DEVLETİN HUKUKU MU, TOPLUMUN AHLAKI MI (2.BÖLÜM)
Yasa ve Kayıt Dışı Yaşamak Ahlâkı ve Özgürce Yaşamaktır
Yasa ve kural koymak yabancı kaynaklıdır. Bu yabancı, dış bir işgalci güç olabileceği gibi, toplumun içerisinden sivrilen bir azınlığın egemenliği biçiminde de ortaya çıkabilir. Her iki durumda da topluma ve ahlâka bir yabancılaşma ve düşmanlık söz konusudur. Toplumu denetleme, kontrol altına alma ve üzerinde iktidar kurmayı amaçlar. Bunu kendi hükmü, yasası, kural ve kaideleri ile yapar. Her ne kadar bu yasalar tanrı, din, inanç vb. adına kutsallaştırılıp meşrulaştırılmaya çalışılsa da özünde ve yalnızca egemen olanın çıkarını gözetir ve ona hizmet eder. Tüm bu yasa ve kurallar topluma kölece bir hizmet ve zorunluluklar yükler. Sürekli feragat ister. Toplumu borçlu kılar ve bu borcunu ödemeye mahkûm eder. Bunun dışına çıkılması durumunda da birey ve toplumu her türlü ceza ile tehdit eder.
Devletin hukuk sistemi bir kayıt sistemidir. Devlet toplumu kayıt altına alır. Kayıt altına almakla pranga altına almak özde aynıdır. Vahşi atların ayaklarına bağlanan bağa veya zincire Kürtçede ‘qayd’ denir. “Em ê qayd û zincîran bişknin” sloganı bununla bağlantılı olarak dile gelen bir özgürlük haykırışı olmaktadır. ‘Qayd’ altına alınan hayvan artık rahatça ve özgürce hareket edemez. “Qayd”ı kim vurmuşsa onun denetimi altına girer. Vahşi, hırçın atlar veya kimi diğer hayvanlar bu şekilde ehlileştirilir veya evcilleştirilir. Her devlet toplumu evcilleştirilmesi gereken bir varlık olarak görür. Üzerinde kendi iktidarını kurmak için her yönteme başvurur.
Uygarlık tarihi yazının icadı ile başlatılır. Bu anlaşılır bir şeydir. Yazı altına almak ve kaydetmek, devlet ve iktidarın hatta kapitalizmin (sermayeciliğin) başlangıcıdır. Tacirin, efendinin, kralın toplumu egemenlik altına almaya başlamasıdır. Yazı ve rakam sömürücü sınıfın ihtiyacının ürünüdür. Egemen sınıf, mal ve mülkünü, vergi ve sömürüsünü yazı ve rakam ile kayıt altına alır. Sürü sahibinin, her bir hayvanının çetelesini tutmasıyla, efendi ve tüccarın mal ve mülkünü yazı ve rakamla kayıt altına alması özünde aynıdır. Egemenin hafızası yoktur, onun hafızası kayıtlı belgeleri ve arşividir. Bunlarsız sermayesinin hesabını tutamaz.
Yazı, rakam, matematik vb. medenileşmenin, uygarlaşmanın, ilerlemenin işaretleri olarak gösterilmektedir. Bunların hiçbiri doğru olmadığı gibi toplumun aleyhine gelişen alametler (kullanılan araçlar) olarak görülmelidir. Yazı, rakam ve matematik toplumun değil, devletçi uygarlığın gelişmesine hizmet etmiş, toplum aleyhine kullanılmışlardır. İktidar ve devlet, temelini yazı ve rakam üzerine kurmuştur. Bugün bile yazıyı, rakamı ve matematiği bu uygarlığın altından çekerseniz bir gün bile ayakta duramaz ve varlığını sürdüremez. Devletçi uygarlık yazı, rakam ve hesap işlerinden oluşan koca bir yığın, sanal bir canavar gibidir.
