DÜŞLERE YAKILAN AĞITLAR GÜNÜMÜZDE UMUT VE UMUTSUZLUK (3.BÖLÜM)
O zaman, nasıl?
Bu insanlardan kurtulmanın gerçekten hiçbir yolu yok mu? Bu kadar çok insanın potansiyellerini öldüren, hayatlarımızı mahveden bu sistemden kurtulmanın bir yolu yok mu?
İki yanıt vereceğim. Hâlâ kazanabileceğimizi, kapitalizmden hâlâ kurtulabileceğimizi, hâlâ sermayeye karşı bir başkaldırının düşüncemizin temelini oluşturması gerektiğini düşünmemin iki sebebi var. Her iki sebep de haklı, ikisi de yetersiz, ama kapıyı aralık bırakmaya yeter.
Ret, itaatsizlik, uyumsuzluk, kapitalist hakimiyette çatlaklar oluşturmak, ters yöne doğru ilerlemek, “Burada değil! Burada sermayenin mantığını izlemeyeceğiz, burada paranın hükmüne itaat etmeyeceğiz, burada her neyi gerekli veya cazip buluyorsak onu yapacağız, burada onurumuzla yaşayacağız” diye haykırmak… Üniversite, sermayenin üretimine ve yeniden üretimine katkıda bulunmak üzere yapılandırılmıştır, ama burada, bu salonda, şu an, ters yöne yol alıyoruz, tek bir bilimsel düşüncenin var olduğunu söylüyoruz: İnsanlığın yok edilmesine doğru giden bu baş aşağı gidişattan nasıl çıkarız, yani kapitalizmi üretmeyi nasıl bırakırız? Bu anlamda, tahakküm sisteminin bir parçası olan üniversitede bir çatlak oluşturmaya çalışıyoruz. Elbette küçücük bir çatlak, elbette çelişkili. Ama etrafımıza baktığımızda dünyanın böyle çatlaklarla dolu olduğunu görüyoruz. Onur, reddedişler, özyönetime yönelik uğraşlar, bu toplantı gibi küçücük çatlaklardan toplumsal merkezlerin, kamu bostanlarının ve geçtiğimiz akşam Chiapas’ta Zapatistaların ya da Orta Doğu’da Kürtlerin olağanüstü yaratımlarında, kapitalizmin karşısında duran ve ötesine geçen yaşama şekillerinde, en zorlu koşullar altında, olağanüstü başıboş yılanların uzandığını görüyoruz.
Bugün devrim üzerine düşünmenin, bu çatlakları, bu onurlu duruşları tanıma, yaratma, genişletme, çoğaltma ve bu kesiştirme dışında başka bir yolu olmadığını görüyorum. Son yıllarda tüm dünyada görülen özerklik politikalarındaki patlamanın temeli de bu oldu.
Ama yine de… Yine de yeterli değil. Yıllar, yıllar, yıllar süren mücadelenin ardından sermaye hâlâ yerinde. Sermaye hâlâ orada, hâlâ saldırıyor, hâlâ dünyayı tahrip ediyor. Mücadelelerimizi, kazanımlarımızı kutlamalıyız, ama “yeterli değil” demeyi bıraktığımız an, görüşlerimizi olumladığımız an mücadeleyi kaybettik demektir. Çünkü yeterli değil, çünkü sermaye hâlâ yerli yerinde.
Yaklaşık olarak son yirmi beş yılın özerklik uğraşlarının ardından, özerklik politikalarının bir krize girdiği yönünde bir his hâkim. Gerekli olmadıkları yönünde değil, ancak yeterli olmadıkları yönünde bir his. Zapatistalar hücuma geçme ihtiyacından bahsediyor, ama bunun ne anlama geldiği açık değil. Bahsedilen, kesinlikle askerî bir hücum DEĞİL, özerklik mücadelesini devlet merkezli bir mücadeleyle birleştirme meselesi de DEĞİL, zira bu, basitçe işe yaramıyor. Belki de bir alternatif, Zapatistaların la Tormenta, Fırtına dediği şeye odaklanmak; ben bundan sermayenin krizini anlıyorum.
