TOPLUMSAL EYLEMDE BAŞARIYI BELİRLEYEN, TAŞIDIĞI HÂKİKAT GÜCÜDÜR (3.BÖLÜM)
Finans Çağı, Sanal Yaşam Olmadan Yaşayamaz
Sistemin, kültür endüstrisiyle iç içe geliştirdiği seks endüstrisiyle birlikte sağladığı egemenliğin yol açtığı tutsaklığın en vahim yanı, gönüllüce yaşanması hatta özgürlük patlaması olarak adlandırılmasıdır. Bu durumun, kapitalist yönetimin en güçlü dayanağı ve meşruiyet aracı olduğu kesindir. Kapitalizmin, imparatorluk aşaması ancak kültür endüstrisinin geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Dolayısıyla kültürel hegemonyacılığa karşı mücadele, en zorlu zihniyet mücadelesini gerektirir.
Kapitalizmin zihniyet hegemonyasında, temelde medya organlarınca yürütülen sanal dünya, diğer çok önemli bir zihinsel egemenlik aracıdır. Yaşamın sanallaşması, analitik aklın en uç sınırlara varmasıdır. Sanal olarak sunulduğunda, savaş gibi en dehşetli bir olayın, tek başına ahlâkı yıkması işten bile değildir. İnsanın, beden ve zihninin deneyimlemediği yaşama, eskiden beri ‘Sahte Yaşam’ denilmektedir. Sanal ismi takılmakla yaşam, sahte olmaktan kurtulamaz. Burada sanal yaşamı olanaklı hale getiren teknik gelişim, kendi başına suçlanmıyor; bir kere daha istismarı karşımıza çıkarıp, bireyin zihnini felç eden özelliğiyle değerlendiriliyor. Başıboş teknoloji, en tehlikeli silahtır. Kapitalizmin tekniğe hâkimiyeti ve milyarları yönetme ihtiyacı, sanal yaşama zorlayan esas etkendir. Yaşam, artık yaşanmıyor, sürekli sanallaşıyor, bu da bir nevi ayakta ölüm oluyor. Simülakrlar, sanal yaşamın en somut halidir. Her olayı, ilişkiyi, eseri simüle etmekle, insan bilgilendirilmez, aptallaştırılır. Tüm uygarlık eserlerinin taklidini yapmakla, bir gelişme sağlanmıyor, taklit kültürünün hegemonyası gerçekleştiriliyor. Yaşamın özünde yatan farklılaşma, asla tekrara dayanmaz. Tarih bile tekerrür etmez. Taklit, gelişmenin zıddıdır. Sanal yaşam ise, sınırsız taklide dayanır. Herkes, birbirini taklit ederek birbirine benzetilir. Böylelikle koyun sürüleri yaratılır. Finans Çağı, sanal yaşam olmadan yaşayamaz. Ancak sınırsız aptallaştırmayla yürüyebilir ki, o da sahte/sanal yaşamla gerçekleştirilir. Buna karşılık vermek, özgür yaşamın en temel görevidir. Özgür Yaşamı tanımlamak ve örgütlemek, toplumların ayakta durmaları için olmazsa olmazlardandır. Sistemin, sanal yaşamı geliştirme konusundaki başarısını, birkaç yönden yorumlayabiliriz.
Birincisi, toplumun ahlâk ve dinle işlevsel bağlılığını gevşetmesi, laik hukukla ahlâkı ve dini ikinci plana düşürüp toplumu kendine tabi kılmasıdır. Sisteme hizmet ettikleri oranda dinin ve ahlâkın yaşamasına izin veriliyor. Hukuk ve laiklik, özünde toplumsal denetimin, kapitalist iktidara geçiş araçlarıdır. Eski toplumun hem aristokratik kesimlerini hem de serflerini kontrolüne almak, sermaye ve işgücüne alan açmak ve rezerv oluşturmak için dini ve ahlâkı, laiklik ve hukuk silahlarıyla tasfiye ediyor. Tümüyle ortadan kaldırmıyor. Uygarlık tarafından yoğunca kullanılan araçlar oldukları için, ‘uygarlığın son sözü’ olarak kapitalist sisteme de çok lazımdır fakat ekonomik ve siyasi iktidarına ortak olmamaları, engel oluşturmamaları kaydıyla. Dinde reform ve hukuk devleti, bu işlevle kapitalist modernitenin temel göstergeleri haline geliyor. Kapitalist ekonomi ve toplum haline geçişin iki temel aracı olmak gibi asli bir rol oynuyorlar. Sistemin zihniyet problemlerinin çözüm aracıdırlar aynı zamanda.