“Söz uçar yazı kalır” denir. Söz ruhtur, ahlâktır. Beden ölünce ruh uçar, yazı ise kalıcıdır. Üzerine yazıldığı kayalar kadar sağlam ve katıdır. Devlet ve iktidar, topluma ait ahlâkı, sözü geçici kılarken kendini ezel-ebet ilan eder. Kayaya, tablete yazılan yasa sabit ve kalıcı hale getirilir. Bu, sözün, ahlâkın özünden boşaltılarak tutsak edilmesidir. Kayaya, tablete oyulan hukuk, aynı zamanda ahlâkın mezarıdır, ahlâkın mezara gömülmesidir.
Devletin yazıyla kayıt altına alması ve yasa ile kurala bağlaması, o alanı kendi denetimine ve kontrolüne alması demektir. Her yazılı belgenin ve yasanın altında bir mühür vardır. Mühür, kayıt altına alınanın hapsedilip, zincire bağlanmasıdır. Mühür vurmak ile zincire vurmak aynı anlama gelmektedir.
Devlet, toplumun her bir karış bakir alanını kayıt altına almakla orayı esaretine, iktidarına almış olmaktadır. Damgasını vurduğu her toplumsal yaşam alanı tecavüze uğrayıp kirletilmiş demektir. Bir erkeğin kadını kendi gerçekliğinden kopararak kendi himayesine alması, karılaştırması neyse, devletin toplumun her karış bakir yaşam alanını kayıt altına alıp, yasaya bağlaması aynı şeydir. Her ikisinde de kendine mal etme eylemi, saldırı ve tecavüz vardır.
Devlet mühürünü, damgasını vurduğu her parçayı toplumdan koparmıştır, kontrolüne alıp sömürüsüne açmıştır. Erkek de “mehr”ine aldığı her kadın üzerinde sınırsız bir tasarruf yetkisine kavuşmuştur. Mehr ile mühür aynı kökten gelmektedir. Devletin mührüne aldığı toplum ile erkeğin mehrine aldığı kadın köleleştirilmiş ve nesne durumuna getirilmiştir. Bu tek taraflı bir tasarruf ve eylemdir. Devlet ve erkeğin özne ve irade olduğu, karşı tarafın nesne ve mal olduğu bir fiildir. Hep erkek kadını nikâhıma aldım der. Kadın erkeği nikâhına almaz, alamaz. Ancak onun nikâhına, ‘mehr’ine girebilir.
Köleci dönemde, kölelerin sahiplerince kızgın bir demir parçasıyla dağlanması, mühür ve damga altına alınması sembolik bir uygulama değildir. Kölenin bir mal veya meta haline getirilmesinin, insan olmaktan çıkarılmasının acımasız, zalimce bir göstergesidir. Aynı uygulama erkek tarafından kadına dayatılmıştır. Kadının görünür bedenine, yara açacak bir damga vurulmaz. Ama daha beter bir damga ruhuna ve beynine vurulur. Dışı allanır pullanır, süslü ziynetlerle donatılır, halhal, bilezik, küpelerle bezenir ve erkeğin iştahına sunulurken, kadının iç dünyası karartılır. Kendisine ait ne varsa paramparça edilir. Beyni çalışamaz, yüreği atamaz ve dili konuşamaz hale getirilir.
Aslında yasa ve kayıt altına alınmaya karşı birçok doğal topluluk, kabile ve aşiret büyük direnişler göstermişlerdir. Bunda kendileri için bir tehlike olduğunu bilgece bir sezgiyle hissetmişlerdir. O yüzden hep kayıt dışı veya yasa dışı yaşamayı tercih etmişlerdir. Kayıt ve yasa altına almanın devlete bağlanmak anlamına geldiğini erkenden fark etmişlerdir. Yasa dışı yaşamak özgürce yaşamaktır. Ne kadar çok kayıt ve yasa altına alma varsa, bu o kadar çok devletin esareti altına girmek demektir. Başka bir ifadeyle ne kadar çok hukuk, o kadar az ahlâk, toplum ve özgürlük demek mümkündür.
