İDEOLOJİLER ÖLDÜMÜ?(2.BÖLÜM)
Tarihin Sonu ve İdeolojiler Öldü
İdeolojilerin öldüğü 20. yüzyıl sisteminin öncü gücü olan Amerika’da pragmatizmin yegâne felsefe olarak hüküm sürdüğü bir düşünce coğrafyasında ileri sürülmüş olması, bir yönüyle sebep ve amaçlarını da ihsas ettirmektedir. Belki Lipsett ve Bell’i liberalizmin savunucuları olarak ele alıp söylediklerinin gerçeklikle bir bağlantısının olmadığını ileri sürmek bizi rahatlatabilir. Ancak bu iddianın açık veya örtülü bir şekilde sistem karşıtı hareketler içinde de boy verdiğini inkâr edemeyiz. Son dönemlerde dini hareketlerde, dini bir ideoloji olarak yeniden yapılandırma girişimleri olmaktadır. Sosyalist bloğun yıkılmasıyla büyük bir travma yaşayan sosyalist hareketlerin yeni ideolojik arayışlarla paradigmatik değişimleri gerçekleştirerek toparlanmaya çalıştıkları bir dönemi yaşıyoruz. Ancak neredeyse her ideolojik yapının çağda yaşanan krizi diğer ideolojilerin onu ve kendi ideolojik kampının bir zaferi olarak ele aldığı ve bu formu tarihin sonu olarak mutlaklaştırmayıp çalıştıklarını görmezden gelemeyiz. Sanki her ideoloji, kendisinin mutlaklığı iddiasıyla diğerlerinin sona geldiği iddiasını içinde taşıyor.
Şu açık ki ideolojiler öldü tezi ile tarihin sonu kavrayışları arasında birebir ilişki vardır. Bunu Hegel felsefesi üzerinden kısaca incelemekte fayda vardır. Modern dönem düşüncesinde önemli bir kilometre taşı olan Hegel’in fikirleri ve sistematiği kendisinden sonra gelen neredeyse bütün düşünce akımlarını bir şekilde etkilemiştir. “Hegel felsefesi önemlidir ve hala güncelliğini korumaktadır. Kapitalist birikimin ve güç biçiminin felsefesi olarak gerçekten doruk aşamasındadır. Bu sistemin son sözüdür. Daha sonra sağ ve sol felsefeler adına yapılanlar, ayrıntılı program çalışmaları ve propagandalardan öteye gitmez. Her türlü Marksizm, liberalizm ve konservatizm ideolojileri buna dahildir.” Hegel’in tarih felsefesinde açık bir “tarihin sonu” belirlemesi aranmamalıdır. Ancak Hegel felsefesi kendi içinde bütünsel ve sistematik bir yapı oluşturur. Tarihin sonu tezi bu sistematiğin bir sonucudur. Ki bu tezi alenen bir felsefi sistem olarak savunan Alexandre Kojeve, bunun bir iddia değil, somut bir durum tespiti olduğunu söyler.
Hegel’in tarih felsefesi, tarihin başıboş ve rastlantısal veya kaba teleolojik -ereksel- bir yapı olmadığı, ancak Tin’in kendisini gerçekleştirme ve özgürleştirme edimi olduğu iddiası üzerinde şekillenir. Tin’in aslı ereği, kendi özgürlüğüne ulaşmaktır. Bu ereğe ulaşmak için Tin, kendini halkların tarihsel eyleminde somutlaştırır. Özgür olmayandan özgürlüğe, kendi bilincinde olmayandan kendi bilincinde olan özneye doğru akan ilerlemeci bir tarihtir. “Tin’in tözü özgürlüktür. Tin’in tarihi sürecindeki ereği böylece söylenmiş oluyor; öznenin özgürlüğü. Yani ereği kendi vicdanına ve ahlakına sahip olmasıdır. Öznenin sonsuz bir değer kazanması ve bu sonsuzluğun bilincine varmasını sağlayacak genel ereklere sahip olmasıdır. Dünya-tininin ereğinin içerdiği bu töze herkesin özgür olmasıyla ulaşılabilir.”
Tin’in gelişimi, zıtların çatışması ve aşılmasına dayalı bir diyalektik gelişimdir. Tarihte toplumsal gerçekleşmede bu diyalektik kutuplar, efendi ve köle şahsında somutlaşır. Tarih, bu ikisi arasındaki mücadeledir. Kölenin özgürlüğünü kazanması, Tin’in ereğine ulaşması ve mükemmeliyetin sonsuz dinginliği içinde devinimsizliğe ulaşmasıdır. Zira devinim ancak diyalektik kutupların varlığına bağlıdır. Köle ile efendi ortadan kalktığında, Tin’in özgürleşme erekli olarak kendini açımlaması gerçekleşmiş yani tarih sona ermiş olacaktır. Bu tez, basit olmakla beraber “mükemmel” bir sistemsel bütünlük ortaya koyar. Diyalektiğin tarihe oldukça bütünlüklü uygulanması vardır.