İkincisi, ‘bilimsel yöntem’i kullanmasıdır. Nesne-özne ayrımı, zihniyet hegemonyasının âdeta kilididir. Görünüşte bilimsel yöntemin vazgeçilmezi olan nesnellik ilkesi, aslında öznelliğin hâkimiyeti için gerekli bir ön aşamadır. Yönetmek için özne olmak gerekir. Doğal olarak yönetilenlere düşen rol de nesne olmaktır. Nesne olmak, eşyalaşmak, eşya gibi yönetilmektir. Eşya dolayısıyla nesne olarak doğa, öznenin dilediği gibi yönetme erki haline gelişinin yöntemsel ifadesidir. Hem de bilimin amentüsü olarak. Özne-nesne ayrımının Eflatun’a kadar giden bir kökeni vardır. Eflatun’un ünlü ‘idealar’ dünyasıyla ‘basit yansımalar’ ikilemi, benzer tüm ayrımların temelidir. Bunun mitolojik temelini ise, harikulâde biçimde Sümer ve Mısır toplumlarında gözlemliyoruz. Üstte hiyerarşinin tanrısal yükselişi, yüceltilişi, alttakilerin ise kullaştırılması asli kökenidir. Yaratan-yaratılan, yöneten-yönetilen ikileminin zihinsel ifadesi, tanrı-kul, kelâm-eşya, mükemmel idealar-basit yansımalar biçiminde gelişe gelişe özne-nesne ayrımına varıyor. Ruh-beden ayrımı da bu kapsamdadır. Bunun siyasi anlamı, demokrasinin inkârı, oligarşi ve monarşinin önünün açılmasıdır. Zihinsel gelişmelerine bağlı olarak topluluklar, maddi ihtiyaç nesnelerini sürekli aramışlar ve geliştirmek istemişler; yemek, barınmak, çoğalmak ve korunmak temel kaygıları olmuştur. Temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan ilk topluluklar, başlangıçta bulduklarıyla yetinmişler, mağaralarda barınmışlar, göl kenarlarında ve ormanlarda daha iyi korunmuşlar ve doğurgan anaya öncelik tanımışlardır. Avcılık da giderek devreye girer. Hem korunma ihtiyacına cevap verme hem de etle beslenme, bu kültürü geliştirir. Fakat toplumsallığın belli bir aşamasında, toplayıcılıkta başat olan kadın ile ağırlıklı olarak avcılıkta uzmanlaşan erkek arasında bir gerginliğin yaşandığını ve bu temelde farklı kültürel evrimlerin geliştiğini, gözlemek mümkündür. Her iki tarafta, yaşanan tek yanlı gelişme temelinde adım adım birinde ‘aslan erkek’, diğerinde ‘sığır kadın’ kültürüne uygun bir birikim sağlanır. İlk farklı ekonomik anlayışlar, böyle temellenir. Neolitik dönemde kadın kültürü, zirveye çıkar. Son Buzul döneminden sonra yani M.Ö. 15 binlerden itibaren özellikle Toros-Zagros sisteminin eteklerinde, çok zengin bitki ve hayvan türlerinin varlığı, âdeta cennet gibi bir yaşam kurgusuna yol açar. Bu dönem, günümüze kadar sürecek olan toplumsal gelişmenin Ana Nehri olarak, yazılı tarih ve uygarlıkla daha da farklılaşıp, küreselleşmeye damgasını vurur. Günümüze kadar gelen dil gruplarına dayalı gelişmeler de bu dönemin ürünüdür. İnsanlığın, bu uzun tarihsel döneminde, kapitalizme ilişkin olarak söylenebilecek tek önemli husus, Avcılık Kültürünün, erkeği gittikçe hegemonlaştırdığıdır. Kapitalist Ekonomi denilen talan düzeni, tüm eski ve yeni dünyada toplumları ve coğrafyaları sömürgeleştirip yeniden köleleştirir, tüm güç erklerini ve dönemin devletlerini, bir gasp biçimi olan borçlandırmayla kendine bağlar, tarihin en kanlı savaşlarını yürütür ve her