O kadar geçmişe gitmeye bile gerek yoktur. Bundan elli yıl öncesine kadar Kürdistan’da ve muhtemelen kapitalist modernitenin yayılmadığı tüm kırsal ve köy toplumsallıklarında önemli oranda devlet dışı bir yaşam hüküm sürmekteydi. Devletin kurumlarına ve hukukuna ihtiyaç duymadan ve ona başvurmadan, bu topluluklar kendi yaşamlarını demokratik bir tarzda sürdürmüşlerdir. Sorunlarını kendi içlerinde ve ahlâki ölçülerle çözme gücünü göstermişlerdir. Son dönemlere kadar kendilerini nüfus dairesine kaydetmek istemeyen birçok aile ve topluluk vardır. Nüfusa kayıt olmanın devlete karşı birçok sorumluluk altına girmek, birçok hizmet ve zorunluluğa mahkûm olmak anlamı taşıdığını biliyorlardır. Bu görevlerin başında devlete yıllarca askerlik yapmak, bitmek bilmez savaşlara katılmak, devlet adına ölmek ve öldürmek gelmektedir. Yine vergi vermekle yükümlü olmak demektir.
Bir kuşak öncesine kadar Kürt köylüsü işlediği toprağı bile kendi üzerine kaydetme ihtiyacı duymamış ve tapusunu almaya yanaşmamıştır. Kürtçe deyimle “Tapu tep in” denirdi. Bu “Tapu tuzaktır” anlamına gelmektedir. Tapu, devletin birey ve topluluğu kayıt ve hukuk altına almasının bir yolu olarak görülmekteydi. Kürt köylüsü toprağın kapitalist bir meta haline gelmediği o dönemlerde fazladan toprağa ihtiyaç duymuyordu. Elde edilecek ürün piyasaya sürülüp sermaye ve kâr haline getirilmiyordu. Her aile yıllık ihtiyaçları için ve yıllık ihtiyaçları kadar ekim yapıyordu. Bunun için de bir parça toprak ekmek ihtiyaçlarını karşılıyordu. Kapitalist açgözlülük olmadığı için ekstradan tüm topraklara sahip olma veya kendi tasarrufuna alma anlamsız geliyordu. Böyle olunca da topraklarının tapusunu almaya gerek duyulmuyordu. Toplumun bu oyunu görmesi ve bu tuzağa düşmemesi anlamlıdır.
Kapitalist modernite, bugün her alanı ve her şeyi kendi hukuk sistemine dahil etmek ve dolayısıyla kayıt altına almak için toplumsal yaşamın her köşesine el atmakta ve sömürüsünü çok daha ilerletip derinleştirmektedir. Artık tek tek her bir hayvanın kulağına bile damga vurulmakta, küpe takılmakta ve kayıt altına alınmaktadır. Her bir ineğin, her bir koyunun bir kimliği vardır ve sicili tutulmaktadır. Artık çobanlık yapmak bile diplomaya, sertifikaya bağlanmıştır. Yüzeysel bir bakışla bunların olumlu olduğu ve bir gelişkinliğe işaret ettiği düşünülebilir. Fakat bunun böyle olmadığı açıktır. Burada, devlet ve iktidar güçlerinin, ahlâk, özgürlük ve toplum adına ne varsa son hücresine kadar ele geçirmesi, işgal ve gasp etmesi söz konusudur. Bir topluluğun veya bir ailenin devlet hukuku-yasası dışında yaşamını idame etmesine izin verilmemekte, doğal ve özgür yaşam alanları tümden ortadan kaldırılmaktadır.
Toplum nefes alamaz hale getirilmektedir. Toplumun devlet ve onun hukuk sisteminden ancak bir talebi olabilir: ‘Gölge etme başka ihsan istemez’.
Bir köylünün sahip olduğu üç-beş hayvanına kendisi veya çocuğunun çobanlık yaparak geçimini sağlaması ve devlete ihtiyaç duymadan yaşamını idame etmesi bir zamanlar mümkündü. Ancak bu pozitif durum ulus-devlet aşamasında ve onun iktidarı altında kabul edilmez. İktidar boşluk tanımaz. Ulus devlet her yere nüfus etmek ve her yeri kontrol etmek ister. Varlığını ve egemenliğini buna bağlı görmektedir. Onun doldurmadığı bir boşluğun, ahlâk ve toplumla dolu olduğunu bilir. Ahlâk ve toplum devlet ve iktidar için en büyük tehdit ve tehlikedir. Bunu bertaraf etmek için ulus-devlet iktidarı her boşluğu kendisiyle doldurmak, her yere kendi damgasını vurmak ister. Bu onun varoluşsal karakteridir.
