VARLIK, HAKIKAT VE KÜRT GERÇEĞİ (1.BÖLÜM)
Varlık kavramının kendisi, halen en çok merak konusu olan felsefi kavramların başında gelmektedir. Bunun yanı başındaki ikiz kavram ise zamandır. İkisi birbirinden ayrılamaz. Varlık nasıl zamansız olarak düşünülemezse; zaman da varlık olmadan olmayandır. Zaman, tamamen varlıkla ilgilidir. İkisi arasındaki ilişki, en çok oluş kavramıyla bağlantılıdır. Varlık ve zaman, oluşla gerçekleşir. Zaman, varlıkta oluşa zorlar. Daha doğrusu varlığın sürmesi, Oluşla mümkündür. Oluş halindeki varlıktan bahsettiğimizde zaman doğmuş demektir. Oluş varsa, örneğin bir yerde iki farklı çiçek mevcutsa, orada varlık ve zaman var demektir. Oluşun olmaması, hem varlığın hem de zamanın yokluğu anlamına gelir. Oluş, varlığın farklılaşma, formlaşma halidir. Oluşum halinde olmayan varlık, olmayan varlıktır, olmayan zamandır. Oluşma, farklılaşma hali, potansiyel haldeki bilinçtir. Farklılaşma, belki de bilince giden yücelişin ilk adımıdır. Varlık, zamanla oluşup farklılaştı mı, bilince ilk adımını atıyor demektir. Ne kadar oluşum, form, biçim (hepsi aynı anlamdadır) varsa o kadar bilinç var demektir. Evrensel anlamda bilinç, farklılık; kategorik olarak bilinç ise, farklılaşmadaki tüm bilinçlerin genel evrensel halidir. Fakat formlardaki sonsuzluk, bilinç hallerinin de sonsuzluğu anlamına gelir. Ne kadar farklı form varsa, o kadar farklı bilinç vardır.
Kültürel Tarih ile Demokrasi İlişkisi
Varlık ile zaman arasındaki ilişki oluş yani değişim olarak tezahür eder. Mekân ve zaman ancak Varoluşla mümkündür. Değişim, varlık (mekân) ile zamanın mevcudiyetinin doğal bir sonucudur. Varlık ve zamanın olması için değişim şarttır.
Değişim, varlık ve zamanın kanıtıdır. Değişimin olabilmesi için değişmeyen bir şeyin olması gerekir. Değişim, değişmeyene göredir. Değişmeyen ise, hep aynı kalandır. Değişmeyen, asli varlıktır, öz olarak varlıktır, varoluşun kaynaklandığı ve baki kalan özdür. Kültürel toplum, uygar toplumdan daha kalıcı olup, toplumun aslını, varlığını oluşturur. Kültürel olarak güçlü oluşmuş bir toplumun varlığı, kalıcılıkta şanslıdır. Uygarlıklar ve devletler, hızlı ve çoklu bir değişime tabi oldukları halde; Kültürler, çok sınırlı bir değişime şans tanırlar. Toplumların en uzun süre tarihi olan Kültürel tarih, uygarlık ve modernite süreçlerini de kapsamına alır. Fakat kısa süre uygarlık ve modernite kültürü, Kültürün evrensel tarihini kapsamına almaz. Uygarlık ve modernite döneminin temel kategorileri olan devlet ve ulus, Kültürel tarihin ancak bir bölümü olabilir. Kültürel evrenselliği kapsayacak yetenekten yoksundur. Kürtlerin, uygarlık ve ulus tarihlerinde pek yer bulmaması, tarihsiz oldukları anlamına gelmez. Kültürel tarih bağlamında yaklaştığımızda Kürtlerin, binlerce yıllık başat bir tarihe sahip olduklarını görürüz. Bu kültürün temel niteliği, kabile ve aşiret formlarını güçlü yaşaması, tarım ve hayvancılık ekonomisinde devrimsel bir rol oynamasıdır. Verimli Hilal Kültürü, İnsanlık tarihinde ne kadar rol oynamışsa, Kürtlerin, halkların kültürel tarihindeki rolleri de ona denktir.
