ÜÇÜNCÜ YOL; HAKİKATIN PATİKASI (1.BÖLÜM)
“Doğa içerisinde insan” ya da “evrende insanın yeri” konulu tartışmalar tarih boyunca yoğun yürütüldü. Bunun sonucu olarak özellikle devletin inşası ile birlikte ortaya çıkan tablo bir tür olarak insanı evrenin merkezine koyan yaklaşımları da belirlemiş oldu. Buna göre evreni kendi içinde taşıyan, kendini de evren içerisinde anlama kavuşturma çabasında olan bu türün gerçekliğinden giderek uzaklaştırılmaya çalışılan bir ‘doğru’ yaratıldı. Buna göre kendini ve dolayısıyla birinci doğayı tanımlama yollarında epey mesafe kat etmiş olan insan yeni bir sapmayla beraber bir şeylerin efendisi olma ‘ihtiyacını’ tarihin hakiki olan gidişatına kafa tutarcasına egemenliğe evriltti. Kuşkusuz bu tanımlamalar birey-toplum bağıl dengesinden koparılmış bir şekilde yapılmamalı.
Temel neden olarak ele alacağımız nesne belirleme konusunda yaşanan dilemmanın nedeni de budur. Bir sorumlu aramaktan ziyade hakikat denen ve sürekli tanımlanmaya muhtaç gibi hissettiğimiz anlatının özüne ulaşma yolunda sürekli yürümek esas gaye olabilir. Bu yüzden kendini tanımlamaya kalkan bir varlığın çarptığı iktidar duvarı birçok noktada anlam kaymasına neden olmuştur. Bir tür olarak insan, kendisini “diğeri olmayan” biçiminde tanımlarsa ‘diğeri’ olarak tanımladığı her varlığa karşı tasarruf hakkını da elinde bulundurur. Bu yüzden öncelikle yanlış tanımlamalara müdahale etmek, kavramları kendi doğasına büründürmek ve kuramları da bunun üzerinden, toplumdan koparmadan yeniden ele almak elzem bir hal alıyor. Yani yalnızca birinci doğayı esas alan yaklaşımlar kadar yalnızca ikinci doğa üzerinden değerlendirmeler yapmak da sakıncalıdır.
Tarihin devasa bir yazgıya terk edilmediği, kaos döngülerinde kendisini netleştirerek ilerlediği artık su götürmez bir gerçek. Bunda evrendeki bilinen tüm varlıklar gibi ikinci doğa olarak insanın payını da iyi görmek, değerlendirmek gerekiyor. Konu bu bağlamda değerlendirilirse belki oluşturulan “evrenin merkezindeki insan” tanımlamalarından uzaklaşılabilir. Her varlığın kendi içinde taşıdığı öz ile birlikte evrensel akışa dahil olması gibi insanın bu akışı kendi içinde nasıl yaşadığı sorunsalı burada önem kazanıyor. Özne ve nesnenin birbirinden tarihsel düzlemde nasıl koparıldığı en çok da insan türünü ilgilendiren bir durum. Doğadan -geniş ölçekte parçası ve bütünü olunan evrenden- mutlak kopma isteği, egemenlik ve iktidar anlayışının doğumuyla alakalı. Nitekim böyle bir ayrım yapma gereği duymayan insan türü bu durumu kendi içine de taşımaya evriliyor. Tam da bu yüzden başta tür olarak insanın hakiki tanımlamalarına kavuşması gerekiyor. Üçüncü yol olarak ortaya konulan teorinin bir ayağı da bu oluyor. Tanımlamaların tümünü de “ya o… ya da bu…” kıskacından kurtarabilmek.
Düşünce sistemlerinin hemen hemen tamamı bu konuda bir yaklaşımı benimseyerek sürdürüyor. Bunu bilinçli olarak ya da etkilenme boyutuyla yapıyor. Din, bilim, felsefe ve mitolojik yöntemlerin yaklaşımları Abdullah Öcalan tarafından yoğunca değerlendirilip çözümlendi. Aralarında yaşanan etkilenmeler, ayrışmalar, birbirlerini hangi noktalarda besledikleri ve esasen birinin varlığının ötekinin yok oluşu üzerine kurgulanmadığı yoğunca vurgulandı. Düşünce sistemlerinde tür olarak insanın, evrendeki ya da doğadaki yeri konusunda birbirlerine karşıt gibi görünen dinsel ve bilimsel yöntemde nasıl aynılaştığının bilinmesi gerekiyor. Dini yorumların büyük bir çoğunluğunda yaratıcının doğayı insan için yarattığı vurgusu var. Nitekim insanın yaratılması karar altına alınıyor ve ardından öncelikle insanın yaşama koşullarının yaratılması sağlanıyor. Su, bitki örtüsü ve diğer canlı varlıklar, hava vs. hemen hemen hepsi insanın yaşamasına olanak sağlamak adına var ediliyor. Bunu bir bütünen bu şekilde belirtmese de bilimsel yöntem de aynı biçimde ele alıyor. Var olan her şey insan için. Dolayısıyla sınırsız kâr adına, insanın sınırsız refahı adına ağaç katliamlarından, hayvanların öldürülmesine kadar her şey mübah.
