ANNALES VE TARİH (9.BÖLÜM)
BİR TARİH YAZIMI ÖYKÜSÜ VE YENİ BİR TARİH YORUMU "TARİHSEL TOPLUM" TARİQ HESEN
"Tarih Nedir? Ne zaman başlar? Tarihi ne için öğreniyoruz? Ve nasıl yazılır?" Sorularının bir diğer şekli ” Ben kimim, neyim, nereden geliyorum? Ve bunu geçmişi(mi) neden merak ediyorum?" dur. Elbette ilk iki soru ile ilişkili olarak "nasıl yazılır?" sorusu sadece yazı ile başlatılan bir tarihsel-toplumsal dönemi içermiyor. Yani tarihin iletişim aracı olarak yazının icadıyla çağlar, asırlar, kuşaklar boyunca aktarılmaya başlanmış olması, yazı öncesi yaşamını, tarihsel gerçekliğini ortadan kaldırmıyor. Yazının olmaması hayat deneyimlerinin paylaşılmaması, aktarılmaması anlamına da gelmiyor. Çünkü yazıdan önce "Söz" vardı. Sözden önce "araç" ve her şeyden önemlisi ihtiyaç vardı. Bu sorulara cevap arama ihtiyacı, insanın düşünme yetisinin bireyi kendisi hakkında bilgi sahibi olma isteğiyle alakalıdır. Tarihin ne olduğundan önce ne zaman başladığıyla ilgili şüphesiz ki insanlar " bin yıllardır " bu merakı gidermeye, bireysel ya da toplumsal olarak cevap olmaya çalışmışlardır. Ancak belli bir dönemin neredeyse ayeti gibi ön plana çıkan "tarih yazıyla başlar" sözü üzerinde uzun uzadıya tartışmalar yaşanmışsa da günlük hayata, tarihle ilgili azami bilgi sahibi olmak isteyen bizlere çok fazla yansımamış ve Tarih Sümer'de Başları adeta bu tartışmanın kutsal kitabı haline getirmişiz. Oysa buna Tarih Sümer'de Balar’ın yazarı bu kitabın kendisinde bugün tarihe yüklenen tarz ve anlamda bir tarih yazının olmadığı konusunda uyarıda bulunur. (1) Bu uyarı tabii ki 18. ve 19. yüzyıllarla başlayan bilimsel bir disipline kavuşmuş bir tarih yazımı olmadığı anlamındadır. Klasik Historizm de denilen bu bilimsel tarih yazımı diğer tarih teori ve kuramları bu öğrenme ihtiyacımızı ne kadar karşılayabilmiştir, tarihçilerin tartıştığı en hararetli noktalardır.
Ancak bu egemen tarih yazımı ekollerinin göz ardı ettiği ya da bilerek görmezden geldiği tarihsel dönemler vardır ki sadece 6....bin yıllık dönemi bile düşündüğümüzde bu yüzde soksan sekizlik bir süreyi görmezden gelmek anlamına gelmektedir. (2) İster tarih öncesi, ister Prehistorya, ister ilkel dönem ve ya doğal toplum olarak adlandırılan bu dönemin tarih yazımında görmezden gelinmesinin geçerli sebepleri olarak yazı öncesi(arkaik) dönemle ilgili tarih kuramcılarının elinde çok az kaynak, Yuval Noah Harari'nin deyimiyle bir avuç eşya ve mağara resimleri(3) vardır, bu kaynak yetersizliği de bu dönemi aydınlatmak için yeterli değildir denilebilir. Ancak 21. yüzyılda ulaşılan bilimsel gelişmeler bu alanda eskisinden çok daha önemli imkân ve kaynak sunmaktadır. Yine bu dönemin görmezden gelinmesinin tek sebebinin bu olmadığı da en çok tartışılan konulardan birisidir. Bu noktada Dr. Hikmet Kıvılcımlı bunu bir "tarih öncesi inkârı" olarak değerlendirmekte ve tarihin tam izahına kavuşmayışının birinci sebebi, insanlığın içinden çıkageldiği kendi kaynağının, tarih öncesinin unutturulmasıdır., der.
