ANADOLU-MEZOPOTAMYA İLİŞKİLERİNDE İKTİDAR SORUNU VE DEMOKRATİK YÖNETİM (3.BÖLÜM)
Ermeni Soykırımı, bu genel tablo içindeki en trajik bölümdür. Ulus-devlet için ayağa kalktıklarında (1914 öncesinde ve savaşın ilk yılında), İttihat ve Terakki yönetiminin 24 Nisan 1915 tarihli kararı temelindeki karşı saldırısıyla kendilerini binlerce yıllık yurtlarından atılmak ve yollarda imha edilmekle, geriye kalanların ise uzun süreli diaspora yaşamına mahkûm edilmesiyle karşı karşıya bulacaklardı. Diaspora Ermenileri, bir gerçekliktir ama çok mutsuz, ezik ve yıkık bir gerçekliktir. Kurulan küçük Ermeni ulus-devleti, belki de bir teselli kaynağı olacaktı. Soykırımda sadece Türkçü burjuvazinin değil, Kürt feodallerinin de payından bahsedilir. Bunlar, sadece Ermeni Soykırımında değil, aynı dönemlerde daha değişik biçimlerde (özellikle Hamidiye Alayları’nda) yürütülen Kürt Soykırımında da asli suçlu unsurlar durumundaydılar. Halen yürütülmekte olan Kürt Soykırımında bunlar, ‘köy korucuları’ olarak, Kürtlüğü inkâr karşılığında mülklerini ve sermayelerini arttırarak ve gerektiğinde sahte Kürtçülük yaparak, lanetli rollerini oynamaya devam etmektedir.
Anadolu Yahudiliği, daha önce bahsettiğimiz gibi Selçuk Bey’den beri (Hazara Yahudi Devleti, M.S. 900’ler) Türk kabile üst tabakasıyla ittifak halindeydi. Değişik biçimlerde bu birlikteliği Kafkasya, Kırım, Doğu Avrupa ve Anadolu’da da sürdürdüler. İspanya’dan atılmalarından sonra Anadolu, kendileri için emin bir sığınak olmuştu. Bunda imparatorluk maliyesindeki doldurulamaz yerleri önemli bir rol oynamıştı. Hıristiyan halklara karşı Osmanlı Sultanı ve bürokrasisiyle bağları gittikçe güçlenmişti. 1550-1600’lerde Osmanlı sarayını büyük ölçüde kontrollerinde bulunduruyorlardı. 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, İmparatorluğun görünmeyen gerçek gücüydüler. İkinci Meşrutiyet, 23 Ocak 1913 Darbesi, Birinci Dünya Savaşı ve Ulusal Kurtuluşta, stratejik önderlik rolünü de görünmez biçimde Türkçü maskeyle başarıyla oynamışlardı. Beyaz Türk Ulusçuluğunun (Faşizminin) gerçek mucidi ve inşacısıydılar. Ekonomiden kültüre, askeriyeden dış politikaya kadar tüm önemli kurumsal gelişmelere hem zihniyette hem de yapısallaşmada öncülük etmişlerdi. Anadolu Türk Müslüman burjuvazisiyle aralarında bazı çelişkiler doğsa da bu rol halen devam etmektedir. Cumhuriyet, son tahlilde Hıristiyan halklara karşı bürokratik Türk burjuvazisiyle Yahudi sermayesi arasındaki ittifakın bir ürünü olarak doğmuş, günümüze kadar bu niteliğini, Yahudi sermayesi İsrail’in kuruluşundan sonra kısmen çekilse de sürdürmüştür. Selçuklulardan beri Anadolu’daki iktidar, ekonomi ve ideolojik tekellerde Yahudi kültürünün rolünü hesaba katmadan ne Hıristiyan halkların tasfiyesini ne de Türk iktidarcı, ekonomik ve ideolojik elitlerinin gelişimini çözümleyebiliriz. Zaten bu ittifakı çözümlemeden, 1925 yılından beri Kürtlere yönelik yürürlükteki tenkili, tedibi, asimilasyonu ve soykırımı hiç anlayamayız. Kürtlerin vatansız bırakılmasının, bu iki tarihsel deneyimle yakın bağlantısı vardır. Buna bir de pozitivist ideolojinin zirveye çıktığı bir dönemin etkisini eklemek gerekir. Pozitivist Bilimcilik, sosyal olguları da tıpkı fizik ve biyoloji biliminde geçerli yasalara göre değerlendiriyordu. Bu ideolojinin dogmatik laikçi etkisini taşıyan Beyaz Türkçüler, bir olguyu kanunla yok saydıklarında artık o olgunun hükmünün geçerliliği ve gerçekliğinin kalmayacağı inancındaydılar. Bu yönüyle Ortaçağ dogmatiklerinden daha katı dogmatiktiler. Türkiye kavramı, bu yıllarda oluşmuştu. Türk nüfusunun çokluğu ve tarihsel oluşumu nedeniyle bu, yanlış bir kavram değildi. Fakat zoraki ve kanunla, bunun, Kürdistan’ı da içerecek tarzda genişletilmesi, tarihsel gerçeklere aykırıydı. Türk Ulusçu Modernitesi, sanki yeni bir din kuruyormuş gibi kabul etmediği her kavram ve olgunun “yok olsun” demekle yok olacağına kendini inandırmıştı. Elbette öldürücü militarizm, bunda başrolü oynuyordu.