Ayrıca kapitalist iktidarlar, sinekten bile yağ çıkarmanın ve bunu kar ve sermaye olarak efendilerine sunmanın araçlarıdırlar. Toplumun her gözeneğine sızarak, işgal ederek oradan yağ çıkarmanın, yani kar etmenin bir yoluna bakarlar. Gezegenimizde işgal edilecek bir toprak parçası kalmamıştır. Yatay yayılmanın sonuna gelinmiştir. Geriye, bu zihniyetin kaçınılmaz bir sonucu olarak dikey yayılma, yani toplumun her zerresine derinlemesine sızma ve her türlü ince yöntemlerle sömürüyü derinleştirerek geliştirme kalmaktadır.
Bundan dolayı yasa dışı yaşamak veya yasanın dışında kalmak toplum ve ahlâkla yaşamaktır.
Hukukun-yasanın sınırları, devlet hapishanesinin sınırlarıdır. Yasa kapsamına giren veya yasanın belirlediği alanda yaşayan insan ve topluluk devletin yarı-açık cezaevinde yaşıyor demektir. Devlet, sözde güvenliğini sağladığı o topluluğa binbir türlü görev ve hizmet yükler. Onlara çağdaş köleler olarak iş gördürür. Devletin hududundaki, sınırındaki dikenli teller ile cezaevinin duvarlarındaki dikenli teller aynı şeye işaret eder: Yasanın hükümranlığına, özgürlüğün sınırlarına!
Özgür yaşamak için yasanın hükmetmediği alanlara çıkmak gerekmektedir. Legal-illegal, yasal-yasa dışı ayrımı bunun için yapılmaktadır. İllegal-yasa dışı yaşamak özgürce yaşamanın arayışı ve çabasıdır. Yasayı her ihlal bir özgürlük eylemidir. Birlerinin dağları mesken tutması bu nedenledir. Yasanın dağa hükmü geçmez. Dağ özgürlüğün, kirletilmemiş havanın, doğal toplumun ve ahlâklı yaşamın tek mekânı gibidir.
Devlet dağları bile denetim altına almak ve kontrol etmek için her yola başvurmakta ve her çılgınlığı yapmaktan çekinmemektedir. Bütün teknolojik imkânlarını bunun için devreye sokmaktadır. Heronlarla dağların her bir tepesi, vadisi, kuytuluğu gözetlenerek bir özgürlük savaşçısı var mı diye adım adım izlenmektedir. Çünkü devlet ve iktidar özgürlüğe ve özgürlük için savaşanlara düşmandır. Dağları bile özgürlük mekânı olmaktan çıkarıp, iktidarın ve yasanın hükmü altına almaya çalışmaktadır. İktidar güçleri bu dünyada özgürlüğe ait bir mekân, bir dağ, bir çöl veya orman bırakmama iddiasındadırlar. Dünyadaki her bir karış toprağı gözetlemek, kontrol etmek ve ona hükmetmek istemektedirler. Teknik araçlarıyla her yeri gözetleme ve denetleme çabası sadece dağlarla sınırlı değildir. Dağda heron, dron kullanılır, şehirlerde ise her bir sokağa, caddeye mobesseler, boy boy kameralar yerleştirilir. Böylece hukuka-yasaya aykırı hareket edeni, özgürce hareket etmek isteyeni tespit etmeye ve müdahale ederek etkisiz kılmaya çalışır. Devletin açık veya yarı açık cezaevinde yaşayanlardan yasanın, normun, standartların dışına çıkanlar kapalı cezaevine alınır. Hapishane, tımarhane ve hastahane bir anlamda bunun için inşa edilmiştir. Devletin, hukukun-yasanın oluşturduğu standartlara göre yaşayan ve hareket eden insan normal insandır, bunun dışına çıkan insan ise anormaldir. Onların gözünde ya hasta, ya deli olarak ifadelendirilen bu ‘anormal’ insan, bir muhalif, bir devrimci, bir özgürlük savaşçısıdır. Bu iktidar ve hukuk sistemi hasta olanı hastahaneye kaldırır, deli olanı tımarhaneye tıkar ve muhalif olanı da dört duvar arasına alarak hapseder. Böylece bu ‘kötü örneklerin’ toplum düzenlerini tehdit etmesi ve bozması engellenmiş olur.