Tarihte Mezolitik ve Neolitik dönemlerin (M.Ö. 15000-3000) merkezî kültürüdür. Çin’den ve Hint’ten Avrupa’ya kadar tüm Neolitik toplum kültürlerini beslemiştir. Kültürel yayılmanın izlerini, hem genetik hem de etimolojik yöntemlerle bu alanlarda tespit edebilmekteyiz. Yaklaşık olarak ve tespit edilebildiği kadarıyla Verimli Hilal merkezli on iki bin yıllık bir kültürel önderlik söz konusudur. insanlık tarihinde hiçbir kültürün, bu denli uzun ve kapsamlı, güneş gibi aydınlatıcı, ısıtıcı ve besleyici bir rol oynadığına tanık değiliz. Varsa da rolleri sınırlı ve yüzeyseldir. M.Ö. 3000’lerde başladığı tespit edilebilen Sümer Uygarlığı ile Mısır, Hint ve Çin Uygarlıklarını, Verimli Hilal’deki köklerinden kopuk düşünmek, mümkün değildir. Sadece temel uygarlıkların oluşumunda değil, binlerce yıl sürdürülmelerinde de Verimli Hilal Kültürünün, ana kaynak rolünü oynadığı tartışmasızdır. Uygarlık kültürleri ancak neolitik kültürün verimli ortamında gelişebilirler. Kendi başlarına sıfırdan başlayan inşa yetenekleri yoktur. Verimli Hilal’deki Mezopotamya neolitiği, neredeyse tek başına İlkçağ Uygarlığına (M.Ö. 3000-M.S. 500) beşiklik etmiştir. Mezopotamya merkezli uygarlık da dünya uygarlıklarının belli başlı olanlarına, M.Ö. 3.000’den M.Ö. 300 yıllarına dek, merkezlik yapmıştır. ABD’nin daha yüzyılı bile bulmamış hegemonyasıyla karşılaştırırsak, aralarındaki muazzam farkı daha iyi kavramış oluruz. Kürt neolitiğinin bu tarihsel rolü önemlidir. Merkezî uygarlık sisteminin (beş bin yıllık bir sistem), Mezopotamya kökenliliği ve üç bin yıllık merkezî önderliğinde yaşanması, neolitik kültürün öneminin daha iyi kavranmasını mümkün kılar. Kültürleri ve uygarlıkları, halkların adıyla belirlemek abartma olabilir dolayısıyla doğru bir yöntem olmayabilir. Fakat en azından prototip aşamasındaki rollerinden bahsetmek doğrudur. Tarihi sadece tanınmış bazı imparatorluklar ve hanedanlıklarla tanımış olmamız, gerçeğin ifadesi için yeterli değildir. Yine tanınmış bazı kavimlerle tanımlamak da çok yetersizdir. Hele tanınmış modernite uluslarını, tarihin taşıyıcı gücü olarak tanımlamak, tarihte en büyük tahrifatın yapılması anlamına gelir. Tikel-evrensel bağını kurmayan, daha çok ideolojik hegemonyalardan miras kalan bu tarihsel zeminler aşıldığında, daha doğru bir insancıl toplumsal tarihle karşılaşırız. Tarihsiz bırakılan halklar ve emekçilerin tarihini, ancak bu yöntemle inşa edebiliriz.