Kürt İsyanları, Kürdistan’ın Kürtlere vatan olarak kalmaması için acımasızca ezildi. Cumhuriyet’in kuruluşunda yer almış bir halk ve vatanı gitmiş, yerine her şeyiyle ezilmesi ve yok sayılması gereken dilsiz ve vatansız, adı yasaklanmış, dağda karda yürürken ‘kart-kurt’ sesi çıkaran bazı vahşiler kalmıştı! Kapitalist hegemonik güç olan İngiltere, bu politikanın yakın işbirlikçisiydi. Hiç ses çıkarmadı, bu politikayı alttan destekledi. Zaten Musul-Kerkük petrollerine bu nedenle konmuştu. Türk devletinin Fransa’ya yakınlığı, laik ulus ve hukuk anlayışını benimsemesi, Fransa’nın bu insanlık dışı uygulamaları unutması için yeterliydi. Almanya zaten kurucu üyeydi. Rus reel sosyalistleri açısından, Beyaz Türkçülüğün Kürdistan’daki uygulamaları, gericiliğe karşı ilericiliğin zaferiydi! Doğu Kürdistan’daki Mahabad Kürt Cumhuriyeti de aynı politikanın kurbanı olmuştu. Kanıtlanan şey, kapitalist modernist güçlerin günlük çıkarları uğruna, bir halkın binlerce yıllık vatanını bir çırpıda feda edip yok saymaktan çekinmeyecekleriydi.
Anadolu’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan hegemonik yapı, herhangi bir yapıya benzemez. Görünüşte çok katı Türkçü bir egemenlik söz konusudur; özde ise çok dar komplocu bir grubun manipülasyonuyla yürütülen bir sistem vardır. Devlet sistemleri olan monarşi, cumhuriyet demokrasilerle pek alakalı değildir. Kendine özgü bir despotizmdir. Çok gizli ve falsifikasyonlarla yürütülen bir mekanizması vardır. Şüphesiz bunda Türk bürokratik burjuvalaşmasının, proto-İsrail’in Ermeni, Süryani, Pontus ve diğer Helenistik Hıristiyan unsurların tasfiyesiyle yürütmekte olduğu Kürtlüğü imha etme harekâtının belirleyici payı bulunmaktadır. Soykırımlara kadar varan uygulamalarda bulunan bir rejim, açıktan ve meşru yöntemlerle sürdürülemez. Sadece güncel olarak yürütülen Kürt Kültürel Soykırımındaki gizlilik, rejimin içyüzünü tümüyle açıklamaya yeter. Ama hiç kimse bunu açıklama cesaretini gösteremez. Eleştirmek ve karşı çıkmak ise bilinmez biçimlerde ‘fail-i meçhul’lerle kurban olmaya götürür. Şeffaflık, dünyada belki de en çok bu yapılanma için gereklidir.
Unutmamak gerekir ki, bu köklü Yahudi sermayesi ve ideolojik aygıtı, son dört yüz yıldan beri Kapitalist Modernitenin Küresel Hegemonyasını geliştiren ve yürüten temel güçlerin başında gelmektedir. Yüzlerce devlet iktidarı ve sermaye tekelinin oluşumunda dolayısıyla çatışma ve savaşların çıkmasında belirleyici rolü vardır. Kapitalist Modernitenin Dünya Hegemonyasında ideolojik ve ekonomik olarak bu denli etkili olan bir gücün, kendisi için en stratejik alan saydığı bir coğrafyada, Anadolu ve Mezopotamya’daki iktidar oluşumunda ve modernite tesisinde etkisiz kalacağını varsaymak, rasyonel değildir. Nasıl ki Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında laik-milliyetçi bir ulus-devlet inşa ettiyse ve çıkarlarına (proto-İsrail; Sovyet hegemonyacılığına karşıt ve bölgeden izole edilmiş kapalı bir iktidar yapılanması) en uygun modernite modeli saydı. 2000’li yıllarda da benzer amaçlar temelinde ama tersine araçlarla (yeniden düzenlenmiş Türkçü-Sünni ulus-devlet, dışa açılan sınırlar, bölgeye daha çok karışan ve küresel sermaye ile bütünleşen bir Türkiye Cumhuriyeti) hegemonik güç düzenlemesine gitti. Bilinmesi gereken en önemli husus, bu yeni hegemonyanın tesis edilmesinde dünya hegemonik gücünün belirleyici rol oynadığıdır.
