ÖZ SAVUNMANIN ONTOLOJİSİ VE TECRİTTEKİ DİRENİŞİN SESİ (2.BÖLÜM)
Peki bu kadar ağır sonuçları olan bir saldırganlık karşısında ilk yapılacak şey ne olmalıdır?
Eğer toplumsal hakikatten bahsediyorsak ve söz konusu olan varlık sorunuysa ve bu varoluş tehdit altındaysa, öncelikle varlığın korunması için, savunulup varoluş halinin korunması gerekir: Var olmayan bir şeyin nitelik, nicelik ya da formunu taşımak, bir anlam taşımayacağından; öncelikle varlık bir oluşum hali olarak korunmalıdır. Eğer varlık saldırı altındaysa onun korunması için ilk düşünülecek sorun savunma sorunudur. Dolayısıyla insan denen tür toplumsallık dışında bir varoluş seçeneğine sahip değilse; öncelikle Faocault’un deyimiyle “toplumu savunmak gerekir”.
Elbette bu savunmanın alanları, öncelikle en yoğun saldırıların yapıldığı alanlardan başlamalıdır. Mevcut haliyle saldırı çok yönlü ve en şiddetli haliyle toplumsal varoluşunun temelleri olan zihniyet- maneviyat ve siyaset alanlarında yaşanmaktadır: Bu alanların örgütlü hali olan entelektüel kurumlar- ahlak ve politik yapılar en yoğun saldırıyla karşı karşıya olan yapılardır; düşünemeyen, bu düşüncelerini toplumsal yasalarla çerçeveleyemeyen ve bu çerçeve içinde günlük ihtiyaçlarını örgütleyip üretemeyen toplum, her türlü sömürüye ve istismara açık olacağından, bu saldırılar karşısında dirençli ve direnişçi yapılar inşa etmeden, toplumsallık varlığını uzun süre devam ettiremez. Bu alanlarda tüm erkek egemenlikli uygarlık tarihi, özünde bir saldırılar ve direnişler tarihidir demek hakikatin en sade ifadesi olacaktır. Bu saldırı ve direniş, tarihin farklı dönemlerinde farklı biçimler alsa da; özünde toplumsal doğayı sömürüp zayıflatan yapılar ile, toplumsal yapıyı savunarak geliştiren ve yeniden üreten yapılar arasında: son beş bin yıllık süreçte ise, toplumsal doğa ile uygarlığın iktidarcı-devletli yapıları arasında sürekli bir savaş hali olarak yaşanmaktadır. Bu savaşın farklı biçimlerini uzlaşılabilir ya da geçiştirilebilir olarak ele almak, bunlara karşı gerekli dirençli yapıların inşasında gösterilen zayıflık ya da ihmalkarlık, varlık-yokluk sorununun önünü açar. Bu sorunun oluşmaması için acil öz savunma ve direniş yapılarına öncelik vermek, ertelenemez temel tarihsel ve toplumsal görevlerdendir.
Şimdiye kadar yapılan özet tanımlamalar öz savunma sorununu hangi bağlam içinde ele almak istediğimizi anlatmak için bir temel oluşturmuştur. Buradan güncel ve yerele geçiş yapmak yöntemsel olarak kolaylık sağlamak içindir. Zira güncel ve küresel olarak bir militarist saldırı dalgası ve üçüncü dünya savaşı olarak tanımlanan, çok aktörlü ve boyutlu bir zaman aralığında yaşıyoruz. Dünya kapitalist sisteminin hegemonik gücü ve küresel-yerel rakipleri aralarındaki çelişkileri; askeri yöntemleri öne çıkaran çatışmalar üzerinden çözme yoluna girmiş bulunuyor. Bu çatışmalar bir çok coğrafyada düşük yoğunluklu-orta yoğunluklu bir tarzda yürütülse de, esas olarak Ortadoğu coğrafyasında ve onun merkezinde yer alan Kürdistan’da en yoğun biçimiyle yaşanıyor. Bu savaşta birçok militarist yapı devreye sokulmuş bulunuyor: Gerek hegemonik güçlerin resmi militarist yapıları, gerekse daha asimetrik yapılar ve yerel vekil güçler üzerinden yürütülen çatışmalar, bu savaşın sadece farklı biçimlerinden ibaret oluyor; yaşanan tek ve bütünlüklü bir hegemonik rekabet savaşıdır.
Bunun üzerinden yürütüldüğü toplumsal ve mekansal yapılar ise, sadece sahne dekoruymuş gibi yansıtılmak isteniyor. Oysa bu savaş sahnesinde çok yönlü doğa kırım ve soykırım gerçeği, bu savaşın esas aktörleri olarak; büyük bir saldırı altında varlık yokluk sorunuyla karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Tarihsel toplumun en kadim coğrafyası ve toplumu, güncel iktidar savaşlarında en ucuzundan harcanabilecek figüranlar derekesine indirgenmek isteniyor. Bu konudaki her türlü direnişi ‘terör’ yaftasıyla gayrı meşru bir çerçeveye yerleştirerek, toplumdan izole etme ve tasfiye etme yöntemini kullanıyor. Binlerce yıldır her türlü iktidarcı uygarlık güçlerine karşı direniş içinde varlığını bugüne kadar getirebilmiş toplumsallıklar, birçok soykırım yöntemiyle tüketilme sürecine alınıyor. Bu konuda zihinsel ve örgütsel yapılar inşa etmede öncülük etme misyonu üstlenmiş dinamikler de, sistemin meşruiyet-hukuk denkleminde sıkıştırılarak, etkisiz kılınıyor. Kelimenin gerçek anlamında ve ontolojik olarak birer terör yapısı olan iktidarcı-devlet yapılarının, bu ters yüz etme demagojilerini yeterince bilince çıkaramayan ya da bilincinde olsa bile, bunu etkisiz kılacak mekanizmalar inşa edemeyen toplumsal dinamikler, bu demagojik denklemin dışına çıkamadıkları sürece, toplumu savunma ve varlığını koruma rollerini oynayamıyorlar.
