DEMOKRATİK MODERNİTENİN POLİTİK BİREYİ (3.BÖLÜM)
Birey Varoluşunu Toplumsallığıyla Sağlar
Kapitalizmin liberal ideolojisi içerisinde şekillenen tiplerdeki hastalıklar, farklı şekillerde açığa çıkar. En başat olanı sahte özgürlük anlayışının yarattığı benmerkezci bencil, duyarsız tiplerin yaratımıdır. Politik olmayan, edilgen bencil tipler hem kendi iç dünyasında hem de dış ilişkilerinde büyük bir doyumsuzluk durumu yaşarlar. Doyumsuzluk sonucu tatminsizliği yaşayan tiplerde de gerginlik, mutsuzluk, umutsuzluk gibi duygu ve düşünceler öne çıkar. Bu nedenle sürekli bir kriz ve kaos içerisindedirler. Şiddet, bunalım, intihar, cinayet gibi durumlar bu krizlerin dışa vurumu olarak yaşanır. Öfke ve nefretin yarattığı tahammülsüzlük söz konudur. Yine kendini değersiz, yalnız hissediş gibi ben odaklı duyguları yoğun olarak yaşanır. Tüm bunları bu tiplerin edilgen özellikleri adı altında da toplayabiliriz. Her bir noktada pasifizm yani mücadeleden yoksunluk vardır. Bu nedenle de başkalarını anlama, hissetme noktaları zayıftır. Kendi yaşadıklarının, hissettiklerinin ek ve örneksiz olduğunu düşünerek aynı zamanda hastalıklarına meşru bir zemin hazırlamaya çalışırlar. Tam tersi de olabilmektedir. İçsel olarak yaşadığı duygu ve düşünceleri bastırıp, kendini ideal bir tipe büründürme çabası içerisinde olabilir. Ancak bu uzun süreli değildir, olamaz. Gerçek benlik ile ideal benlik arasındaki çatışma, muhakkak kendini ele verecektir. Politik bireyin aksine sorumluluk duygusu gelişmez. Tek gerçek kendi duyguları, hisleri ve çıkarlarıdır. Hiçbir toplumsal olay onu harekete geçirmez. Zaman zaman içerisine gireceği bireysel isyanları kendi çıkarsal ilişkileriyle bağlantılıdır.
Bu tür edilgen tipler aynı zamanda narsist özellikler taşır. Narsizm, kendine sevdalılık olarak tanımlansa da aslında öz sevgiden çok öz nefret olarak kabul görmektedir. Bu özelliğe sahip tipler sadece kendini sevmeye, kendi için yaşamaya odaklanırken, aslında yaşadıkları temel duygu büyük bir boşluk ve değersizliktir. İnsanın salt kendiyle yetinemeyeceği gerçeğinden doğan bir boşluğa koyacak başka bir şey bulamaması onu nefret duygusuna yönlendirir. Yaşadığı bu kısır döngü içerisinde elde ettiği tek duygu da mutsuzluktur. İnsanın kendi öz benliğini oluşturduğu, kendini bir değer olarak hissedişinin en temel koşulu diğer bireylerle kurduğu olumlu ilişkiler, toplumsal bütünlüğüdür. Çünkü birey varoluşunu toplumsallığıyla sağlar. Toplum bireyin aynası olarak ona ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini sürekli olarak hatırlatır. Bu nedenle de narsist tipler kendilerini aşmadıkları sürece, kendi kendilerinin yabancısı, nefreti ve düşmanı olarak kalacaklardır. Kendine düşman olan tipler de kendilerine olduğu kadar topluma da düşman olacaklardır.
Danah Zohar, narsizmi bir “ilişki hastalığı” olarak tanımlar. “İnsanın kendisiyle ve başkasıyla anlamlı bir ilişki kuramamasından doğan bir hastalıktır” der. Narsizmin kanıtı olarak da “yaşama bağlılığın, uğraşımın, sevginin, kendini kurban etme ve hatta en uçta belki şehit olmanın önemini vurgulayan bir yaklaşımı” dile getirir. Sonuçları açığa çıkarırken olguların nedenleri üzerinde de durmak gerekmektedir. Bu noktada da karşımıza kapitalist modernitenin, insanın sadece kendisiyle bile sağlıklı bir bütünlük oluşturamama durumuna neden olan ahlaki ve politik toplumsal dokunun tüketimi, tahribatı gerçekliği çıkmaktadır. Sanat, spor, seks (3S’ler) gibi argümanlarla bu doku saptırılmış, tüketilmiş buna paralel olarak da zihinler uyuşturulmuştur. İnsanın temel fonksiyonlarından olan toplumsallığın ortadan kaldırılmasıyla, enerjisini aktaracak veya şekillendirecek alanlar bu üç temel argümanla dizayn edilmeye çalışılmaktadır.