Dünyanın hâkimi hâlâ para ve giderek daha da kibirleniyor. Kaybeden hep biz olacağız gibi görünüyor.
Bundan çok farklı olmayan bir durumda, Marks bir öneride bulunmuştu: “Yalnızca kendi mücadelenize ve karşımızda duran sermayenin gücüne odaklanmayın. Sermayenin kırılganlığını görmeye çalışın ve dahası, bu kırılganlığı oluşturan şeyin bizim direnişimiz olduğunu görmeye çalışın. Kapitalizme bir hakimiyet sistemi olarak değil, hakimiyetin krizi olarak bakın ve sermayenin krizinin biz olduğumuzu anlayın.” Mücadelelerimiz, geriye hiçbir iz kalmayacak şekilde yenilgiye uğramış gibi görünse bile, kronik, ilerleyen ve muhtemelen ölümcül bir hastalık olarak sermayenin bünyesine giriyor ve bunu görmemiz büyük önem taşıyor.
Marksizm’i bir tahakküm kuramı olarak değil, bir kriz kuramı olarak anlıyorum. Kriz kuramı ifadesi iki şekilde anlaşılabilir. Açıkça görülebildiği üzere, kapitalizmin ne kadar kötü olduğunu açıklayan, stabil ve uysal bir kapitalizmin mümkün olmadığını açıklayan bir kuramdır bu. Ama daha da önemlisi, sistemin kırılganlığına dair bir kuramdır ve bu nedenle umudun da kuramıdır. Sermaye, insanlık üzerindeki nihai gibi görünen zaferini kutlamakla meşgulken şu an ihtiyacımız olan da budur.
Kapitalizmin kırılganlığı, kendi açgözlülüğünden, artı değere duyduğu dindirilemez susuzluğundan ileri gelir. Tahakkümün önceki formlarından farklı olarak sermaye sabit duramaz, devamlı sömürüsünü yoğunlaştırmak, insan hayatının tüm yönleri üzerindeki hükmünü artırmak zorundadır. Sermaye mantığının, varoluşumuzun tüm yönlerine kendisini nasıl zorladığının farkındayız. Ama sömürü ve tahakkümün yoğunlaşmasıyla sermaye kaçınılmaz surette direnişe veya basitçe insanların yetersizliğine toslar. Bu yetersizlik ve direniş kriz noktasına kadar büyür, kâr oranı düşer ve sermayenin yeniden yapılandırılmasının şart olduğu açıkça görünür hâle gelir. Gerek iş yerinde gerek bütünüyle toplumda daha çok disiplin uygulama, üretimin teknolojik temellerini yeniden yapılandırma, verimsiz sermayelerin saf dışı bırakılması ve benzeri ihtiyaçlar baş gösterir. Marks, bunu kâr oranının düşme eğilimi olarak analiz eder, ancak bu eğilimin çekirdeğinde sermayenin işçileri yeterince sömürmekteki ve yükselen teknoloji masrafları karşısında kâr oranın korumak için tahakkümünü tüm dünyaya dayatmadaki yetersizliği bulunur. Yani, sermayenin krizi biziz. İlerlemek için sermayenin bizi yeniden yapılandırması gerekir.
Sermaye için yeniden yapılandırma zorlamasının getirdiği sorun, işçi sınıfına ve bütün olarak insanlığa, diğer kapitalistlere de zarar verecek olan bu değişiklikleri zorla gerçekleştirmenin, güçlü bir direnişe karşı mücadele etmek anlamına gelmesidir. Hepsinden önemlisi muhtemelen, 20. yüzyılın ilk yıllarında, ardından dünya savaşlarının arasında, hatta geçtiğimiz yıllarda muhtemelen Yunanistan’da olduğu gibi, insanların kapitalizmin inanılmaz saçma bir sistem, toplumu örgütlemenin korkunç bir yolu olduğunu anlayacaklarından da korkmaktadır. Bu noktada umut çok büyük bir önem taşır: Kriz anında sermayenin başarısız bir sistem olduğunun fark edilmesiyle, değiştirilmesinin imkânsız olduğu görüşü arasında bir savaş vardır. Umudun yokluğu, başkaldırının özgüvenini yıkar: “Hiçbir çıkış yolu yoksa, ne anlamı var ki?” Bu hayal kırıklığı kolaylıkla karamsarlığa ve ırkçılığa dönüşebilir.