Kültürel tarih ile demokrasi ilişkisi, sosyolojide pek işlenmeyen bir konudur. Asıl demokratik kriter, uygar olmakla değil uygarlık karşıtlığıyla bağlantılıdır. Bir toplumun uygarlık güçlerine karşı gösterdiği direnç, en önemli demokratik kriterdir. Liberalizm ise, bunun tersini iddia eder. Demokrasi için uygarlaşmayı şart koşar. Uygarlaşmamış kültürlerin özünde güçlü bir demokratik gelenek vardır. Devlet formunun antitezi olarak var olan yönetimler, demokratiktir ve bu özellikleriyle güçlü bir demokratik gelenek oluştururlar. Kent surlarının gerisinde sınıflaşmaya karşı direnen ve günümüze kadar devam eden kabile ve aşiret toplulukları, dinsel ve mezhepsel cemaatler, devletsiz halklar ve uluslar, demokrasinin temel güçleridir. Sistematik olarak anti-uygarlık, demokratikliktir. Marksizm’in ve liberal ideolojilerin demokrasiyi kent, sınıf ve devlet bağlamında kavramlaştırmaları ve kurumlaştırmaları, büyük bir çarpıtmadır. Kent, sınıf ve devlet kapsamına alınan demokratik sistem, iğdiş edilmiş, demokratik kültürünün içeriği boşaltılmış, hâkim kent ve sınıfın devlet egemenliği altına alınarak boşa çıkarılmıştır. Uygarlık, esas olarak demokratik kültürün zıddı olarak gelişen bir sistemdir.
Söz konusu Kürtler olunca varlık, oluş ve bilinç kavramları, hayli aydınlatıcı olacaktır. Kürtleri varlık, oluş ve bilinç halinde tanıtlamaya çalışmak, konunun köklü kavranmasının temelidir. Yakın döneme kadar belki de çoğu toplum ve devlet kesimi açısından Kürtlerin varlığı, tartışmalı bir konuydu. Kürtler, varlıklarını kanıtlamak için belki de kapitalist modernite bağlamında son iki yüz yılda hiçbir toplumsal varlığın yaşamadığı şiddette, içerik ve biçimde baskılar, inkârlar ve imhalar yaşadılar. Kendilerine kültürel ve fiziki soykırımlar uygulandı. Ana mekânlarında gerek fiziki parçalama gerekse kültürel (zihnen) parçalama ve yok sayma için her tür zor ve ideolojik araç devreye sokuldu. Denilebilir ki, kapitalist modernitenin soykırıma varana dek uygulanmayan hiçbir baskı ve talan mekanizması kalmadı. Kürtlük, bu açıdan benzeri olmayan bir olgudur. Yahudiler, yaşadıkları soykırım için ‘benzeri olmayan’, ‘biricik’ kavramını özenle kullanırlar. Kürtler için sadece uğradıkları soykırım açısından değil, varlık olmaktan çıkaran diğer tüm uygulamalar nedeniyle ‘biricik halk’ veya ‘toplumsal varlık’ tabirini kullanmak yerinde olacaktır.
Elli yıllık mücadelenin otuz yılı, Kürtler açısından sadece varlık sorunu için verildi. Bu mücadele, bir anlamda, Kürtler var mı yok mu sorusunu netleştirme mücadelesiydi. Taraflardan biri, intiharvari biçimde ‘Kürtler vardır’ derken, karşı taraf, ‘yoktur’ diyordu. Daha da ötesi ve utanılası olan, son otuz yıldan önceki altmış yılda da Kürt entelektüelliği açısından temel meselenin, Kürtlerin varlığını kanıtlama uğraşı olmasıydı. Şüphesiz bir birey ve toplum için kendi varlığını tartışmak, çok tehlikeli ve alçakça bir konumu ifade eder ki, bu da yaşam ve ölüm arasındaki ince bir çizgiye işaret eder. Tarihte hiçbir Toplumsal varlık, bu duruma düşürülmemiş veya çok az sayıda Toplumsal varlık, bu tür bir vahşete maruz kalmıştır. Kürtler kadar hiçbir toplumsal Varlık, kendiliklerinden utanır ve inkârı kabul eder hale getirilmemiş veya çok az sayıda toplumsal Varlık, böylesi bir aşağılanmayı yaşamıştır. Kürt olmak demek öz vatanı olmayan, hiç para etmeyen, parasız kalmakla özdeş olan, yoğunca işsiz kalan, her ücrete çalışan, sürekli yaşam kavgası veren, kültürel ihtiyacını unutan, maddi ihtiyaçlarının temini için korkunç çabalayan, Nan’ın (ekmeğin) anayurdunda (Neolitik Tarım Devriminin Anayurdu) Nan’sız kalan topluluk kalıntısı benzeri bir şey olmak demektir.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER