İDEOLOJİLER ÖLDÜMÜ?(1.BÖLÜM)
Giriş
Toplumsal bilinçte ve ideolojiler kategorisinde serüveni en ilginç kavramlardan biridir ideoloji. İde’lerin neden lojikleştirilmeye ihtiyaç duyduğu ve logosla gerçekten ne kadar ilişkili olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Ancak sistemsel kaosun ve mücadelelerin en yakın ve yakıcı tarzda yaşandığı günümüzde ideoloji kavramı ve tarihsel içerikleri önemli bir tartışma konusudur.
Bu yazıda “ideolojilerin öldüğü ve tarihin sonuna geldiği” tezleri kapsamında ideoloji kavramı ele alınacak ve toplumsal özgürlük idealleri bağlamında 19 ve 20. yüzyıl ideolojilerinin temel sorunsalları sadece ana başlıklar halinde incelenmeye çalışılacaktır. Özellikle sistem karşıtı hareketler açısından ideoloji, politika ve özgürlük kavramlarının hâkim paradigmadan kopuşu ve ideolojinin 20. yüzyıl büyük anlatılarıyla ilişkileri yeniden tartışılmak durumundadır. Birinci bölümde, ideolojinin serüveni ile kavramın içeriği ele alınmakta; ikinci bölümde ise kapitalizme alternatif olma iddiası taşıyan yapıların ideoloji ve politika ekseninde yaşadıkları temel sorunlar bağlamında özgürlük ideallerine ne kadar cevap olabildikleri incelenmeye çalışılacaktır.
1- İdeolojinin Serüveni
yüzyıl çok ideal bir biçimde “ideolojiler çağı” olarak tanımlandı. Fakat bu çağın bitiminden hemen sonra 20. yüzyılın ikinci yarısına bile gelinmeden ideolojilerin öldüğü iddia edildi. Her iki söylemin çarpıcılığı ve yol açtığı tartışmalar ilginçtir. Bilimsel gelişmelerin doruk yaptığı ve bilimin her sorunun devası olduğu yönündeki aydınlanmacı aklın egemen olduğu bir dönemdir. Tüm geleneksel düşünce ve inanç kalıplarının aşınmış olduğu ve bu çağın artık pre-modern inanç-zihniyet kalıplarına ihtiyaç duymadan “fikirler bilimi” ile yaşamın sürdürebileceği iddiası -muhalefetlerin tüm itirazlarına rağmen- makul karşılanabilir. Ancak binlerce yıl süren dinler çağının uzunluğu ve etkililiği göz önüne getirildiğinde 19. yüzyıl ortalarında ilan edilen ideolojiler çağının neden modern bilim ve teknik gelişimin doruğu sayılan 20. yüzyılın bitmesini bile beklemeden sona erdiği ciddi bir şekilde tartışılmalıdır. İfadenin örtük anlamı kadar zahiri boyutları da ilgi çekicidir.
Her bir kavram, bir toplumsal zihniyetin ürünüdür ve inşa edilmiş gerçeklerdir. Bu inşanın düşünsel kategoride olması, gerçekliğini zedelemediği gibi daha ziyade önemli kılar. Kavramların bir inşa süreci içinde gelişimi ve farklılaşması, zenginleşmesi ve zayıflaması, hatta karakter değiştirmesi de mümkündür. Zaten kavramsal yapıların varlıklarını devam ettirmeleri, ancak yeniden tanımlama yoluyla toplumsal inşada kalmalarına bağlıdır.
yüzyıl sonlarında Destutt de Tracy, toplumsal fikirlerin oluşum süreçlerini, kaynaklarını ve hareket tarzlarını inceleyecek bir bilim dalı olarak ilan eder ideolojiyi. İdealler (fikirler) bilimi ile topluma hâkim olan fikirler, bilimsel analize tabi tutulabilecek ve toplumun yeniden biçimlendirilmesi amacıyla kullanılabilecektir. Her gün yeni bir bilim dalının kuruluşunu ve özerkliğini ilan ettiği bir dönemde fikirleri inceleyen bir bilim dalının çıkışı doğaldır. Ama bu kavram ve etrafında gelişen tartışmalar neredeyse bütün bir 19 ve 20. yüzyılı etkiler. Fikirleri incelemek ve gerekirse topluma hâkim olan fikirlere yön vererek, topluma da yön verebilmek oldukça etkili bir iddia olarak yer alır. Bu yönüyle ideoloji kavramının ilk çıkışının bir “iktidar mühendisliği” olarak tasarlandığı söylenebilir. Fakat bu aynı zamanda çok güçlü bir aydınlanmacı aklın varlığını da işaret eder. Zira aydınlanmacı akla göre insanlık; aydınlanmayla beraber eski çağın, çocukluk korkularının ürünü olan inanç ve dinden kurtulmuş ve ilk sefer aklını kullanarak yaşamına yön verebilecek rüşte ulaşmıştır. O, artık inanca değil, bilime ve fikirlere dayalı olarak yaşamını sürdürebilecektir. Bu nedenle ideoloji yani fikirler bilimi yeniçağın dininin adı olur.