Hiç bir devlet ve iktidar gücü kapitalist modernite ve onun iktidar aygıtı olan ulus-devlet kadar hukuku yaygın hale getirmemiştir. Hukuksal normlar, ulus-devlet tanrısının ve milliyetçilik dininin yaygın ve bitmek bilmez ayetleri olmaktadır. Her peygamber yaşamı boyunca belli sayıda ayetle toplumun karşısına çıkmıştır. Ancak ulus-devlet, kapitalist sınıfın kirli çıkar ve amaçları için her an birçok ayetle toplumun karşısına çıkmaktadır. Bunları da, yasa- hukuk diyerek normal ve gerekli olgularmış gibi sunmaktan çekinmemektedir.
Sonuç olarak tekrardan belirtmekte yarar vardır; bu kadar çok hukuk kuralının ortalığı kaplaması toplumsal sorunlardan ve onları çözme ihtiyacından kaynaklanmamaktadır. Hukuku geliştirenlerin böyle dertleri ve amaçları yoktur. Onların tek derdi iktidar olma, toplumu sömürme ve bu yolla sermaye biriktirmedir. En bencilce ve soysuzca çıkarlarını sürdürmedir. Egemen sınıfın cennet yaşamını korumak adına toplumu kölece bir statüde tutmaktır. Nasıl ki, devletin ortaya çıkması toplumsal sorunun temel nedeni, esas kaynağı ve başlangıcıysa, devlet eliyle oluşturulan hukuk da, toplumsal sorunlara çözüm değil, sorunları daha fazla büyütmenin ve içinden çıkılmaz hale getirmenin adıdır.
Konuyu Ali Fırat’tan yapacağımız aşağıdaki alıntıyla sonuçlandırmak meramımızı anlatmaya yardımcı olabilir: ‘Son dört yüzyıllık moderniteye baktığımızda gerçekleştiğini gördüğümüz şey, azami sermaye birikimi ve iktidar çoğalımıdır; daha doğrusu, ikisinin iç içe geçen kümülâtif birikimidir. Ahlâk açısından belirtilecek olan husus ise, işlevsiz kalması değil, toplumun elinden alınmasıdır. Ahlâkın bünyesinde uygulanacağı toplum koparılıp alınmıştır. Dolayısıyla karmaşık hal alan toplumun artık ahlâkla yönetilememesi nedeniyle hukuka ihtiyaç duyulduğu iddiası, büyük bir yalan ve o denli ahlâksız bir yargıdır. Ahlâkın yetmezliği, başarısız kalması, toplumun karmaşıklığından dolayı iş görememesi durumu kesinlikle söz konusu değildir. Burada da basit bir liberal ideolojik hegemonya kuralı işletilmektedir: Rakibi kolay saf dışı bırakmak için, propaganda ile iyice yıpratma kuralı. Kapitalist modernite çağında ahlâka olumsuz yaklaşımın oluşumunda liberalizmin ideolojik hegemonyasının rolü çok açıktır. Yerine ikame edilen hukukun ise, gerçekten en yönetemez, akıl ve vicdan dışı kurallarla yüklü olduğunu kim bilmez ki! “Mahkemeye düşenin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez” sözü boşuna söylenmemiştir. Bir yerde, kurumda ne kadar çok hukuk kuralı varsa, orada o kadar etkili bir baskı ve sömürü tekeli var demektir. Pratik gerçekler günümüzde ilk adım atılan her kurumda bu hususu doğruluyor’.
ENGİN ELBİSTANLI
YORUM GÖNDER