BEKO MU, MEM Û ZÎN Mİ? YA DADEVLETMİ, DEMOKRATİK ULUS MU? (2.BÖLÜM)
Devletin Araplısı, İranlısı, Türklüsü Görüntüdedir, Konjonktürel Bir Yaklaşımdır!
“Devletin bittiği nokta neresi ise orada başlar, lüzumsuz olmayan insan; orada başlar, lüzumluların türküsü, biricik ve yeni doldurulamaz bir şekilde. Oraya devletin bittiği yere –şöyle bir bakının kardeşlerim! Görmüyor musunuz ebem kuşağı ve köprülerini üst insanın?”
Böyle Buyurdu Zerdüşt/ Nietzche
Başta Marx ve Engel olmak üzere, sol sosyalist ve demokratik güçlerin bu konuda içerisine düştükleri en temel haklardan biri de, demokratik konfederatif oluşumları gerici bularak merkezi ulus-devlet cihazını, desteklemeleri olmuştur. Sosyalistlerin merkezi ulus-devlet anlayışına teslim olmalarıyla birlikte, aslında sosyalist toplumun inşası da demokratik konfederasyon eğilimleri hala çok güçlüdür ve aynı dönemde Amerika’da Konfederasyon inşaaları söz konudur. Ortadoğu, güçlü kabile konfederasyonları ve aşiret federasyonlarının bin yılları bulan mekan konumundadır. Yerel ve bölgesel özerklik politikaları hala toplumsal örgütlenmenin ve inşanın temel dayanağı olma özelliğini korumaktadır. Uygarlık güçlerinin devletsel dayatmaları karşısında ise özerk ve bağımsız politikalarla konfederal direniş her yerde varlık bulmaya devam etmiştir.
Kürtlerin her türden saldırıya maruz kalmalarına rağmen, varlıklarını kültürel karakterleriyle birlikte koruyup 21. Yüzyıla taşıyabilmeleri, yine bu tarihsel-kültürün direniş gücünden ileri gelmektedir. Tercihini uygarlığın kent-sınıf-devlet üçlemesinin oluşturduğu kültürden yana yapmak yerine, bu olgulara yer tanımayan kabile demokrasisinden yana yapmaları onları ayakta tutan esas etken olmuştur. Kültürel demokrasiye bağlılıkları, onları daima direniş içerisinde turmuştur. Bununla birlikte bilmeliyiz ki Kürtlerde ifadesini bulan bu özsel yaklaşım temelde bir Ortadoğu kültür yaklaşımı ve onun bir yansımasıdır. Bunun izdüşümlerini başlangıçta Türkmen kabilelerinin Fars, Bedevi ve Ermeni aşiretlerinin kültürel var oluşarında da gözlemlemek olasıdır. Ortadoğu’da kültürler her zaman iç içe, esnek ve doğal demokratik bir geçirgenlik gösterirler.
Öcalan, “Ortadoğu jeokültürü, jeopolitikasına yansıtılmak durumundadır” derken, tamda Ortadoğu uygarlığının tarihte doğal bir federasyon gibi işleyen karakterine, onun etnik-kültürel iç içeliğine ve zenginliğine işaret eden; Sümerlerden Osmanlılara kadar uzanan uzun süreçte eyaletlerin geniş özerkliklere sahip olması, kültürel ve etnik varlıklara özgürlük tanınması, tüm imparatorluk yapılarının ortak anlayışı olarak belirginlik kazanmıştır. Ancak ulus-devlet cihazının devreye girmesiyle birlikte bin yıllara dayalı oluşan toplumsal kültürleşme, kelimenin tam manasıyla bir kısım mekanizmayla karşı karşıya kalmıştır. Ortadoğu kültürü, iki Yüzyıldır bu üstten ve dışarıdan dayatılan ulus-devlet yapılanmasıyla savaş halindedir. Zira ulus-devlet, Ortadoğu’nun kültürel özgürlüğe ve çeşitliliğe dayalı yapısını bozuma uğratmak için modern kapitalizm eliyle kültürsüzleştirme ve tek tipleştirme operasyonlarını devreye koymuştur. Başta Kürtler olmak üzere Ortadoğu haklarının bilinçli ve örgütlü direnişlerini bu çerçevede okumak ve bunun yeniden kültürleşme mücadelesi, kültürel açılım olduğunun bilincine varmak önemlidir.
Ulus-devlet bir ulusun devleti olma iddiasıyla ortaya çıksa ve kendini bir milliyet üzerinden tanımlasa da gerçeklik devletin ne bir dini ve ne de bir milliyeti vardır. Samir Amin’in deyişiyle “Devletin Araplısı, İranlısı, Türklüsü görüntüdedir veya konjonktürel bir yaklaşımdır. O her zaman bin azınlığın çıkar koalisyonudur”. İktidar odaklarının ortaklaşa kar örgütü olan devletin kendini belirli bir milliyet ve din üzerinden tanımlama çabası elbetteki boşuna değildir. Din ve milliyet olgularının taktik bir argümana dönüştürülmeleri, kurulu çıkar koalisyonu düzenidir. Kutsallığın ve imalata dayalı ırksal öznelliğin himayesi altına alınması anlamına gelir ki bu da toplumun sonsuz sömürüye tabi tutulmasının yolunu açık tutar, sigortası işlevi görür. Bu nedenle her ulus-devlet, birlik ve cumhuriyet maskesinin ardına gizlemeye çalışsa da, gerçekte her zaman din milliyet olgularının kullanımını elde tutmaya özen göstermiş ve bu amaçları bir yapboz biçiminde sürekli düzenleyip şekillendirmeyi ihmal etmemiştir. Böyle olmasa, ulus-devlet “diyanet işleri” yapılanmasına ihtiyaç duyar mıydı? Yerel egemenlerin gücünü kırarak imparatorluğu merkeziyetçi bir pozisyona çekmek isteyen Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün bu konudaki yaklaşımı hatırlanmaya değerdir. Nizamülmülk’ün din ve tarikat önderlerine her yıl 300 bin dinar gibi bir meblağ dağıtmasından rahatsız olanlar, bu durumu Selçuklu Sultanı Melikşah’a “Eğer bu para orduya ayrılsa, İstanbul bile fethedilir” serzenişiyle yansıtırlar. Melikşah’ın buna vurgu yapması üzerine Nizamülmülk şu cevabı verir; “Sen her yıl askere bunun iki katını harcıyorsun, onlardan en kuvvetlisi ve en nişancısının attığı ok, bin milden ileri gitmez. Ellerindeki kılıçlarla yalnız yakınlarında bulunan kimseleri öldürebilirler. Ben ise harcadığım bu parayla öyle bir ordu donatıyorum ki, onların duaları da arşa kadar gider.” Tabi duaları da arşa kadar yükselen ordudan kastın, toplumsal rızayı oluşturmak için dinin devlet ideolojisi haline getirilmesi ve din adamlarının devlet memuru haline getirilip geniş bir istihbarat ağının elemenlarına dönüştürülmesi olduğunu, tarihsel kayıtlardan biliyoruz.
Farklı iktidar odaklarının ortaklığa kar örgütü olan devlet, aynı zamanda bu iktidar odaklarını daha fazla kan kapma amacıyla sürekli birbirleriyle çatışma içerisinde oldukları bir aygıttır. Sümerlerden bu yana yol-yöntemde değişikliklere uğramışsa da, çatışmanın muhtevası kendini her daim olduğu gibi sürdüre gelmiştir. Bu nedenle devlet içinde devlet, paralel devlet, derin devlet vb. tarzı oluşumun iktidar odakları tarzındaki tekel yapılanmasının kaçınılmaz bir gereği ve sonucudur. Çünkü iktidar tekelleri koalisyonunun söz konusu olduğu bir zeminde, şüphesiz varoluşsal olarak bir tekel diğerlerinin aleyhine olarak devlette daha çok pay sahibi ve mümkünse tamamen ele geçirerek bütünen devletin kendisi haline gelmek isteyecektir. Bu devletsel oluşumun doğasında yer bulan ve onun tüm yapısallıklarına yansıyan bir kanundur. Buna tarihsel bir örnek vermek gerekirse, yine bu noktada Nizamülmülk’e baş vurmak güncelle bağ kurmak açısından yararlı olacaktır. Nizamülmülk’ün dönemin veziri olarak devletin vergi gelirlerinden onda bir pay alması, kendine kölelerden 20 bine ulaşan özel bir ordu ve yine özel silah depoları kurması, devlet içinde devlet olmak değilse nedir? Bu konuda Suat Parlar’ın aktardığı şu anektod oldukça ironiktir: Devlet içinde asıl devleti simgeleyen Nizamülmülk’ün oğlu Şemsülmülk, Melikşah’ın Merv’e atadığı askeri komutanı görevden alır ve cezalandırır. Bunun üzerine Melikşah Tacülmülk aracılığıyla büyük vezine şu tehdidi gönderir; “Sen benim memleketimi istila ettin. Memleketimi oğulların, damatların ve kulların arasında öyle paylaştırdın ki, sanki sen saltanatta benim ortağımsın… Sen ne yetkiyle, fermanımız olmadan evlatlarına ülkeler ve kıtalar veriyor, istediğini yapıyorsun? İstermisin ki, önünden hokkanın ve başından sarığın alınmasını buyurayım?” Nizamülmülk’ün Melikşah’a cevabı şöyle olur; “Sultan benim saltanata ortak olduğumu bugün mü biliyor? Benim hokkam ile onun tacı birbirine bağlıdırlar. Ne zaman hokkayı kaldırırsa tac da kalkar.”
Uygarlık sisteminin çekirdeği olan devlet, anti-toplumcu özelliğiyle sadece toplumla değil, geliştirdiği ölçüsüz endüstriyalizmle doğayla, tabiatla da savaş halindedir. Komünal demokratik olan toplumsal yaşam alanına eşitsizliği, sömürüyü, mülkiyeti, hakimiyet ve tahakkümü yerleştirerek insan doğasına yönelik en büyük saldırıyı yapmıştı. “Kasap tarzı kültürel bütünlüğü parçalayıp doğrama hareketi” olarak ulus-devlet, ulusu bir cumhuriyet haline getirmenin ve demokratik toplum anlayışıyla buluşturmanın değil, özne-nesne ayrımına tabi tutarak kullaştırmanın ve modern köleliğe yatırmanın malzemesi, ham maddesi haline getirmiştir. Adı ister, Fars-Türk, ister Arap, Ermeni vb. olsun farketmez, her ulus devletle aslında ihanete uğramış, kendi olmaktan çıkarılmış, otantikliğini yitirdiği ölçüde de ruhunu ve bilincini kaybetmiş, sonuçta taklitten ve tabeladan ibaret bir “ölü canlar” topluluğuna dönüşmüştür. Ulusların ulus-devletle karşı karşıya kaldıkları ihanetin bedeli, günümüzde çözümsüzlük, tıkanma, yozlaşma, çürüme, iç çatışma ve çözülme biçiminde tekrardan topluma ödettirilmektedir. Ulus-devlet olgusunun ulusun başına musallat ettirilmiş bir bela olduğu gerçeği, bugün her yönüyle daha iyi anlaşılmaktadır. Siyaset felsefeyi, tıkanmanın ve çözümsüzlüğün vuku bulduğu yerde çözümü başlangıçteki kurucu ilkelere dönüşte ve kurucu ilkeleri yenileyerek güncelleştirmekte bulur. Spinoza bunu, “dini cemaatlerin ya da devletlerin uzun süreli olabilmesi için gerekli olan, sık sık başlangıç ilkelerine uygun şekilde yenilenmelilerdir” tarzında ortaya koyarken, Machiavelli daha geniş bir perspektiften tanımlamayı tercih eden; “özgür bir siyasal yaşamın ön koşulu, belirli aralıklarla kurucu momentlere, başlangıca geri dönebilmektir; bu sayede sosyal ve siyasal düzen kendisini tazeleyebilir.”
Öcalan’ın “Ortadoğu jeokültürünü, jeopolitikasına yansıtılmak durumundadır” vurgusunu da bu bağlamda değerlendirmek lazım gelir. Ortadoğu’da başlangıç, ahlaki-politik ve demokratik temeldedir. Kurucu ilkeler, bu temelleri üzerinden komünal ve konfederal değerler kapsamında oluşmuştur. O halde birbiri için yaşamanın, dayanışmanın temel yaşam felsefesi olduğu, kimsenin özne-nesne ayrımına tabi tutulmadığı, eşitsizlerin eşitliğinin sağlandığı, doğa ve onun tüm bileşenleriyle uyumluluğu görüldüğü komünal yaşam, esas kurucu ilke konumundadır. Bu durumda da kurucu ilkelere dönüş, ya da kurucu ilkelerin yenilenmesinden anlaşılması gereken, toplumun komünal ve demokratik özünün yeniden canlandırılmasıdır. Demokratik ulus inşasının Demokratik Ortadoğu Federasyonu’nun, Ortadoğu jeopolitikası haline getirilmesidir.
CANO AMED
YORUM GÖNDER