şeyiyle toplumun bünyesi üzerinde oynayıp, hegemonyasını onaylatırken, onu, eski topluma karşı devrimci ilan eden K. Marks ve ardılları ile benzer düşünce ekolleri, bence, bilim inşa etmiyorlar. Das Kapital, kapitale karşı yazılmış en eksikli dolayısıyla yanlış yorumlanmaya müsait kitaptır. Burada Marks’ı suçlamıyorum. Sadece bu eserinde tarih, devlet, devrim ve demokrasi boyutlarının bulunmadığını, geliştirilmediğini söylüyorum. Yapıları gereği çok ‘bilimcil’ geçinen Avrupa aydınları, kasten olmasa da objektif konumları gereği, Das Kapital temelli inceleme ve araştırmalarıyla ‘emekçi’ denilen kesimler adına antikapitalist temelde bilim ve ideoloji üretmediler. Liberalizm de çok iyi fark ettiği bu yetersizliklerini, yani kapital konusundaki tahlilleriyle doğuşunda kapitalizmi devrimci ilan etmelerini, mükemmel kullandı. Nitekim daha sonraları önce Alman sosyal-demokratlarını, ardından Rusya ve Çin de dahil reel sosyalist sistemi ve en sonunda da ulusal kurtuluş sistemlerini, modernist ideolojinin gücü, ulus-devlet ve endüstriyalizmle asimile ederek, uğruna büyük mücadeleler verilen sınıf savaşımını da kazandı. Liberalizm karşısında, her üç akımın, net bir yenilgisi söz konusudur ve ne yazık ki henüz, bu konuda net bir özeleştiri yapılabilmiş değildir.
Grek-Roma siyasi erki, Asur mirasına, Fenikelilerden kalma kent ticaret kolonileri mirasını da ekleyerek, daha gelişkin bir siyasi üst yapıyla bir ekonomik altyapı oluşturmayı başarmıştır. Değişim yaygınlaşmış, özerk kent, pazar, ticaret ve rekabet sınırlı da olsa devreye girmiştir. Kırsal yerleşimi dengeleyecek kadar bir kentleşmeye tanık olmaktayız. Kırlar, artık değişim amacıyla kentler için daha çok artık-ürün üretmektedir. Dokuma, gıda ürünleri ve maden ticareti gelişmiştir. Özellikle Çin’den Atlas Okyanusu’na kadar yol ağları örülmüştür. İran’daki siyasi erk, Doğu-Batı ticareti nedeniyle kalıcı bir tüccar imparatorluğuna dönüşmektedir. Grek ve Roma’yı, hegemonyası altına alacak kadar zorlamıştır.
Greko-Roma Uygarlığı, kapitalist ekonominin ilk örneklerine en çok rastladığımız mekânı da temsil eder. Demokratik toplum ile uygar toplum arasında hep çatışmadan bahsetmem, uzlaşma olasılığını dışlamıyor. Tersine, bu iki toplum arasında uzlaşma esastır; daha doğrusu esas olmalıydı. Bunun başta gelen nedeni de uçların birbirini yok etmediği bir diyalektik anlayışın da sonucu olarak, demokratik toplum ile uygarlık toplumundan biri olmaksızın diğerinin olmamasıdır. Birinin varlığı diğeriyle mümkündür. Vurguladığım gibi demokrasi ve uygarlık çıkışları, aynı komünal ana toplumdan olur. Demokrasi, daha çok hiyerarşik üst tabakanın ihanetine, baskı ve sömürüsüne uğramış alt çoğunluğu ve çoklukları kendine esas alırken; uygarlık, daha çok üst tabakanın baskı, sömürü ve ideolojik hegemonyasını sürdüren kesimini temel alır. Tabii bu kesimler, bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ve Komünal Ana Toplumdan kopmazlar. İç içedirler fakat farklılıkları epey gelişmiş odaklardır.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER