TARİHSEL PERSPEKTİFTEN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ (2.BÖLÜM)
Türk Milli Bilincinin ve Millileşen Türk Devletinin Doğuşu
“Atatürk”ün kelime anlamı “Türklerin atasıdır”. Kemal’e resmen, 1934 yılında, ölümünden sadece dört yıl önce Büyük Millet Meclisi tarafından verilmiş bir unvandır. Fakat o milletin atası olsa da, Türk milli bilincini sıfırdan yaratmadı.
Türk milli bilinci, ondokuzuncu Yüzyıldan yirminci Yüzyıl başlarına kadar tedrici bir süreç içerisinde gelişmiştir. Başlangıçta Türkçe konuşan seçkinler arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun son on yıllarında tam teşekküllü bir Türk etno-milliyetçiliğe dönüşmeden önce, “reformist” ve modernleştirici eğilimlerle ilişkilendirilen önceki Osmanlıcı taahhütlerden evirilerek doğmuştu. Laik bürokratlar, Batıcılar, çökmekte olan bir İmparatorluk Düzeninin “modernleştiricisi” olmayı arzulayanlar, Türk ulusunun kasıtsız ebeleri olmuşlardı. Ve ordu, ulusun onurunun savunucusu, onun öncüsü olarak, en sembolik şekilde “Jön Türkler” olarak adlandırılan, çekirdek grubu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) örgütlenen, yapının bünyesinde cisimleşti.
1908 yazında, Manastır ve Selanik’te, İngiliz ve Rusların kalan Rumeli topraklarını bölmek için bir anlaşmaya vardıklarına dair korku ve söylentiler arasında, bir askeri isyan patlak verdi ve hızla yayıldı (Anderson 2008, s.400). Jön Türkler olarak bilinen isyancı subaylar, vatansever inançla motive oldular ve özellikle padişah II. Abdülhamid’in orduya yatırımı tehlikeli bir şekilde ihmal etmesi konusunda kızgındılar. İmparatorluğun toprak bütünlüğünü savunmak için, padişaha itaatin üzerinde ve hatta buna karşı, acil bir ihtiyaç duygusuyla harekete geçtiler. Başlangıçta Jön Türklerin popülaritesinin kaynağı, anayasal hükümetin restore edilmesi çağrılarıydı. Ancak bir kez iktidara gelinince, Jön Türklerin, belki de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, anayasaya saygı gösterme konusunda oportünist oldukları ortaya çıktı.
Jön Türkler, Büyük Güçler’in gözünde tanınma ve saygı, masada bir koltuk talep eden, Batı’nın taklitçileriydiler; ama bunun için, “Osmanlı Devletinin, rakiplerini oldukça güçlü kılana benzer mordern bir kitle tabanını oluşturmak için bir dönüşüm yaşaması gerektiğini” biliyorlardı (Anderson 2008, s.401). Jön Türkler, kitleleri devleti desteklemek için mobilize etmenin, ulus kategorisinin açık cazibesini gerektirdiğine inanıyordu. Ve böylece, toplumsal tahayyül her zamankinden daha fazla Türk ulusu bağlamında tanımlanmaya başladı, İmparatorluk tarafından kavramlar, özellikle okul sisteminde, her zamankinden daha fazla türetildi ve yayıldı (Hammy 2016).
İTC’deki Jön Türkler, mesele meşrutiyet olduğunda oportünist olmuş olabilirler, ancak mesele ulus olduğunda kesin inançlılardı ve onlarınki, Türk milliyetçiliğinin ölümcül, saldırgan, dışlayıcı bir türüydü (Yadirgi 2017, s.5; Hanioglu 2011, s.64). Türk etno-milli tahayyülleri, Osmanlı projesinin ardışık başarısızlıkları, sınır ve çelişkilerine yanıt olarak gelişti. Bu etno-milli tahayyüler, emperyal parçalanma ve ayrılıkçı ajitasyonun eğilim ve travmalarıyla diyalektik ilişki içinde her zamankinden daha güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Bu, Türk milliyetçiliğinin başlangıçtan itibaren, neden Büyük Güçlerin akbaba gibi görüldüğü, hatırı sayılır miktarda anlaşılabilir bir paranoyadan etkilendiğini anlaşılır kılıyor. Buna karşılık tahmin edilebileceği gibi, “Osmanlıcılığın kademeli olarak Türk milliyetçiliğine dönüşmesi, Türk olmayan topluluklar arasındaki ayrılıkçı eğilimleri daha da hızlandırdı” (Rustow 1965, s.177). Fakat, ancak Büyük Savaş’ın ardından, İmparatorluğun ölümüyle birlikte, Osmanlıcı nosyon kesin olarak yenilgiye uğratılacak ve boşluk, kısa süre sonra, savaş kahramanı Kemal’de cisimleşen ve onun Cumhuriyetiyle kurumsallaşan yeni bir hegemonik Tük etno-milliyetçiliği tarafından doldurulmaya başlanacaktı.
Gerçekten de, Kemalist rejimin ürettiği etno-milliyetçi “mitoloji”, aşırı milliyetçi çılgınlıkların bol olduğu iki savaş arası dönemde en “ölçüsüz” olanlar arasında yer alacaktı. Anderson’un veciz bir şekilde tarif ettiği gibi:
“Otuzlu yılların ortalarında devlet, Akdeniz’deki Hitit ve Fenikelilerin bir kolu olan Türklerin, Orta Asya’dan dünyaya, Çin’den Brezilya’ya medeniyeti yaydıkları ve evrensel tarihin itici gücü olarak, diğer tüm dillerin kökeni olan ve ilk Türklerin Güneş Dilinden türeyen bir dili konuştuğunu savunan bir ideolojinin propagandasını yapıyordu.”
Ancak, Anderson’un da söylediği gibi, Kemalizm’in ölçüsüz mitleri, “etnik megalomani” refleksleri bir de her zaman “resmi kuruluşun altında yatan güvensizlik ve yapaylığın” yansımasıydı. Bu, büyük Türk sosyoloğu Çağla Keyder’in artık klasik olan “rejimin doğuşunda etnik temizlikle boşaltılmasının bir telafi mekanizması olarak, Anadolu’nun geriye dönük Hititler ve Truvalılar biçiminde saf Türklerin yerleşim alanı olarak sunulması” yorumuyla uyumludur (Anderson 2008, s.420).
Aynı şekilde Keyder’in yorumu, 1925’teki Kürt isyanını bastırma refleksinin neden bu kadar acımasız olduğunu anlaşılır kılmaktadır. Gerçekten de Keyder, bu anı, genç Cumhuriyet’in militarist, otoriter ve etno-milliyetçi eğiliminin belirgin hale gelmesini sağlayan, gidişatındaki önemli bir dönüm noktası olduğu kadar belirleyici bir an olarak görüyor. Keyder’e göre Kürt isyanı, “Ermeni tehciri ve Yunan mübadelesine rağmen, yeni ülkenin, bürokrasinin arzu ettiği ulusal homojenlik derecesine hala ulaşamadığının güçlü bir hatırlatıcısıydı.” Sonuç olarak “bu isyanla hükümet savaş durumuna geri dönerek, Doğu’daki Kürt taleplerini bastırmak amacıyla, olağanüstü yetkiler taşıyan İstiklal Mahkemelerini yeniden faaliyete geçirdi.” Doğu’daki şiddetli baskı dalgasının ortasında “Takrir-i Sükun Kanunu” ilan edilerek ülke çapında yürürlüğe girecek, böylece “hükümet otoriter yönetim için kurumsal bir çerçeve sağlayacak” ve dolayısıyla “potansiyel muhalefet kanallarını ortadan kaldıracaktı.” “1930’daki kısa bir dönem dışında”, “yirmi yıllık tek parti yönetimi boyunca kapalı kalmaya” mahkum olan kanallar (Keyder 1987, ps.83-84). Ve 1930’lardan itibaren, İtalyan faşizmi “‘güçleri birleştirme’ sloganı altında, gelişmekte olan devlet/parti ilişkileri için bir model oluşturacaktı” (Houston 2008, s.127; Keyder 1987, s.100).
Bu süre zarfında rejim, son derece “merkezi, laik, Türk milliyetçisi bir devlet” inşa etmek ve konsolide etmek için muhalefetin etkili bir şekilde susturulmasından yaralanacaktı. “Kürt etnik kimliğini ortadan kaldırmak için tasarlanmış iskan planları ve diğer yasaları” da kapsayan, “Kürt bölgelerindeki isyanlara tepkisi saldırgan ve baskıcı hatta sadistçe olan milliyetçi bir devlet” (Angrist 2004, s.390).
İlkesel olarak asimilasyoncu, pratikte çoğu zaman dışlayıcı “yekpare” bir milliyetçilik türünün egemen olduğu millileşen bir devlet (Brubaker 1996). Babası ‘Türkleşmiş bir Kürt’ olan ve 1938’de Kemal’in ölümünden sonra cumhurbaşkanlığını devralması kaçınılmaz olan dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün ünlü sözlerinde çok iyi yakalanabilen milliyetçi bir zihniyet. 1925’te, acımasız baskı dalgasının ortasında, ısrarcıdır: “Türk çoğunluğun karşısında diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere veya Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz.” Üstünlükçü ve nihayetinde dışlayıcı zihniyet Kemal’in adalet bakanında çok daha açık görülebilmektedir. Bakan 1930 yılında böbürlenmektedir: “Biz Türkiye denen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” (Özcan 2006, s.70).
İç düşman olarak tanımladığı kişileri fiziksel olarak yok etmeye ve belki de tüm köylerin yerle bir edildiği ve “havadan bombardıman, gaz ve ağır silahların” kullanıldığı 1938’de Dersim’de en vahşi biçimde görülen, yenilenen Kürt direnişlerinin her türlü işaretini bastırmak için devlet terörüne girişmeye istekli bir devlet. Dersim ile ilgili dönemin İngiliz prokonsülü şunları rapor etmiştir: “Kürtlerin yaşadığı bölgeyi temizlemek için askeri yetkililerin, Büyük Savaş sırasında Ermenilere karşı kullanılanlara benzer yöntemler kullandıkları çeşitli kaynaklardan anlaşılmaktadır: Kadın ve çocuklar dahil binlerce Kürt katledildi; çoğu çocuk diğerleri Fırat’a atıldı; daha az hasmane olan bölgelerde ise, önce hayvanlarından ve diğer eşyalarından mahrum bırakılan binlerce kişi Orta Anadolu’daki vilayetlere sürüldü” (quoted in McDowall 1996, s.209). Belki de en başta eğitim sisteminde kurumsallaşan ve yaygınlaştırılan bir Türk milliyetçiliği ki öğrenciler her gün şunu söylemek zorunda bırakılmıştı: “Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu ve milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun” (Natali 2005, s.86). Özellikle, 1960 nüfus sayımında bile “on beş Kürt vilayetindeki nüfusun ortalama yüzde 85’inin” okuma yazma bilmediği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, bu tür endoktrinasyonların etkisi Kürt bölgesinde sınırlı kalmaya mahkumdu (Natali 2005, s.97).
DR. THOMAS JEFFREY MİLEY
YORUM GÖNDER