DEMOKRATİK UYGARLIK DEVLETÇİ UYGARLIĞA KARŞI; TARİHLE ŞİMDİYİ YAPMAK! (1.BÖLÜM)
“Tarih hiçbir zaman tek taraflı bir iradenin eseri olarak gelişmez; her zaman iki zıt ucun diyalektik bağı halinde çelişkili olarak gelişir. Yeniyi temsil eden özelliklerinin başatlık kazanmasıyla yeni bir dönemi başlatıyor. Toplumsal olgu ve hareketlilik bu ana çerçevede tüm toplumlar için geçerlidir.” (Ali Fırat) Avrupa merkezli bir sosyal bilim anlatısı olarak uygarlık kavramını ve bu kavram kapsamında yer bulan kent, sınıf, devlet yapılanmasını da benzer ana çerçeve içerisine oturtmak ve tarihin ana akışındaki iki zıt uçtan biri olarak tanımlamak pekala mümkündür. Her ne kadar Avrupa merkezli sosyal bilim uygarlık kavramını edep, erkan, ahlak, zerafet ve kültür temelinde insanın kazandığı düzey, farklılık ve ‘’insanların doğaya egemen olma, toplum olarak iyi bir yaşama ulaşma çabasından çıkan sonuçların, bilim, teknik, sanat ve kültürün tümü’’ biçiminde tanımlasa da, aslında gerçeklik bunun tam tersidir. Uygarlık, tarihin ana akışındaki iki zıt uçtan toplumsallığa karşı negatif kutbu oluşturan bir karşıt sistem, bir anti toplumculuktur. Anti-toplumcu olma özelliğini devletli ve sınıflı, iktidar odaklı güç olma anlayışından ve bu anlayışın oluşturduğu sermaye iktidar birikim sisteminden alır.
Toplumsal yaşam, uygarlıkla baskıyı ve sömürüyü tanımış, savaşı ve soykırımı öğrenmiş, asimilasyon ve faşizmi deneyimlemiş, insanın nasıl insanın kurdu haline getirildiğine, mankurtlaştırıldığına tanıklık ederek adeta ‘’Yaşam nasıl yaşanmaz’’ın mekanı haline getirilmiştir. Bu nedenle A.Dicle, Hegel’in “kanlı mezbahalar’’ tarzındaki uygarlık değerlendirmesini eksik bulur ve şu önemli eklemeyi yapar ; “Sadece tarih kanlı mezbahalar sahnesi değil, daha fazlası olan ; insanın, insan yaşamının biricik nedeni olan özgürlüksel anlamının sürekli soykırıma tabi tutulmasıdır. Gerisi yaşamın posasıdır. Uygarlık en yalın teşhisle özgür yaşam anlamının boşaltılmasından geriye kalandır.’’ Toplum ve iktidar ayrışmasıyla başlayan bu süreç, iktidar ile birlikte oluşan sermaye tekellerinin artı-değere konarak tam güç haline gelmesiyle süreklilik kazanmış ve devletiktidar-sermaye üçlemesiyle toplum aleyhine işleyen bir Leviathan’a dönüşmüştür. Uygarlık Leviathan’ın sadece zoru örgütleyen ve zor aygıtlarını (asker, polis, istihbarat tekeli) ayakta tutarak askeri, politik ve ekonomik bir güç haline geldiğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Çünkü hiçbir zor, ideolojik hegemonyaya dayanmadan zor ve zulüm sistemini sürdürememiştir. Zorun yanı başında sürekli rıza oluşturma çabasını, ideolojik hegemonyayı bulundurmuş ve esasta ideolojik hegemonya temelinde başarı sağlayabilmiştir. İdeolojik hegemonya, temelinde altı bin yıllık artı-ürünün yattığı kanlı, işkence ve sömürücü kölecil sistemi yürütebilmenin en bağlayıcı yöntemi, yoludur. Sümer rahiplerinden günümüz ulus-devlet ideologlarına, uygarlık sisteminin üzerinde hakimiyet kurduğu bilim-akademilerinden liberal düşüncenin çoklu ayartmalarına kadar hep bu hegemonyanın izlerini, etkilerini görürüz.
