DÜŞLERE YAKILAN AĞITLAR GÜNÜMÜZDE UMUT VE UMUTSUZLUK (2.BÖLÜM)
Ya henüz doğmamış dünyanın nefes alışını duyamıyorsak?
Peki ya bu nefes durmuşsa? Ya henüz doğmamış dünyanın nefes alışını artık duyamıyorsak? Ya henüz ana rahmindeyken öldürülmüşse? Çipras’ın, Trump’ın, Merkel’in işledikleri bu suç, şüphesiz insanlığa karşı bir suçtur. Yalnızca onlarla sınırlı da değil, hepimiz bu suça ortağız. Üniversitelerde, başka bir dünyaya açılan itiraz ve umut çığlıklarını düşüncemizden dıştaladığımız ölçüde bizler de bu suça ortağız. Hepimiz, tekrar tekrar şunu söyleyen bir eğitim sisteminin parçasıyız: “Dünyanın nasıl olduğunu öğren, çünkü başka bir dünya yok. Sınıfa girerken düşlerini dışarıda bırak.”
Peki ya bu dünya daha doğmadan öldürülmüşse? Belki de yüz yıl önce yeni bir dünya yaratmaktan bahsetmek anlamlıydı, ama belki de bu momentum artık yok ve artık çok geç, belki de bu düşün artık hiçbir temeli yok. Belki devrimin öldüğünü kabul etmemiz gerekiyor, belki de artık paranın yönettiği bir dünyadan çıkış yok. Umudun bilimi, aynı zamanda korkunun da bilimidir, artık hiçbir umut kalmadığına dair korkunun bilimi…
Orta çağda tek boynuzlu at hayali güzel bir fikirdi. Ama şüphesiz, en romantik doğa bilimi öğrencilerinin dahi tek boynuzlu atların var olmadığını kabul ettikleri bir noktaya geldik. O hâlde bugün, tek boynuzlu at için ağıtlar yakma zamanı mıdır? Özgürlüğüne kavuşmuş bir dünya hayali için ağıtlar yakma zamanı mıdır?
Ne var ki böyle olmuyor. Tek boynuzlu atlara inananlar muhtemelen böyle bir canlının var olmadığını açıkça kabul etmedi, sadece artık atlardan bahsetmeye başladılar. Tek boynuzlu at zamanla kötü bir sözcük hâlini aldı, ciddiyet atfedilen bilimsel tartışmalarda bir tabu oldu. Bize olan şey de mi bu? Belki de. Devrim ve komünleşme tabu sözcükler hâlini aldı ve yerlerini demokrasi[2] ve pek net olmayan “müşterek” gibi kavramlara bıraktı. Kapitalizm, yerini neoliberalizme bıraktı. Bizi hapseden yıkım dinamiği olarak sermaye kavramı unutuldu, artık önemli olan aşağıdan yukarıya düşünmek. Artık isyan hareketleri ve direnişlerin adı “toplumsal hareketler.” En kötüsü, sol düşünce, buradan nasıl çıkacağımızı düşünmek yerine sistemin ne kadar kötü olduğuna dair şikâyetlerden ibaret bir hâl aldı.
Ama belki de onlar haklıdır. Belki buradan çıkış yoktur, tüm çıkış yolları tutuludur. Belki de biz akademisyenler elli yıldır Marksist kuram üzerine çalıştığımızdan, “yanlış anladık, hepsi bir hataydı, bazılarımızın gördüğü bir rüyadan ibaretti” demeye korkuyoruzdur.
Bizi ileriye yönlendiren şey öfkedir. Düşün öldüğünü kabul etmemize izin vermeyecek olan şey de öfke. Akdeniz’de boğulan mültecilerin haberlerini okuyoruz, Meksika–ABD sınırını geçmek için kamyonlara tıkılıp havasızlıktan boğularak ölen göçmenlerin haberlerini okuyoruz, dünya üzerindeki en rahatsız edici eşitsizlikleri görüyoruz, milyonlarca insan açlık sınırında yaşarken dünyayı böyle kabul edemeyeceğimizi, bu dünyanın yanlış olduğunu, yalan olduğunu bize anlatan derin bir öfke içimizde yükseliyor. Biliyoruz ki bu dehşet verici olaylar birbiriyle ilişkisiz değil, aralarında sistemli bir bağlantı var, tamamının kâr peşinde koşan bir toplumdan ileri geldiğini, paranın hükmettiği bir dünya içerisinde oluştuğunu biliyoruz. Öfkemiz yalnızca ayrı ayrı öfkelerden oluşan bir çokluk değil, sistem karşıtı bir öfke, toplumun nasıl örgütlendiğine karşı duyduğumuz bir öfke, kapitalizme karşı bir öfke.
Bizi umuda geri iten, dünyayı mevcut hâliyle kabul etmeyi reddetmeye götüren şey öfkemizdir. Docta spes’e, kavranmış veya bilimsel bir umuda ihtiyaç duyduğumuz gibi, docta rabia’ya, bir öfke bilimine de ihtiyacımız var. Öfkemizi sınıfın dışında bırakmak bir yana dursun, bilimin rolü öfkemize özgüven ve güç katmaktır, ya da olması gereken budur. Yaşadığımız dünyada öfke gitgide artıyor, ama şu an bu öfke yanlış bir yolda ilerliyor. Duvarları yıkmak yerine bizi yok eden bir sistemin içine bizleri hapsediyor. Bu öfke üzerine düşünmek, öfkemizi bizi öfkelendiren sisteme karşı konumlandırmak, umudumuzun öfkeli bir umut olduğunu anlamak ve öfkemizin, umudun öfkesi hâline gelmesini sağlamaya çalışmak zorundayız.
Pek çok şey aksini işaret etse de doğmamış dünyanın öldüğünü kabul etmemize izin vermeyecek olan şey öfkemiz, çaresizlikle haykıran öfkemizdir: “Dinle, dinle. Eminim hâlâ nefes alıp verdiğini duyabiliriz.”
Öfke ve çaresizlik çok önemli, ama biliyoruz ki yeterli değil. Umut, kederin bıçak sırtında yürür. Artık çok mu geç, kapılar kapandı mı bile? Kabul etmek, paranın, sermayenin iktidarına boyun eğmek, basitçe “işler böyle yürüyor” demek daha iyi değil mi? Sonsuza dek boynu dik ama kaybeden taraf olmak istemiyoruz. Umudumuzun anlamsız olmadığını bilmek istiyoruz. Kazanmak istiyoruz.
Ama nasıl? Bizi zafere götürmeye hazır bir devrimci parti, bir devrimci ordu yok. Syriza, Venezuela, Bolivya deneyimlerinden öğrendiğimiz tek bir şey varsa, o da kurumsallaşmayan umudun bir felaket olduğu. Siyasi bir parti, devlet aracılığıyla bizi kapitalizmin dışına götüremez, çünkü devlet, sermayenin yeniden üretilmesine o denli entegre olmuştur ki, sermaye birikimine katkıda bulunmak dışında yapabileceği bir şey yoktur.
JOHN HOLLOWAY
YORUM GÖNDER