Hegel’in Tin kavramı, her ne kadar teolojik bir içerik sunsa da aslında oldukça sekülerdir ve bu dünyaya aittir. Marks, Hegel felsefesini baş aşağı bir felsefe olarak tanımlar ve kendi müdahalesinin onu ayakları üstüne dikmek olduğunu söylerken, aslında Hegel felsefesinden ne kadar etkilendiğini ve ona çok fazla da müdahale etmeden benimsediğini ima etmektedir. Bu gerçekten de doğrudur. Marks, Hegel felsefesinin temel yapı taşlarına dokunmadan onun Tin ideler belirlemesine dönük kimi düzenlemeler dışında bir müdahalesi söz konusu değildir. Hegel’in tarih felsefesi, en baştan ilerlemecidir. Bu, tarihin ve dolayısıyla toplumların aşamalı olarak bir hedefe doğru ilerlediklerini anlamındadır. Motor ise, tinselin pek de net cümlelerle açıklanmayan amacıdır. Marks açısından ise bu, maddi altyapı ve üretim güçleridir. Herhangi bir ideolojik yapı, bu ilerlemeciliği kolayca ödünç alabilir ve politik amaçlarının gerçekleşmesi için uyarlayabilir. Marks’ta efendi-köle çatışması, burjuva-proleter biçiminde formüle edilmiştir. İkincisi bu ilerleme köle-efendi ikiliğinde ortaya konan zıt kutuplu bir diyalektik çerçevede gelişir. İlerleme, düz ve çizgiseldir. Maddi olarak görülebilirdir. Diyalektik ve çizgisel algılama, kendisiyle beraber determinist akışı da getirir. Her ne kadar Hegel bu determineyi Tin’in edimine bağlasa da bu, kolayca bir başka unsura, örneğin ekonomik yapılara veya ulusa indirgenebilir.
Hegel’e göre Tin’in kendini açımlaması olarak tarihte bireyin ve toplumun kendi bilincine vararak özgürleşmesi ancak “devlet”te somutluk kazanır. Ve tarih boyunca en mükemmel devlet, modern devlet ulus formudur. Daha somut bir ifade ile Napolyon ile kurumlaşan devlettir. Ancak bu devlette tüm insanların özgürleşme imkânına kavuştuğu ve köle-efendi çelişkisini ortadan kalkma aşamasına geldiği söylenebilir.
Hegel üzerine yorumlarda bulunan Alexandre Kojeve’in yorumu burada konuyu daha iyi açımlar. Kojeve, Hegelyen köle-efendi diyalektiğinden yola çıkar ve bunu her birinin ediminin bir diğer özne tarafından tanınma arzusu ile güdülen bir özneler-arasılık ilişkisiyle yorumlar. Tarih sahnesi bu ikilinin diyalektik çatışmasıyla var oluyorsa, o halde bu sahnede artık köle ve efendi yoktur ve sahne son temsilini oynamıştır. Modern dönemle beraber Hegel’in deyimiyle Germenik halkların ediminde somutlaşan “herkesin özgürleştiği” aşamaya ulaşılmıştır. Ve tarih artık köle ve efendinin ortadan kalktığını görmek istemektedir. Kojeve, modern devlette herkesin, köle ve efendinin “yurttaş” olarak bir diğer özne tarafından tanındığını ve tanınma arzusunun herkes açısından karşılandığını ve bu nedenle tarihin itici gücü olan köle-efendi çatışmasının ortadan kalktığını belirtir. Bu nokta, tarihin sonudur. Zira bu karşılıklı tanınma, çelişkileri ortadan kaldırmıştır. Modern devlette yeryüzü yürüyüşüne geçen Tin’in, artık mükemmeliyete eridiği için yeni tezahürleri ortaya çıkmayacaktır.
Marks, kapitalizmin vahşi bir sistem olduğunu, bu sistem içinde köle-efendi çatışmasının en keskin sınıf çatışması halini aldığını belirtirken doğru bir noktada durmaktadır. Ve bu noktada Hegelyen felsefeye aykırı durmaktadır. Ki gençliğinde sol Hegelci olarak hareket etmişti. Ancak Marks kapitalizmden sonra bir nevi tarihin zorunlu yasasının sonucu olarak gelecek olan sosyalist-komünist toplum aşamasında “esas çelişkinin” tümden ortadan kalkacağını ileri sürerken, Hegel’i sadece revize etmiştir. Üstelik kapitalizmi, sosyalist toplumun zorunlu öncüsü olarak tanımlayarak istemeden de olsa kapitalizme en büyük övgüyü gerçekleştirmiştir.