Temel toplumsal çelişkinin sınıfsal olduğu ve sınıflaşma ile gelişme ve ilerlemede mesafe kat edilebileceği çarpıtması da yine uygarlık zihniyetinin oluşturduğu ideolojik kodlardan birisi, ama en önemlilerinden birisidir. Zira uygarlık sistemi, esas tezgahını sınıflaşma üzerinden kurmuş ve sınıflaşma geliştikçe toplumu daha çok etki alanına alarak sömürme imkanı bulmuştur. Bu konuda A. Dicle, ‘’Tarih bu anlamda sert bir sınıf mücadelesidir’’ der, devamında ise sınıflaşmanın gerçekleşmesinin kendisini politik ve ahlaki toplumun daraltılması ve işlevsizleştirilmesi, toplumsal gerileme ve düşüş olarak değerlendirir. Marksizmdeki sınıf çelişkisi ve sömürüsü sınırlı bir gerçekliği ifade etmektedir. Sınıfsallığın, uygarlığın temel karakteristik özelliklerinden birisi olduğu, daima çatışma ve baskı üreten, sürekli yanıltma ve perdeleme işlevi gören bir yapıya sahip olduğunun fark edilmemiş olması Marksist kuram açısından önemli bir handikaptır. Devrim ve demokrasi iddiasındaki birçok örgütlü yapının günümüzde hala doğru bir toplumsal rota tutturamamış olması ve öncülük misyonunun gereklerini yerine getirememesinde bu tarz sınıflaşma algısının belirleyici bir rolü vardır. O halde temel gerçek, temel toplumsal çelişki nedir? Eğer sınıfa karşı sınıf perspektifi uygarlık sistemini aşmak bir tarafa, bu tuzağın bir payandası haline gelmemize yol açıyor ve buna süreklilik kazandırıyorsa mücadele ve direniş yöntemimiz ne olmalıdır? Demokratik modernite paradigmasının buna yanıtı işe, toplumsal problemin ne olduğunun tespitiyle başlanması gerektiği yönündedir. Buna göre toplumsal problem, toplumun temel dinamiğinin çiğnenmesi, toplumun toplum olmaktan çıkarılmasıdır.
Peki bu saldırıyı gerçekleştirerek toplumu temellerinden yıkan ve çözen, dolayısıyla problemi yaratan güçler kimlerdir? Sermaye ve iktidar tekeli, problemi yaratan güçlerin başında gelmektedir. İkisi de özünde artık-değer gaspı olarak toplumu temelinden oyma işlevi görmektedirler. Toplumsal sorunu doğuran etkenler ise kendilerini tekelin özü etrafında oluşmuş kent, sınıf ve devlet biçiminde açığa vururlar. Demek ki toplum ve iktidar ayrışmasıyla başlayan sürecin tetikleyicisi konumundaki uygarlık, kurduğu baskı ve sömürü sistemi ile bir karşı uygarlık (sınıflı, iktidarlı ve devletli uygarlık) oluşumunun genel kavramsal tanımı haline gelirken, toplum bu çarpıtmaya karşı insani özgürlüksel anlamını koruma, savunma ve direniş gösterme zihniyet ve pratiğidir. Dolayısıyla tarihsel akış, aslında iki zıt ucun, yani iki farklı uygarlığın, bir tarafını iktidar ve devlet odaklı uygarlığın diğer tarafını devletleşmemiş ve iktidar oyununa bulaşmamış komünal toplum formlarının, çoklu toplumların meydana getirdiği bir demokratik uygarlık akışı ve bu iki uygarlık arasındaki mücadeledir demek, bizi gerçeğe daha yakınlaştıracaktır.
Ali Fırat’ın deyişiyle, ‘’Temel çelişki sadece sınıfsal olmayıp uygarlık düzeyindedir. En azından beş bin yıllık yazılı olarak da izleyebildiğimiz tarihsel mücadele; devletli uygarlıkla (esas olarak sınıflı kent ve devlete dayanır) devletleşmemiş, ana gövdesi tarım ve köy toplumu olan, zamanla kent emekçilerinin de içeriğini oluşturduğu demokratik uygarlık arasındadır. Toplumdaki tüm ideolojik, askeri,politik ve ekonomik ilişki, çelişki ve mücadeleler bu iki ana uygarlık sistemi altında cereyan ederler.’’ Benzer çarpıcı yaklaşımı ibn-i Haldun’un Mukaddimesi’nde bulmak öğreticidir. İbn Haldun, kendi kavram ve düşünce yapısı içerisinde bu gerçeğe şöyle işaret eder; ‘’Vurgulanması gereken ikinci önemli nokta ; komünal gelenek ile uygarlığın, gerek yazılı tarih öncesinde gerek sonrasında bir arada bulunmuş, aynı zaman ve geniş mekan boyutlarında birlikte yaşamış olmalarıdır. Söz konusu birlikte varoluşun en can alıcı özelliği, komünal gelenek ile uygarlığın sürekli bir kavga, bir savaş içerisinde bulunmuş olmasıdır.