Belki de modern dönemin siyasal yapılarında ilk “ideolojik kurum” olan “Institut de France”, Napolyon tarafından desteklendi. Bu kuruluşun amacı, kuruluş bildirisinde de yer aldığı gibi fikirler bilim aracılığıyla, Hegel’in “tanrının yeryüzündeki yürüyüşü” olarak adlandırdığı yeni ulus devlet formunu topluma kabul ettirmek idi. Aynı şekilde Napolyon, kendi fikir bilimi dışında kalan ideolojilere de “karşı ideoloji” tanımını yapıştırarak kötülemiştir de. Ona göre ideolojiler, güzel Fransa’nın başına gelen tüm musibetlerin kaynağı idiler.
İdeoloji kavramının toplumsal dinamik içinde önem kazanması kadar olumsuz bir içerikle tanımlanması da esas olarak kapitalizme karşı işçi sınıfı mücadeleleri ve çatışmasının yükselmesiyle oldu. Marks’ın ideoloji tanımlaması, muhtemelen hayatının sonunda kimi değişimlere gitmişse de genel olarak olumsuzdur. Marks’ın ele alışında ideoloji, düşüncenin yabancılaşmasıdır. Zira toplumda hâkim olan ideoloji, her daim hâkim sınıfın ideolojisidir. Yani topluma hâkim fikirler sistemi olan ideolojiler, egemenler lehine toplum üzerindeki tahakküm ve sömürüyü meşrulaştırma araçlarıdır. Bir diğer yönü ise Marksizm’in materyalist yorumunun ideleri maddi oluşumunun yansımaları olarak ele almaları ve bir nevi yansıma, “epifenomen” biçiminde tanımlamalarıydı. Sebebi ne olursa olsun Marks’ın gözünde ideoloji kavramı oldukça olumsuz bir anlamdadır. Ona göre ideolojiler de ideler gibi toplumsal yapıya hâkim olan ilişkilerin düzenleyicisi değil, ancak yansıması olabilir. Ve bu yansıma gerçekliği ifade eden bir yansıma değil, “insanlar ve aralarındaki ilişkiler camera obscuradaymış gibi baş aşağı görünmesine yol açan” tarzındadır. “Buradan üç sonuç çıkar. Birincisi, ideolojinin olumsuz bir anlam taşıdığıdır. Çünkü ideoloji gerçekliği çarpıtılır. İkinci sonuç, ancak gerçekliği çarpıtan fikirlerin ideolojik olduğudur. Demek ki bütün fikirler ideolojik değildir. Üçüncü sonuç, ideolojinin olumsuzluğunun ve gerçekliği çarpıtma işlevinin insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavrayışlarından yola çıkmasından kaynaklandığıdır.” Marks’ın ideoloji hakkındaki görüşleri olumsuz olmakla beraber Marks sonrası Marksizm kendisini bir ideoloji, hatta tek bilimsel olarak tanımlardı. Bu biraz da ideolojinin içeriği ve tanımlamasındaki değişimle ilgilidir.
Marks, kendi sistemli düşüncelerini belki ideoloji olarak görmüyordu. Fakat Marks sonrası Marksizm kesinlikle bir ideoloji olarak ele alındı. Bu gelenekte üç farklı ideoloji tanımına rastlarız. Birincisi, maddi temel yapının diyalektik karşıtı olarak ideolojik üst yapı. İkincisi, temel toplumsal sınıfların dünya görüşü olarak ideoloji. Üçüncüsü de, ideolojiyi insanların gündelik pratiklerine, eylemlerine ve yönelimlerine esin veren hâkim fikirler olarak algılıyordu.