1917’den sonra bu korku, sermayeyi devletler yoluyla krizi ertelemenin ve yönetmenin mümkün olduğunu fark etmeye yöneltti. Keynesçi çözüm şuydu: Devletler müdahale ederek daha fazla para basar ve kârın devamlılığını sağlar. Ama bu kâr, gerçek bir sömürüyü, gerçek bir artı değeri temel almaz, daha çok henüz üretilmemiş bir artı değer üzerindeki bir bahistir. Üretilen artı değer yetersiz kalmaya devam ettikçe daha fazla para basmak zorunlu hâle gelir ve hayalin boyutları genişletilir. Bu şekilde sermaye, korktuğu, ya da yönetmeye çalıştığı şeyle yüzleşmekten kaçar. Yüzleşmeyi sınırlı bir şekilde ilerletmek için belirli yerleri seçer (geçtiğimiz birkaç yılda Yunanistan’da olduğu gibi) ve aynı zamanda bundan dünya genelinde bu yüzleşmenin nasıl yönetilebileceğine dair dersler çıkarır.
1930’lardan itibaren ise politikaya krizin ertelenmesi ve yönetilmesi hâkim oldu ve bu da esasen para tedarikinin genişletilmesi yoluyla yapıldı. New Deal (Türkçesi “Yeni Düzen” ABD’de 1933 ve 1938 yılları arasında Büyük Buhran sonrası başlatılan ekonomik kalkınma planı) ve faşizm, krizi ertelemek ve yönetmek yönünde erken dönemlerde atılmış adımlar olduysa da sermayenin yeniden yapılandırılmasını gerekli kılan asıl olay İkinci Dünya Savaşı oldu. Yetmiş milyon ölüm, kapitalizmin “altın çağı” için zemin oluşturdu.
1970’lerden bugüne, kriz her su yüzüne çıktığında ve dünya genelindeki 1968 isyanlarının ardından sermaye zorlukları aşmanın yolunu muazzam ve benzeri görülmemiş bir borç artışında aradı. Krizin ertelenmesi, finansın ve bankaların yükselişinin yanı sıra büyük bedel ve riskleri de beraberinde getirdi. Sistem bütünüyle daha da dengesizleşirken devamlı büyüyen borç balonunun patlayacağı, yani hayalî sermayenin çökeceği korkusu da daimî hâle geldi. 2008 yılında tüm sistem neredeyse çöküyordu ki muazzam büyüklükte yeni bir borç dalgası imdadına yetişti. Dünya genelinde ve özellikle Yunanistan’da büyük bir şiddetle dayatılan kemer sıkma politikalarına rağmen, borç hâlen büyümeye devam ediyor. Pek çok yorumcu önümüzdeki yıllarda 2008’den çok daha büyük çaplı bir finansal çöküşün gerçekleşmesinin neredeyse kesin olduğunu ileri sürüyor.
O hâlde, dünyanın dört bir yanında yükselen şiddet, sermayenin üstün gücünü değil, çaresizliğini işaret ediyor. Bu çaresizliğin nedeniyse bizleriz.
Belki de mevcut durumu bir boks maçı gibi düşünebiliriz. Çok kötü darbeler aldığımızı biliyoruz ve dövüşün sona erdiğini, rakibimizin rahat bir zafer kazanacağını sanıyoruz. Ama daha yakından baktığımızda bacaklarının üzerinde sendelediğini, düşmek üzere olduğunu görüyoruz. Anlıyoruz ki dövüş henüz sona ermedi ve kazanmamız hâlâ mümkün. Sermayenin çaresizliğini görmek, öfkemize güven katıyor.
JOHN HOLLOWAY
YORUM GÖNDER