Zaman zaman iç içe geçmiş görünümlere bürünmekle birlikte insanlığın çağlar boyu iki büyük ‘kamp’a ayrılmış olması tarihsel bir gerçekliktir.’’ İbn Haldun’un bu tarihsel ‘’kamp’ı ‘’ tanımlarken komünal gelenek ile uygarlığın var oluşlarıyla iki ayrı üretim ve eylem tarzı geliştirdikleri, zamanla komünal geleneğin uygarlık potasında erime riskiyle karşı karşıya gelse de varlığını direniş ve çarpışma yeteneğini canlı tutarak sürdürdüğünü belirlemesi önemlidir. Hele hele komünal geleneğin gelecekteki insanlık 19 sentezinin ön şartını oluşturduğu yönündeki tespiti, yankısını günümüzde bulan 14. yüzyıldan yapılmış güçlü bir çağrı, bir sesleniş niteliğindedir. Diğer taraftan A.Dicle, uygarlığın tarihsel akış içerisindeki yerini belirlerken, uygarlık tartışmasının temeline uygarlığın bir bütün oluşturduğu ve ana nehir gibi bir akış düzenine sahip olduğu gerçeğini yerleştirir. Bu gerçek, şehir, sınıf ve devlet üçgeni üzerinde hareketlenir. Bu üçgenin aldığı biçimler uygarlığın da biçimini belirler. Bir anlamda uygarlığın grameri rolündedirler.
Buna göre Sümer, Mısır, Grek-Romen, İslam, Hristiyanlık ve Avrupa uygarlık dönemi, uygarlık bütününü oluşturan süreçler zincirinin birbirine bağlı ve birbirini besleyen dönemsel halkalarından başka bir şey değildir. Sümer ve Mısır uygarlığın ilk klasik biçimini temsil ederken, Grek Romen, İslam ve Hıristiyanlık olgunluk dönemini ifade etmiş, Avrupa uygarlık dönemi ise çözülüş ve kaosun yoğunluk kazandığı aşama olarak yaşam bulmuştur. Resmi uygarlık, tarihinin hiçbir versiyonu anti-toplumcu karakterleri sebebiyle toplumsal çözümün bir parçası olmamışlardır. Aksine, resmi uygarlığın çekirdeği olan devlet, demokratik uygarlığın çekirdeği olan komünal düzene (ahlaki politik topluma) karşı sürekli savaş halinde olmayı varlık sebebi saymış, sömürgeleştirerek ve asimile ederek tasfiye etmeyi amaç edinmiştir. Bu nedenle uygarlık güçlerinin kullandıkları iktidar ve devlet aygıtlarına başvurarak, toplumsal sorunları çözmeye kalkışmak, ya da demokratik özgür yaşamı inşa edebileceği zannına kapılmak, reel sosyalizmin içerisine düştüğü hata ve açmazları tekrarlamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Uygarlık sisteminin rekabet ve çatışmadan beslendiğini, dolayısıyla bu savaş halini hem kendi içinde hem de kendi dışına karşı iki koldan yürüttüğünü unutmamak gerekir. Uygarlığın kendi içindeki rekabet ve çatışmaları ‘’genelde tekeller arasında, özelde tarım ve ticaret tekelleri arasında’’ geçen bir hakimiyet mücadelesi biçiminde somutlaşırken, dışa karşı ise kendisiyle çelişki içerisinde olan tüm toplum güçlerine yönelik gerçekleşir. Sadece bir sınıf değil, tüm toplum hedeflenir. Uygarlık tekellerinin dikkat çekici özelliği, ‘’aralarında ne kadar çatışsalar da, dışa karşı birlikte ve tarihi olarak da bir zincirin halkası gibi hareket etmeleri’’dir.
Tarihsel süreç içerisinde gerçekleşen hemen hemen tüm savaşların bu iki içerikten kaynaklandığı, başarı için maddi ve manevi kültürün her koşulda geliştirilmesi çabasının da buna bağlı işlediği bilinen bir husustur. Uygarlık sistemi, topluma yöneltilmiş bir savaş hali olarak yarattığı maddi uygarlık kuşatmasıyla ‘’büyüsü bozulmuş dünya’’ gerçeğine yol açmıştır. Sonuç anlamın büyük yitimidir. Anlamın yitirildiği yerde özgürlük de yitirilmiştir. Anlamdan ve özgürlükten yoksunluk ise, insani varoluş ve gerçekleşme iddiasını yitirmenin de ötesine düşmektir, hiçleşmektir.
NASRULLAH KURAN
YORUM GÖNDER