Bunun birçok gerekçeyle perdelenmesiyse, kabul edilebilir değil: Özellikle sistem hukukunun sınırları içinde kalınarak, toplumun salt siyasal retorikle savunulabileceği yanılgısı, en büyük engel gibi görünüyor. Mevcut devletli iktidar sistemi, militarist tekel karakteri ve toplumun tüm savunma mekanizmalarının ilgası üzerine inşa edildiğinden: Bu sisteme karşı, sistemin belirlediği hukuksal ve meşruiyet sınırlarında takılıp kalmak, kuzuyu kurda emanet etmek anlamına gelmektedir.
Devlet denilen yapı, özünde toplumun silahsızlandırılarak savunmasız bırakılması ve iktidarcı güçlerin her türlü şiddet ve saldırı silahıyla donatılması esasına dayandığından; bu yapının belirlediği sınırlarda kalmak, toplumu her türlü istismara açık bırakmaktadır. İktidarcı sistem bunun derin bilinciyle zihniyet ve demagojiler üreterek, ömrünü uzatma ve toplumu tüketme noktasına getirebilmektedir. Çok sınırlı bir tarih bilgisi bile bunu anlayabilme yeteneği kazandırabilecekken, bunun ısrarla gözden kaçırılması en hafif tabirle aymazlık ya da oportünizmdir. Zaten gelinen bilişsel-iletişimsel düzeyde sorun; bilmekten ziyade gereklerini yerine getirmede yaşanan dar çıkarcı ve oportünist duruşlardır. Bu anlamda toplumun bu varoluşsal sorunlarını aşmak, öncelikle bu oportünist duruşlarla ciddi bir mücadeleyi gerektirmektedir. Bu konuda binlerce yıllık toplumsal direniş ve savunma mekanizmaları ve birikimi olmasına rağmen; toplumsal iradeyi temsil iddiası taşıyanların bunları zamanın ruhuna uygun inşa ve işlevsel kılma rolünü oynamamaları, bu birikim ve potansiyeli tüketme gibi bir sonuç yaratmaktadır. Bu anlamda iktidarcı sistemin saldırıları karşısında toplumun güçsüzlüğünden ziyade, bu gücü harekete geçirmesi gereken aktörlerin rollerinin hakkını vermemesine dikkat çekmek daha anlamlı olabilir.
Bu konuda geniş bir literatür olmakla birlikte, belirttiğimiz güncel gerçekler ışığında daha somut ve pratikleşmiş fikirlerden hareketle bir alternatif tartışmanın içinde olmak daha işlevsel olabilir. Mevcut dünya sistemi hegemonik güçlerinin birinci ve ikinci dünya savaşları ardından inşa ettikleri yapılar olan ulus-devlet sistemleri üzerine oturtulmuştur. Kapitalizmin tamamen mali sermayenin hakimiyetine girmesi ve üretim sisteminin global bir karakter kazanması, bu yapıların işlevselliğini bozmuş ve kapitalizmin inşa etmek istediği yeni küresel sistem önünde engel konumuna getirmiştir. Yeniden yapılanmanın daha esnek ve geçişken bir karakterde olması ihtiyacı ile, ulus-devlet yapılarının kapalı ve katı olması sistem içi çatışmanın nedeni haline gelmiştir. Gerek dar milliyetçi ideolojilerin gerek buna dayalı devlet yapılarının işlevsiz ve engel konumun getirdiği çatışmalı durum, bu yapıların en yapay oluşumları olan Ortadoğu’daki ulus-devletleri büyük kriz ve çatışma durumuna itmiştir. Bu yapılar hem hegemonik güçlerle hem de iç toplumsal dinamiklerle çelişkili ve çatışmalı hallerini, kriz içinde ömrünü uzatma seçeneğini esas aldığından, bu çatışma büyük tahribatlara yol açmaktadır. Ortadoğu’daki teme ulus-devlet yapıları olan Türkiye-Suriye-Irak ve İran ulus-devlet sınırları içinde parçalanmış Kürdistan toplumu bu çatışmaları soykırım düzeyinde bir saldırganlık biçiminde yaşamaktadır. Zaten son yüzyılda bu ulus-devlet yapıları içinde çok çeşitli soykırım yöntemlerine muhatap olan Kürdistan toplumu, gelinen aşamada fiziksel bir soykırım ve toplum kırım saldırısı kıskacına alınmıştır.
Bu saldırılara karşı bir çok direniş yaşansa da, soykırımı tamamen sona erdirecek bir düzeyde sonuca götürememiştir. Son kırk yıldır PKK önderliğinde gelişen direniş de bu soykırımın sonuç almasını engellese de, soykırım tehdidini ortadan kaldırabilecek bir sonuca ulaştıramamıştır. Ancak sistemin temel ayakları ve işlevsel yapılarının Kürdistan toplumunu tümüyle sindirememesi ve tıkanmasında bu direniş savaşı belirleyici olmuştur. Mevcut durumda bu ulus-devlet yapılarının yaşadıkları tüm krizlerin temelinde bu gerçeklik görülmeden, kriz ve kaos durumuna doğru teşhis konulamayacağı, giderek genel kabul gören bir hakikat haline gelmiştir.
ÖMER KÜRTGÖZÜ
YORUM GÖNDER