Burada, aslında tanımlanmaya ihtiyaç duymayan hakikatin yarattığı insan-doğa algısına tam anlamıyla ters işleyen bir yaşam biçimi ortaya çıkıyor. “Her şey insan için” algısının “her şey insana rağmen var veyahut insan diğer her şeye rağmen var” algısına kapı aralamaması düşünülemez. Bu yüzden insanı doğru tanımlamak, tanımlanan ölçüde kendi özüne kavuşturma mücadelesi yürütmek özgürlüğe kapı aralamak anlamına geliyor. Bu da öncelikle verili olanın reddini gerektiriyor.
Peki mevcut anlayıştan -insan merkezli evren- sıyrılarak, ancak insanın değerini de yitirmeden üçüncü bir tanımlama nasıl olabilir? Ya da anlam açısından insanı ele alıyor olmanın önemi nedir? Üçüncü yolun anlamı insanda dile geliyor olsa da bilinen evrenin her yanına nüfuz etmiş bir anlayışı yorumlamak açısından, insanı evrenin merkezine koymadan onun tanımlarını aramak yerinde olacaktır.
Ayine-i Kâinat; İnsan
Niyetimiz yalnızca tümdengelim ya da tümevarım yöntemlerinden birini kullanarak doğru bilgiye ulaşmak değil. Var olan gerçeklikleri olduğu gibi yorumlamak. İnsanın hak ettiği değerden fazlasını ondan almak ya da hak ettiği değeri ona yeniden teslim edebilmek. Bu açıdan en büyük teknik olan insanı kendi doğasıyla birlikte incelemek bilinmezi biraz daha bilinebilir hale getirmek, birinci doğayı biraz daha anlamak, bunun üzerinden insan olarak kendini bilmek açısından önemlidir. Birinci doğanın kendine has olarak sürdürdüğü gizem, özellikle en küçük evren olan atomlarda kendini görünür kılabiliyor. Devasa anlamların saklı olduğu bir atom zerresi hakikatin sırlı perdelerini bir bir kaldırabiliyor. Bunun üzerinden birinci doğanın tanımları kendini yeni formlara büründürüyor. Bütün evreni yalnızca insanın algılarına sıkıştırmak doğru bir metot değildir.
Görünürün ötesinde varlığını sürdüren sezgisel yaşamın bütün boyutlarını gözle görünmeyen atomlarda gözlemlemek mümkün. Mikro evrende yaşam biçimleri incelendiğinde süreğenliğin iki çizgi üzerinde somutlaşmak zorunda olmadığını görüyoruz. Maddenin bu yapısı aslında birinci doğanın işleyişine dair de bir fikir veriyor. En cansız olarak tanımladığımız varlıkların atom altı dünyalarında sergilenen ve onlarda bilincin var olduğunu düşündüren yaşam formları aslında üçüncü bir yolu da gözler önüne seriyor. Yani mevcut olan, varlığını gözümüzün içine sokan -yani görünür olan- madde bizi “ya o, ya da o…” diyerek bir tercih yapmaya zorlasa da mikro evrende yaşananlar esas anlam gücünün üçüncü hatta yaşandığını gösteriyor. Gözden kaçırılan da bu oluyor. Mevcut görünür olanın insanda yarattığı his soğuk, hatta buz gibi bir yaşam gerçekliği ve akışın ancak insan gibi kompleks varlıklarda sürebildiği. Oysa görünürün ötesinde olanda bir anlam deryası var ki, varlığını sürdüren ezberlerin tamamını ters yüz ediyor, yeni yorumlar kazandırıyor. Varlığını sürdüren bu ikilemden birini seçmek zorunda olmak insanın kaderi değil. Hem de yaşamın hiçbir alanında. Sosyal yaşam için de bu durum geçerli, siyasal-politik alan açısından da bu böyle, ekoloji boyutu açısından da benzer durumları barındırıyor. Üçüncü yol yaşamın her alanında her zaman var. Ancak bunu yanlış değerlendirmek de bazı tehlikelere kapı arayabiliyor.
Sistemin kendisini analitik zekayı duygusal zekadan hızla kopararak inşa etme süreci ele alındığında, analitiğe indirgenen yaklaşımın görünürün ikiliğinde kendisini var ettiği daha anlaşılır bir hale gelir. İşte bu yüzden bütünsel yaklaşımlar hakiki olanı arama konusunda bize ışık tutacaktır. Burada kaba bir yaklaşımla mikro evrende yaşananlar esas alınarak hakikat arayışına girilsin dersek kaba anlamda bizler de bir indirgemecilik yapmış oluruz. Meramımız bu değil. Meramımız varlığın kendisini yalnızca görünürün sınırında değerlendirmemek. Bu sayede atom altı dünyadaki evrensel akışı, canlılığı, sezgiselliği de görebilmek. Tam da bu yüzden insanı inceliyoruz. Çünkü insan bilinci görünürün ötesini algılamaya da açık bir halde. Bilindiği kadarıyla da bilinciyle üçüncü yolu en güçlü hissedebilecek bir varlık. Bu sayede üçüncü doğayı yüksek bir anlam düzeyi ile yorumlamaya açık.
Bunun yanında biyolojik olarak dünyada var olan birçok bitki ve hayvan türlerini temsil etme avantajına sahip. Bu yüzden özellikle bilim tarafından ‘canlı’ olarak tanımlanan varlıkların iyi anlaşılması açısından insanı incelemek elzem bir hale dönüşüyor. Hücre yapısından ve oluşum sürecinden, geçtiği evrim basamaklarından yola çıkarak sırlar ardına saklanmış birçok gerçeği insanda incelemek mümkün oluyor. Bu durum insanın kendisini en büyük bilimsel laboratuvar haline getiriyor. Özellikle felsefede yoğun olarak ele alınan ‘kendini bil’ burada biraz daha anlama kavuşuyor. Belirtilen özellikleri insanı daha fazla kendini bilme çabasına sevk ediyor. Çünkü çok fazla uzaklara gitmeden de kendini bildiği ölçüde birinci doğayı da tanıyor. Birinci doğayı tanıdığı ölçüde de kendini tanıyor ve bu durumun muazzam dengesi sayesinde üçüncü doğanın kapılarını da aralıyor. Yeni bir bilinç düzeyine sıçrama olarak tanımlayabileceğimiz bir durum ortaya çıkıyor.
Birinci ve ikinci doğanın bir arada varlığını sürdürüp ikisinin beraber bir ifadeye kavuştuğunu iyi anlayabilirsek üçüncü doğanın nasıl ortaya çıktığını da anlayabiliriz. İnsanı bilinen diğer varlıklardan ayıran diğer bir özellik de metafizik yaşayabilmesidir. Üçüncü doğanın bu denli güçlü bir tanıma kavuşmasındaki en büyük pay belki de bu. Çünkü metafizik yaşayan insan “üst insan” da diyebileceğimiz ve üçüncü doğaya dair olan toplum denen büyük akıl, ya da organizmayı meydana getirebilme yetisine sahip. Bu sayede varlığı sezme gibi bir özelliği ortaya çıkıyor ve sezdiği oranda beraber yaşamanın gücünü de hissediyor. Toplumsal yaşamın en gelişkin biçimleri insanın metafizik yanlarından da beslenerek oluşuyor. İnsan türünün en önemli özelliği de bu olsa gerek. Bu yüzden bir sistem sorunu yaşanıyorsa bunun nedeni toplum denen organizmadan uzaklaştırma çabasıdır. Aynı hakikati ifade etme temelinde insan ve toplum birbirini karşılıklı olarak besler ve büyütür. Biri olmadan diğerinde anlama dair bir şey kalmaz. İnsanda gelişen esnek ve özgür zihniyet dünyası anlam arayışını da derinleştirir. Evrende gelişen, özgürlük arayışı insanda dile bu şekilde gelir.
Sonuç olarak insan, atomların dizilişiyle, kendisinde biyolojik yapının tüm varlıklarından parça barındırmasıyla, toplumsal yapının en gelişkin haline sahip olmasıyla, metafizik yaşayabilmesi ve esnek-özgür bir zihniyete sahip olmasıyla hakikati arama yolunda güçlü bilgileri bize veriyor. Bunu yaparken dikkat etmemiz gereken nokta varlık olarak insanı evrenin merkezine koymamak. Bütün bu özellikleriyle görünürün ötesinde algılayabilen, yorumlayabilen bir insan gerçekliği düşünüldüğünde, devletin var oluşundan bu yana dayatılan iki yönlü bakış açısı da aşılmayı gerektiriyor. Yaşamın her alanına nüfuz etmiş bu bakış açısı hemen hemen her yerde iki yoldan birini tercih etmeye zorunlu bırakıyor ki, genel olarak zaten her ikisi de aynı anlayışa hizmet eden yollar oluyor. Bu yüzden üçüncü yol tanımlamalarımızda sanki iki farklı yol varmış da alternatif olarak üçüncü bir yol ortaya konuluyormuş gibi bir algı ortaya çıkmamalı. Aksine üçüncü yol başlı başına felsefi bir yaklaşımı gerektiren tek alternatiftir. Diğer çizgilerle aynı kulvarda bile değerlendirilemez.
ÖZGÜR BİRTEK
YORUM GÖNDER