Birincisi ilk dönem Marksistlerin görüşü iken; sınıfsal mücadelelerin keskin çatışmalarla iktidar olma mücadelesi verdiği dönemin görüşü ikincisinde anlam bulur ve Lenin tarafından bir programa kavuşturulur. Lenin, ideolojiye kategorik olarak kötülemez, ancak hangi sınıfa ait olduğuna göre ayrıştırır. Lenin’e göre kapitalizm çağında ya burjuva ideolojisinden ya da sosyalist ideolojiden bahsedilebilir. Burada ideoloji tümel olarak kötülenmiş çarpık fikirler değil, toplumsal sınıfların doğru çıkarlarının, politik yöneliminin sistemli ifadesidir ve topluma aktarılması, taşırılması gereken bir olgudur. Öncü partinin asli işlevi de budur. Üçüncü eğilim ise Antonio Gramsci’nin temsilini yaptığı işçi sınıfı ideolojisinin bir blok olarak iktidarlaşması sonrası karşılaştığı somut gerçeklik çerçevesinde yeniden yapılandırma çabasıdır. Ancak ikisinden tümüyle uzak da değildir. Birinci Dünya savaşı sonrası dünya siyaset sahnesine damgasını vuran esas çelişki ve çatışma da hâkim iki ideolojik kamp arasında gerçekleştiği. Ve ideoloji burada temel bir unsurdur. Her iki kutbun amacı ekonomik, siyasi, askeri ve hatta kültürel başarılarla ideolojinin güçlülüğünü ve zaferini ilan etmektir.
Bu, rekabetin en yoğun yaşandığı bir dönemdir. 20. yüzyılın ikinci yarısında Amerikalı sosyal bilimciler Daniel Bell ve S. M. Lipsett, politik ve toplumsal alana yön veren ideolojilerin yani liberalizm ve sosyalizmin artık önem ve değerlerini yitirdiklerini, toplumsal kitleleri harekete geçirebilme ve taleplerine karşılık verebilme yetilerini kaybettiklerini ileri sürdüler. Zira bu her iki büyük anlatı da toplumsal çatışmaları, iki büyük dünya savaşını, ekonomik depresyonları ve krizleri önleyememişlerdir. Dolayısıyla bu ideolojiler “ölme” sürecine girmişlerdir ve bunun yanında terazinin kefesinin biraz liberalizm lehine bastığı yorumlarına yansıtmıştır. Bu bilimciler, kapitalist ülkelerde ortaya çıkan sosyal refah devleti ve demokratik değerler sistemini katı bir ideolojik ve sınıfsal çatışmayı gereksiz kıldığını her tür sosyal-sınıfsal talebin büyük değişimlere ihtiyaç duyulmadan sistem içi demokratik yöntemlerle çözülebileceğini belirttiler. Bu bakış açısında her ne kadar liberalizmin de sosyalizm gibi erime sürecine girdiği belirtilse de eğilimlerinde liberalizmin zaferi sezinlenmektedir. Zira çözüm olarak gösterilen adresin kendisi “liberal değerler” olarak ele alınmıştır. Daha sonra Francis Fukuyama neredeyse benzer görüşleri savunacak ve bu tartışma 1990’larda sosyalist blokun siyasi olarak yıkılmasıyla liberalizmin zaferi olarak sunulacaktır.
Ancak ilginç olan nokta; bu görüşün sosyalist hareket içinde çıkan revizyonistler tarafından daha 20. yüzyıl başlarında benzer bir biçimde savunulmuş olmasıdır. Leonard Bernstein dahil revizyonistlerin görüşüne göre tarihin zorunlu ilerlemesi nedeniyle kapitalizm, dıştan müdahaleye bile gerek kalmadan iç evrim yoluyla çözülecektir. Bu nedenle ona karşı politik-askeri mücadele vermeye dahi gerek yoktur. Sovyet sistemi blok olarak yıkıldıktan sonra dünyanın çeşitli yerlerinde kimi sosyalist hareketler de benzer biçimde ideolojik mücadele çağının sonuna gelindiğini ileri sürdüler.
Lipsett, Bell ve Fukuyama üçlüsünün öncülüğünü yaptıkları ideolojiler öldü tezi, somut durum tespiti gibi sunulsa da, açıktır ki reel sosyalist blokun çözülüşünü işaret ederler ve daha çok burjuva kapitalizmine karşı bir blok oluşturan reel sosyalizme dönük bir temenniyi de içerirler. Bir “dünya görüşünün” tezahürüdürler. Dünya görüşü olmalar hasebiyle de öldüğünü iddia ettikleri fikirler biliminin konusu olmaktan kurtulamazlar.
MUHAMMED İNAL
YORUM GÖNDER