Devamla "Böylesine "tanrıcıl" bir hırsla, yok etmecesine yasak edilen tarih öncesi tam 6 bin yıl düşürüldüğü sansürden kurtulamadı. Medeniyet de nereden geldiği bilinemediği için içine düşürüldüğü izahsızlıktan ve müstifikasyondan(spekülasyon) kurtulamadı. Tarihçi Devrimin hala iyice kavranamayışının mekanizması bu inkâr sansürüdür. " değerlendirmesini yapar. Yine doğal toplum ilkel-komünal döneme dair kaynakların azlığına dönersek; evet doğrudur. Kaynaklar çok sınırlıdır, döneme dair teoriler, kuramlar çok spekülatif olmaktadır. Ancak yazının olmadığı dönemlerle ilgili o kaynakların kısıtlılığına rağmen, yazılı tarihe göre daha objektif bir tarih kurgusuna zemin oluşturmaktadır. Çünkü insan kemikleri, madenden araç gereçler ya da eski yerleşim yerlerinden elde edilen bulgular, değerlendirmelerimizde ve mantık yürütmelerimizde objektif olmayı yazılı kaynaklara oranla daha fazla dayatmaktadır. Yazı öncesi hikayelerle ilgili olarak Y.N. Harari: " Yazının icadından önce hikayeler insan beyninin sınırlarına tabiydi. İnsanların hatırlarında tutamayacağı karmaşık hikayeler uydurmaları mümkün değildi. Yazıyla beraber insan aklı yerine tablet ve papirüslerle aktarılabilen, son derece ve dallı budaklı hikayeler yazmak mümkün oldu"(5) diyor.
Dolayısıyla sözlü kaynaklarda görsel kaynaklar da bu dönemi daha da objektif ele almamızı sağlar. Bu dönemle ilgili kaynak azlığına rağmen, değerlendirmeler bu dönemin yaşamı hakkında yazılı ve devletli kadar kuşkuya yer bırakmayarak netliktedir. Edward Hallet Carr, Tarih Nedir? adlı kitabında, antropologların ilkel insanın uygar binana göre daha az birey olduğunu, toplum tarafından daha çok kalıplandırıldığını söylediklerini (6) aktarmaktadır. İlkel Komünal dönemin düşünce yapısına dair Y.N. Harari, yazı öncesinde özgür düşünce ve bütüncül bakışın olduğuna, yazıyla beraber bunun yerini bürokrasi ve sınıflandırmaya bıraktığını dile getirir (7), ilkel-komünal dönem içinde önemli bir süreyi oluşturan mitolojik döneme biraz biraz değinilse de tarihsel süreci tanılamamada aktarmada önemli oranda göz ardı edilen yada inkâr edilen durumundadır. Mistik bir anlatı işlevi dışında bir değer biçilememektedir. Oysa mitolojik evre ile ilgili antropologlar, arkeologlar ve Sümerologlar gibi birçok bilim insanı mitolojiye işlev bakımından hakkının teslim edilmesini önerir. Sümerolog Samuel Noah Kramer "Sümer Mitolojisi" adlı eserinde, mitolojideki gelişmelerin antropolojideki gelişmek katkısını ve Eski Ahit'in birçok konusunun mitolojik olduğunun kesinliğinin önemini ortaya koymaktadır (8).
Yine mitolojinin tarihsel süreci kavramadaki önemine ilişkin olarak Abdullah ÖCALAN şunları söylemektedir: " Efsane, destan ve kutsallıklarla yüklü mitolojiler, özellikle neolitik dönemin temel yaşam zihniyetidir. Söylencenin nesnelle çelişmesi, içeriğinde anlamlı yorumların geliştirilemeyeceği anlamın gelmez. Söylenceler(mitolojiler) üzerine anlam değeri hayli yüksek yorumlar yapılabilir. Tarih bu yönlü yorumlar dışında çok az kavranabilir. En uzun yaşam dönemini söylence biçiminde geçiren insan topluluklarını kavramada temel bir yöntem olarak mitoloji vazgeçilmez önemdedir"(9) Peki bütün bunlara rağmen neden tarihin bu en uzun dönemi göz ardı ya da inkâr edilmektedir? Bu kaçınılmaz bir gerçeklik midir? Yoksa bir tercih midir? Bunu bilinçli bir tercih olduğu ve bu tercihin ısrarla dayatıldığına dair birçok gerekçe mevcuttur. Hiyerarşik toplumdan devletli topluma geçiş, kendi toplumunu oluştururken inandırıcılığını bir önceki yaşamı ya da başka bir yaşam alternatifini yok sayarak kurgulamıştır. Yeni topluma yeni bellek oluşturulurken ya eskinin işlevsizliği ya da yok sayılması referansı temel alınmıştır.
Bu dönemin doğal yaşamı birey, toplum ve düşünce bakımından devlet gibi bir hiyerarşiye ihtiyaç duymamıştır. Oysa artık devletli topluma geçiş böyle bir toplum yapısını, bireyi ve özgür düşünceyi kendisi önünde en büyük engel olarak görmektedir. Tarih bu temelde geçmişle gelecek arasında bir hesaplaşma alanına dönüşür. Bu konuda Haitili antropolog Michel-Polph Trouillot, geçmişi susturmak adlı eserde, geçmişin bir depo metaforuyla anlaşılamayacağını yapılan haksızlıkların ise ileride bir gün tarih tarafından telafi edilemeyeceğini anlatıyor. Tarihin elbette bir hesaplaşma sahnesi olduğunu ama hakikatlerin er ya da geç aşığa çıkmadığını çıkarmayabildiğini, böylece kimi insanların, kimi gerçeklerin ve kimi olayların maddi olarak kaybolduğunu hiç olmamışlar gibi hayatın devam ettiğini (10) göstermeye çalışıyor. Nietzche, tarihi anıtsal açıdan ele alan kimselerin "bir zamanlar var olan büyüklüğün bir kez var olabildiğine göre, pekâlâ yeniden var olabileceğini düşüneceğini; böyle bir kimsenin cesaretle yolunu sürdürebileceğini çünkü zayıf saatlerinde, yoksa olanaksız bir şeyi istemiş olmayayım diye sorduğunu, içine düşen bu kuşkuyu artık bir yana attığını" dile getirmesidir (11). Bu noktada Dr. H. Kıvılcımlı'nın "tarih öncesinin unutturulması" veya "inkâr sansürü" savına daha fazla anlam vermemizi gerektirir.
Çünkü mevcut tarih kuramlarının kimisi tarihi sadece insanın varlığıyla sınırlayarak 13,5 milyar yıllık evreni kimisi de sadece yazıyı ya da devleti ölçüt alarak hm evrenin var olan gerçekliğini yok sayarak 6 bin yıllık bir süreyi ölçü alarak geçmişi inkâr üzerine tarih kuramı, teorisini oluştur muştur. Sanki toplumun dışında gelişen bir tarih varmış gibi bir anlatımla yalnız toplum değil, doğa ve evren de yok sayılarak sadece son 6 bin yılda gelişen süreçler devlet eksenli anlatılmaktadır. Oysa jeologlar: "Dünyamızın tarihi, yeryuvarı katmanlarına işlenmiş olarak kaydedilmiş bulunmaktadır" tespitini yapmaktadırlar. Yani bu şu anlama gelmektedir, tarih salt bir insan icadı değildir. Güneş sistemimizin ve evrenimizin tarihi de böylesi sistemler içinde çeşitli şekillerde kaydedilmiş bulunmaktadır. Bu kayıtlar, hem evrende dolaşan değişik türlerdeki radyasyonlar içinde saklanmakta hem de maddelerin birbirleri etrafındaki döngü sistemlerinde veya o maddeleri oluşturan parçaların yapısal özelliklerinde bulunabilmektedir. (12) Sadece bu inkâr veya ihmali görmek bile tarih yazımını, kuramlarını sorgulama süzgecinden geçirmeye yetmektedir. Peki bu sorgulamaya konu olacak tarih yazımı, düşünü ve kurgusu ne zaman başlamış ve nasıl bir yol izlemiştir?
TARIQ HESEN
YORUM GÖNDER