AKP önderliğinde somutlaştırılmaya çalışılan rejime, İkinci Cumhuriyet veya Ilımlı İslâm Cumhuriyeti demek erken bir yorum olacaktır. Esas karakteri idea edilmesine ve anayasada ifadesini bulmasına rağmen, rejim, hiçbir zaman demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti haline gelememiş, kuruluşundan beri oligarşik faşist karakterini hep korumuştur. Cumhuriyet rejimi, klasik anlamda hep bir ad olarak kalmıştır. Özellikle Demokratik Cumhuriyet haline gelememiştir. Tıpkı CHP hegemonyasına karşı olduğu gibi AKP hegemonyasına karşı da Demokratik Cumhuriyet ve Anayasa Mücadelesi, gündemde olacaktır. Dolayısıyla yaşanan bu sürece, Oligarşik Dikta ile ona karşı verilen Demokratik Cumhuriyet Mücadelesi Dönemi demek daha doğru olacaktır. Her ne kadar ısrarla ve çok bilinçli medyatik çarpıtmalarla seksen yıllık Beyaz Türk Faşizminin alternatifi olarak sunulsa da özünde, uyuştuğu bu rejimi, renk farkıyla sürdürme kararındadır. Yıpranan, içte ve dışta desteklerinin önemli bir kısmını yitiren Beyaz Türkçü Faşist Rejimin hem gizli desteği hem de yıpranmasının doğal sonucu olarak, AKP’nin Yeşil Faşist Rejiminin önü, yolu açılmıştır.
Burjuvalaşmış İslami İktidarcı Gelenek, Beyaz Türkçü yaklaşımı aşma yeteneğini gösterememiş hatta onun daha da gerisinde bir tutum takınmıştır. Kürt Kültürel Varlığına karşı modernist laikçi yöntemlere ilaveten, İslami gelenekleri de kullanarak, Türk-İslâm Sentezi adı altında milliyetçiliği daha da koyulaştırıp uygulamıştır. Özellikle tasfiyede laikçi Türkleştirme yetersiz kalınca, Türk-İslâmcı motifler devreye sokulmuştur. Nakşi ve Kadiri tarikatlar başta olmak üzere, bütün dinsel araçlar, bu konuda kültürel imhanın araçları olarak kullanılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, zaten Cumhuriyet’le birlikte kuruluşundan beri laikçilerin hizmetinde çalıştırılmıştır. Özellikle Kürtlerin, Din Kültürüne bağlılığı istismar edilerek, dinin komplocu tarzda kullanımına büyük ağırlık verilmiştir. Tarikatların geleneksel direnişçi özellikleri, içi boşaltılarak tersine amaçlar için kullanılmıştır.
Cumhuriyet rejimine karşı gerici ayaklanmalar olarak yargılanmaya çalışılan 1925-1940 dönemindeki Kürt Hareketliliği, özünde Beyaz Türk Faşizmine karşı kendi varlığını savunma, Kürt kimliğinin tasfiye edilmesine karşı direnme amaçlıdır. Kürtler, halk olarak gerek Ulusal Kurtuluş Savaşına gerek Cumhuriyet’in kuruluşuna samimi olarak katılmışlardı. Asli unsur olarak katılımları, tüm önemli toplantı belgelerinde, Amasya Protokolü’nde, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin belgelerinde, TBMM’nin birçok yasasında ve hatta 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda belirtilmiştir. Ulusal Kurtuluş, Türk halkı için neyi ifade ediyorsa, Kürt halkı için de benzer bir anlam taşıyordu. Cumhuriyet, salt Türk etnisitesinin cumhuriyeti olarak değil başta Kürtler olmak üzere çoklu etnik yapılanmalara dayalı olarak inşa edilmiş, öyle anlamlandırılmıştı. Ayrıca emekçi ve İslami ümmet kimlikleri de kurucu kimlik sayılmaktaydı. Sovyetler’in destek verdiği açıktı. İttihatçı geleneğin, tek etnisiteye dayalı Türkçülük akımı, resmi ideoloji olarak benimsenince, diğer tüm kurucu unsurlar, kaçınılmaz olarak ötekileştirildi. En ufak hak talepleri, imhayla neticelendirildi. Kürt nüfusunun fazlalığı ve tasfiye edilmesinde yaşanabilecek güçlükler, Misak-ı Milli’den taviz verip Musul-Kerkük’ün İngiliz hegemonyasına terk edilmesinde ve İngiltere ile anlaşıp, Kürtlerin Varlık ve Hareket olarak tasfiye edilmelerine karar verilmesinde önemli rol oynadı. Almanya ile ittifak, Ermenilerin imhasında nasıl kullanıldıysa; İngiltere ile Musul-Kerkük konusundaki anlaşma da Kürtlerin imhasında öyle kullanıldı. Çokça iddia edildiği gibi Kürt isyanlarında dış güçler, desteklerini Kürtlerden yana değil Kürtlere karşı faşist rejimden yana kullandılar. Sovyet Rusya’nın desteği de buna dâhildir.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER