti ve aşılması konusunda yeni bir yolun başlangıcı ve pratikleşmesinin imkanını yaratma iddiası taşımaktadır. Bu yönlü geliştirdiği tezlerin gücü bu oluşum kaynağıyla ve yaşadığı sorunsallığın boyutlarıyla doğru orantılıdır.
Bu konulardaki geniş literatürü bu bağlama oturtamamak, pozitivist algı alışkanlıklarıyla doğrudan ilişkilidir. Mevcut entelektüel dünyaya hakim algının pozitivist karakterinin ufkunu aşamayanların bu tezlerden doğru sonuçlar çıkarma imkanı yoktur. Zira burada bilgi bir iktidar nesnesi ve algı da iktidar üretme otomatiğine bağlanmıştır. Bu çelişik ve çatışmalı algı alışkanlığından kurtulunmadıkça, temel bir sorun haline gelmiş savaş hali, soykırım, toplum kırım ve türün çevresiyle yokoluşu sorununu çözmeyi bırakalım, doğru bir tartışma imkanı bile bulunamayacaktır. Nitekim toplumsal gündeme çözüm tartışmaları diye dayatılan söylemlerin, cözümden ziyade krizi derinleştiren ve çatışmalı durumu daha da alevlendiren bir rol oynaması, yapılanın gerçek anlamda tartışma değil; gerçek çözüm gündemine dayatılan demagojik-retorik karakterinin yansımasıyla ilişkilidir.
Ortadoğu somutunda ve Kürdistan’da yoğunlaşan savaş ve soykırım karşısında, temel toplumsal sorunlar özünde, savaş ve barış yöntemlerinin doğru çözümlenmesiyle tartışıldığı takdirde çözüme kavuşturulabileceğinden; temel gündem SAVAŞ VE BARIŞ’tır. Savaşın bir tarafı en kadim toplumsallığın orijinal kök hücresi; diğer tarafı devletli iktidarcı sömürgen kapitalist sistemdir, birisi toplumun varlığını korumanın yöntemi olarak öz savunma direnişi temelinde savaş araç ve yöntemlerini kullanmak durumundayken, diğeri küçük bir azınlığın toplumu tüketme ve yok etme temelinde tekelleştirdiği şiddet araçlarıyla saldırgan bir savaş konseptiyle saldırmaktadır. Eğer terör kavramı en genel anlamda küçük bir azınlığın büyük bir çoğunluğu baskı ve şiddet araçlarıyla tahakküm altına alma eylemiyse; yaşananlar toplumsal varlığa dayatılan teröre karşı, toplumun öz savunmasıdır. Bunu farklı ve karmaşıklaştıran her türlü tanım ve yaklaşım, yaşanan sorunun örtbas edilmesi ya da tersyüz etmesine hizmet etmektedir.
Somut durumda küresel hegemonik güçler ile onların yerel şubeleri olan ulus-devlet yapılarının uyguladığı terör ve soykırım dayatmalarına karşı, öz savunma ve direniş güçlerinin bu konulardaki yaklaşımlarına bakmak ve yaşananları bir de bu yaklaşımlar üzerinden okumak, en çözümleyici yöntem olacaktır.
Elbette yaşanan savaş, bir dünya savaşı olarak tanımlandığından ve bu tanım somut ve gerçek bir tanım olduğundan; çok aktörlü ve çok boyutlu derin bir savaştır. Ancak, tarafların tarihsel ve toplumsal ilişki bağlamındaki yerine baktığımızda temelde ikili karakteri belirgin bir savaşla karşı karşıyayız: Tarihsel toplum ve ona karşı uygarlık yaratımı olan erkek egemenlikli iktidarın son versiyonu olan kapitalist modernite sistemi ve onun her türlü maskeli ve çıplak terör aygıtları…
Daha da güncelleştirirsek, ABD önderlikli küresel tekeller ve onların yerel şubeleri olan bölgesel ulus-devlet yapıları ile tüm toplum ve onun bütün eko sisteminin savaşı olarak tanımlamak, bir genellemeden ziyade hakikatin bütünselliğinin öneminden dolayı daha açıklayıcı anlamlı olacaktır. Sahada, güncel olarak yaşanan ise fiili olarak uygarlık adına baş rolde ABD, AB, TC ve diğer yerel şubeler olan güçler ile, tüm halklar adına Mezopotamya merkezli tüm toplumsal güçlerin çeşitli direniş odakları, mevcut haliyle en ön cephede savaşan tarafların PKK Liderliği. Bu savaşın bütün iktidarcı güçleri de bunu bütün hukuksal, siyasal ve askeri yaklaşımlarında net bir biçimde ifade etmektedir: PKK bütün bu güçlerin düşman listesinde ve hedefinde, sürekli ortak düşman olarak tanımlanmakta saldırılmasında en küçük bir tereddüt yaşanmamaktadır. Son kırk yıllık zaman aralığında bu konuda hiçbir muğlaklığa yer bırakmayacak bir savaş gerçeği yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. Gelinen aşamada savaşın küresel bir karakterde şiddetlenmesiyle bu tanım ve fiili durum daha da görünürlük kazanmış ve tartışma gündeminde geniş bir yer kaplamaya başlamıştır. En son Rojava somutunda, bütün aktörlerin görünür bir tarzda sahneye çıkmasıyla birlikte, her türlü maskeleme düşmüş ve perdeler delik deşik edilerek, sahne dünya gündeminde bütün çıplaklığıyla sergilenmeye başlamıştır. Rojava öz savunma direnişine verilen enternasyonalist katkı ve katılım, bu tarihsel, toplumsal bağlam içinde netlik ve anlam kazanmıştır.