Sürekli ve doyumsuz sapkın kişiler, holiganlık, çarpık, amaçsız sanat adı altında yürütülen akımlar bunlardan sadece bir kaçıdır. Bu tarz suni ve anlamı olmayan yönlendirme ve yönelimlerle tatmin olma durumu asla gerçekleşmez. Doyma hissi yoktur ki amaç da budur. Çünkü beden ve bilinci üzerindeki irade kaybedilmiştir. Burada derin bir maneviyat yitimi söz konusudur. Bu maneviyat yitiminde liberalizmin bireyci özgürlük dayatmasının etkileri vardır. Özcesi iradesizleşen, bilinçli yaratılan edilgen tipler kapitalizmin yegâne ürünleri olarak yaratılmış, yaratılmaya devam etmektedir.
Kapitalizmin kişi üzerindeki hastalıklarını ele alırken, dolaylı veya doğrudan bu tiplerin açığa çıkmasında etkili olan, toplumsal hakikatten uzak bilimsel çalışmalar üzerinde durulabilir. Sigmund Freud, “uygarlığın birey üzerindeki istemlerinin yarattığı baskının bireyde farklı yansımalara neden olduğunu” belirtir. Bunun ise ilkel benliğe (id) zarar verdiğini söyler. Çünkü uygarlığın yüklediği bu sorumluluklar (buna ego da diyebiliriz) içgüdüsel isteklerle çatışır. Gönülsüz bir benimseme süper egoyu açığa çıkarmaktadır. Yani ona göre, asıl istediğimiz şeyleri bastırıp, dışarıdan beklenene göre kendimizi mükemmel görme ve gösterme durumu açığa çıkar. Sonuç olarak içsel çatışmanın yoğunluğu sağlıklı bir dengeyi engeller. Bu dengesizlik durumu ise sadizm ya da mazoşizm gibi eğilimlerle dışa vurulur. İd’in özgür hareketine sürekli vurgu yapan Freud’a göre, süje (özne) karşısında herkes potansiyel obje de olabilir. Bu durumda da herkesin hem nesne hem de özne olma durumu açığa çıkmaktadır. Freud, uygarlığın birey üzerindeki istemlerinin ağırlığından bahsederken bunların neler olduğu noktasına takılmamıştır. Özne-nesne ayrımına yaptığı vurgu, bireyi iradeden yoksun mekanik bir varlık olarak ele alması salt biyolojik gelişim ve cinsel güdülerin başatlığı Freud’un psikanalizine yapılacak eleştirilerin başında gelmektedir. Toplumsallık üzerinde sağlıklı bir biyolojik gelişme elbette önemlidir. Ancak insanlaşma dediğimiz olgu, biyolojiyi de içerisine alan toplumsallıkla ancak mümkün olabilir. Bu toplumsallık içerisinde bireyin iradesi belirleyicidir. İradesi olmayan bireyden elbette sağlıklı bir birey çıkması mümkün değildir. Freud, uygarlık güçlerinin, iktidarların birey üzerinde yarattığı hastalıklarının krizlerini ele alıp, uygarlık eleştirisini ortaya koysaydı daha doğru bir tanım yapmış olacaktı. Bu nedenle de vurguladığı gibi insan, ilkel güdülerini gerçekleştirdiği oranda değil, bunlar karşısında irade alabildiği oranda insanlaşır. Bunu da gerçekleştirebileceği tek yer ahlaki ve politik toplumdur.
Sonuç olarak bu iki toplumsal gerçeklikte açığa çıkan temel özellikler, kendisine yabancılaşan, iradesizleşen ve edilgen hale getirilen birey ve toplum gerçekliğidir. Ahlaki ve politiklikten, onun ruhundan uzak olan, bu doğrultuda isteği ve çabası olmayan her tip insan ve toplum edilgendir. Genel olarak sorgulamadan uzak bir kabulleniş söz konusudur. Kabul etmeyenler de kendilerince bir doğru yaratmışlardır. Çoğu zaman da bu bireysel arayışlar, bireyciliği daha fazla geliştirici unsurlar olarak da karşımıza çıkmaktadır.
ROJDA EREZ
YORUM GÖNDER