Kojeve, köle-efendi çelişkisini sona erdiren durumun yorumunu tipik bir tarzda yapar. İçinde tarihin sona erdiği siyasal yapı ve hukuk artık ne değişecek ne de sönecektir. Burada açık ki Kojeve, Engels’in Anti-Dühring’de belirttiği “işçi sınıfının devlet iktidarını ele geçirdikten sonra (…) insanların yönetiminin yerini şeylerin yönetimi alır. Devlet ortadan kaldırılmaz, devlet sönümlenir.” belirlemesini hem desteklemektedir, hem de farklı bir yoruma kapı aralamaktadır. Kojeve’e göre, zaten devlet ortadan kalkmayacaktır fakat bu devlet sönümlenmeyecektir de. Zira eğer tarih, devletin içinde sona ermişse, devletin sönümlenmesini de beklememek gerekir. “Bu aşamaya bir kez erişildiğinde, yani her tür anlaşmazlık bir kez sona erdiğinde hukukun evrimi durur. Ve denilebilir ki son biçimiyle hukuk, (yurttaşın hukuku) mutlak bir hukuktur. Tek ve artık değişmez bir hukuk olarak evrensel olarak geçerlidir, mükemmeldir, çünkü hiç değişmediğinden daha iyiye gidemez.” Bu da tarihin şu an sona erdiği değil, o sona götüren evrimin genel yönünün bu anda somutlaştığı anlamındadır. Kojeve, Hegel’in Napolyon’da gördüğü sandığı “tanrı yürüyüşünü” Stalin’de gördüğünü sanır. Ancak Rusya’da komünizmin ilanından sonra yaşananlardan hayal kırıklığına uğrar ve tezini gerçek kurtuluşun komünizmde değil, kapitalizmde, Amerikan zenginliğinde olduğu yönünde yeniden formülleştirir. Ölümüne yakın ise Amerikan rüyasından da umutsuzluğa kapılır ve derin bir hayal kırıklığıyla bu tarihin insanın demirden kafeslere kapatılmasıyla sonuçlandığını ifade eder.
İdeolojiler neden öldü? Kojeve’in özneler-arası köle efendi diyalektiği nihayetinde köle efendinin ortadan kalkışıyla sonuçlanır. Kojeve’in köle efendi tahlili, modern ulus devletin önerdiği “özgür yurttaş”ın gerçek niteliğini anlamak açısından önemlidir. Hayatın son dönemlerinde kapitalizmden de ümidini kestiğinde, insanın ölümü olarak tanımlar. Modern yurttaşta somutlaşan kölenin kurtuluşu, efendi karşısında zaferi olarak yorumlanabilecek bir durum değildir. Tam tersine kölenin efendisinin sistemine dâhil olarak onun yenilgisidir. Köleyi köle yapan koşulların ortadan kalkmasından ziyade, kölenin yenilgisiyle biraz da herkese sus payı olarak bir parça efendilik bahşedilmesi ve bunun sonucunda kölenin kölelik bilincinden kopuşu demektir. Bunun için artık köle için bir kurtuluş ideolojisine de, efendinin köleyi tahakküm altında tutacak bir egemenlik ideolojisine de ihtiyaç duyulmaz.
Bu noktada işte Lipsett ve Bell’in tezinin başladığı noktaya ulaşıyoruz. Herkesin efendileştiğini sandığı ve her kölenin diğer kölelerce tanındığı ve kabul edildiği tarihsel politik zemin; liberal değerlerine hâkim olduğu ulus devlettir. Refah devleti tanımı bunun arızi bir tanımıdır. Tüm köleler ve efendiler burada “yurttaş”tır. Bu yurttaşlık, en nihayetinde tüm fertlerin tüm sosyal-sınıfsal, etnik ve dini kimliklerinden soyutlandığı ve çırılçıplak kaldığı bir durumdur. Eşitlik böyle tanımlanır. Ancak bu kölenin kendisini de kendi içinde değil, tam egemenlik boyutuna ulaşmış devlet aygıtı karşısında eşit hale gelmesidir. Yurttaşı devlet karşısında koruyacak hiçbir sosyal (devlet-dışı) tampon bırakılmamıştır. Köle ve efendinin eşitliği, asla birbirine karşı değil, yürüyüşe geçen Tin nezdindedir. Lipsett ve Bell’in tezleri bu nedenle tam da Hegelyen ruhun içinde doğmuşlardır. Ancak tarihe diyalektik bir son öngören tüm tezler, kaçınılmaz olarak ideolojinin ölümüne de ulaşırlar. Bu durum sadece spekülatif felsefi bağlamda değil, çok daha canlı olarak sosyo-politik alanda kesin ve çarpıcı sonuçlar üretme eğilimindedir. İdeolojiler için öngörülmeyen tuzak buradadır. Zira lineer-determinist tarih anlayışı, kendini en çok da politik alanda pratikleştirmek ister. Tarihin sonuna gelindiğinde ve ideolojiler ortadan kalktığında politikanın bağlı kalacağı evrensel doğru ve amaçsallık kalmamıştır. “Etik”in ölümü ve “pragmatik”in sonsuz yayılımıdır. Burada artık tek kesin gerçeklik vardır; o da var olacak olan (ütopya) değil, geçmiş (tarih) de değil, ancak şu anda var olandır. Kojeve’in liberal sistem lehine tarihin sonu kararı verdiğinde, diğer kutupta Stalinist Sovyetler artık sınıf çelişkilerinin kalmadığı, komünizme ulaşıldığını ilan etmişti. Yegâne hakikat “bu var olandır ve var olduğu gibidir. Şu halde mevcut olanın olumsuzlayıcısı her eylem kötüdür.”
Bu noktada sistemlerin neden var olan durumu ideolojiler olarak tanımlamaktan kaçındıkları bir sorun olmaktan çıkar ve zaten cevaplanmış bir soruya dönüşür. Zira tarihin sona erişi, toplumun mükemmel doğal duruma ulaştığını gösterir. Büyük mücadelelerin, tarihin veya ekonominin doğal yasalarının zorunlu sonucu olarak ulaşılan “doğal durum”, bir nevi ideolojinin artık görevini yerine getirdiğini gösterir. Zaten ideoloji, en olumlu tanımlamalarda bile “belirli bir sosyal sınıfın veya sosyal grubun dünya görüşü ve eylem yönelimli siyasi fikirler kümesi” olarak var olan doğal duruma karşı, mevcut olanın olumsuzlayıcısıdır ve günahtır. İnsanları doğal durumdan uzaklaştırmayı ve ifsad etmeyi amaçlayan bir yıkıcılık dürtüsüdür veya ilerici insanlığın, gerici bir tarih-öncesi yaşama döndürmeyi amaçlayan gerici fikirler yığınıdır. Bu tanım daha çok egemenleşmiş ve iktidarlaşmış yapılar tarafından esasa alınır. Oysa doğal durum, ister Stalin’in komünizm ilanı, isterse liberal refah devletinin kendinin tarihin sonu olarak ilan etmeleri olsun, kendi içinde sosyal sınıf farklılıklarının yok olduğu iddiasını açık olarak taşır ve değişimin reddini öngörür. Var olabilecek her tür değişim talebinin sistem içi argümanlar ve parametrelerle çözülebileceğini kabul eder. Bu anlayışta sistemler kendilerini ideolojik olarak tanımlamaktan kaçınırlar; zira kendini ideolojik olarak tanımladığı anda doğal durum olmaktan çıkıp sınırlandırdığının farkındadır.
Gerçi “doğal durum” tanımı da zaman içinde oldukça farklılaşmıştır. Bu değişim hâkim ideolojik-politik yapının egemenleşme süreciyle de bağlantılıdır. Modern dönemin kendini inşa sürecinde doğal durum “eski yapı”nın ifadesidir ve oldukça kötü bir çağrışıma sahiptir. Hobbes, “insanların birbirinin kurdu olduğu” metaforunu devlet öncesi topluluklar için kullansa da Avrupa kapitalist sisteminin kuruluşunda bu tanım tüm modern öncesi topluluklar ve özelde ise Avrupalı olmayan toplumlar için kullanıldı. Ancak yeni sistem hâkim hale geldikçe doğal durum, daha çok hâkim sistem durumunu ifade etmeye başladı. Napolyon ideolojiye her tür olumsuz anlamı yüklerken de, Marks ideolojiyi insanlar arasındaki ilişkilerin tersyüz edilmesi olarak tanımlarken de bir “doğal durum” varsayımından yola çıkarlar. Fakat sosyalizm için o doğal durum, daha ulaşılmamış ve gelecekte komünist toplumda ulaşılacak olandır.
MUHAMMED İNAL
YORUM GÖNDER