Güncel savaş ve onun başka araçlarla devamı olan siyasal-diplomatik ilişki ve çelişkilerin tamamı bu bağlamın içindedir. Sorun, birilerinin sesini duyurma donanımlarının ve imkanlarının sağır edici ve sersemletici gürültüsü ile, buna karşı olanların donanımsızlıktan kaynaklı çığlık çığlığa bağırışlardan giderek sesinin kısılmasından duyulur ve anlaşılır olmaktan çıkmasıdır.
Bu savaşta görünürde toplumsallıktan yana olduklarını iddia edenlerin üç maymunu oynaması, sisteme karşı olma iddiası taşıyanların terörize edilerek sindirilmesi ya da dar çıkar hesaplarıyla sisteme eklemlenmesi, bütün bunları görüp bildiği halde tutum, tavır ve eylemlerinde oportünizm ve tereddüte düşenler de toplumun hanesinden düşenler olarak hesaplanmalıdır. Bu anlamda savaşın çıplak hali uygarlığın bütün güçlerinin, bütün tarihsel artık ürün sömürüsünden elde ettikleri bütün savaş sermayeleri ve birikimleriyle giriştikleri doğa kırım, toplum kırım ve soykırım saldırılarına karşı, toplumsallığın yüzbinlerce yıllık varlığını korumak için eldeki sınırlı donanım ama büyük bir zorunluluk olarak başvurulan öz savunma direnişidir.
PKK Liderliği bu ve benzer konularda yüzlerce cildi bulunan bir çözümleme külliyatı yaratmıştır. Kendisinin deyimiyle bu literatürün en rafine hali olarak formüle edilmiş tezleri, toplumu savunmak gerekir diyen herkese ulaştırılmak üzere, dünya kamuoyuna sunulmuştur. Bu tezler birer reçete veya vahiy-dogma değil; toplumsal sorunların çözümüne katkı amacıyla sunulmuş, yine kendi deyimiyle mütevazı katkılar olarak ele alınmalıdır. Ancak bu katkıların gücü karşıtları tarafından çok iyi görülüp, geliştirilmesinin önünü almak amacıyla bir işkence sistemiyle tecrit altına alınırken; inceleyip tartışarak anlamak ve toplumsallaştırmak misyonu üstlenmiş olanlar tarafından büyük bir ihmalkarlıkla kulak ardı edilmekte, neredeyse unutulmaya terk edilmektedir.
Bu anlamda güncelde yaşanan temel toplumsal sorunların hakikate sadakat temelinde çözümlenip, anlamlandırılması kadar; bu çözümlemelerden sorunların çözümünde rol oynamasının önünü açacak tartışmalar yürütmek, entelektüel düzeyde olduğu kadar ahlaki ve politik görev ve sorumluluk taşıyanların gündemi doğru belirleme ve yönlendirmesine katkı sunacak bazı temel görüşlerin aktarılmasının yararlı olacağı düşüncesiyle; acil ve öncelikli gördüğümüz ve oluşturduğumuz bağlamın içinde ele alınınca daha rahat anlaşılması amacıyla bu yazıya ekleyerek aktarmaya çalışacağız.
Bu tür çabaların Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan işkenceli tecrit sistemine karşı bir tavır-tutum olarak süreklileştirmek gerektiği düşüncesiyle yapıldığını da özellikle ifade etmeliyiz. Zira Öcalan mevcut durumda bir parti, örgüt veya halkın lider kişisi olmanın ötesinde, uygarlık güçlerinin ekosistem ve onun anlam ve ifade edici inşa gücü olan toplumsallığı ontolojik bir saldırganlıkla, toplum kırım ve soykırım kıskacına almış bulunmaktadır. Bu kısacın en çok daraltılıp boğulmamaya çalışıldığı mekanizma da İmralı işkence ve tecrit sisteminde hayat bulmaktadır. Orada boğdurulmaya çalışılan ses, bir kişinin ya da halkın sesi değil; insanlık adına en gür ve anlamlı çığlığın sesidir. Buna bir soluk katmak adına bu sese kulak vermek, insan olarak nefes alamadığımız bugünlerde, belki bize de biraz nefes aldırır umuduyla…
ÖMER KÜRTGÖZÜ
YORUM GÖNDER