AHLAKİ-POLİTİK TOPLUM (2.BÖLÜM)
Ulus-Devletçiliğe Karşı Ahlâkî ve Politik Toplum
Kapitalist modernite Ortadoğu toplumlarını ulus-devletle sadece güçlü bir kazığa bağlamadı; etkisi Hiroşima’ya atılan atom bombasından onlarca kat daha fazla olan ulus-devletçiklerle bombaladı.
Denilebilir ki, binlerce yıldan beri oluşan ortak kültürel değerler son iki yüz yılın ulus-devlet bombardımanıyla paramparça edildi. Hiçbir fiziki silahın gösteremeyeceği etkinlikte bir dağılma ve parçalanmaya yol açıldı. Ne devletli uygarlık sistemleri, ne de karşıtlarınca yaşanan komünal sistemler olarak Ortadoğu toplumları, tarihlerinin hiçbir döneminde kapitalist modernitenin hegemonyası altındaki kadar kimliklerinden ve bütünselliklerinden soyundurulmadılar, parçalanıp birbirlerine ve varoluşlarına yabancılaştırılmadılar. Britanya İmparatorluğu bu en etkili sistemi (gerçek atom bombası) sadece Ortadoğu’da değil, dünyanın her tarafında uygulayarak hegemonyasını sürekli kılabildi.
En trajik uygulamalardan biri Fransa Kralı 16. Louis’ye karşı gerçekleştirildi. Yanlış anlaşılmasın; Fransa Devrimi’ni Britanya İmparatorluğu’nun bir komplosu olarak değerlendirmiyorum. Ama o dönem Britanya’sının Fransa Krallığı’nın hegemonik emellerini kırmak için her oyunu denediği ve kralın başının koparılmasında bu oyunların önemli rol oynadığı inkâr edilemez. Elde birçok veri bulunmasının da ötesinde, 1792’de Jakoben teröründe kralın başının koparılmasıyla birlikte ulus-devletin resmi tarihinin başlatılması bu rolün en önemli kanıtıdır. 1792’de resmen başlatılan ulus-devletçilikle Fransa’nın tüm hegemonik emelleri nesnel olarak boşa çıktı. Terör Britanya’ya yaradı. Napolyon’un çıkışı ve savaşları sadece Avrupa’yı dümdüz etmekle kalmadı, Britanya hegemonyasına baş kaldırabilecek tüm güçleri etkisizleştirdi. Napolyon’un kendisi de bu ulus-devlet savaşlarının kurbanı oldu. Günümüze kadar Fransa Beşinci Cumhuriyeti’ni yaşamaktadır. Ama bunların hepsinde de güç kaybederek hep Britanya’nın arkasında kalmışsa, bunda Hollanda ve Britanya’nın damgasını taşıyan orta sınıfın ve bürokratik ulus-devletçiliğinin belirleyici payı vardır. Aynı gerçeklik İspanya, Avusturya-Macaristan, Rus, Osmanlı, hatta Çin, Hint ve Japon İmparatorlukları için de geçerlidir. İşin tuhafı, aynı oyunların 20. yüzyılın son çeyreği ve 21. yüzyılın başlarında dünya genelinde olduğu gibi, özellikle Ortadoğu’da kapitalist modernitenin (ABD-İngiltere önderliğindeki) küresel hegemonyasına karşı ulus-devletlerin artık engel haline gelmesiyle yeniden daha feci ve trajik biçimler halinde ulus-devlete karşı oynanmaya başlamasıdır. Âdeta 16. Louis’nin güncelleşmiş ve Ortadoğu’da Irak ulus-devletinde yeniden diriltilmiş bir simgesi haline getirilen Saddam Hüseyin’in trajik sonu aynı oyunun mükemmel bir versiyonu oldu.
Ortadoğu kültüründe ulus-devletçiliğin tarihsel-toplumsal rolünü derinliğine çözümleyip kavramadan hiçbir toplumsal soruna çözüm bulabilmek mümkün değildir. Son iki yüz yıllık ulus-devletçi uygulamaları sadece kapitalist modernitenin hegemonik gücü Britanya İmparatorluğu’nun ‘böl-yönet’ komploları olarak değerlendirmek olayları ve olguları aşırı basitleştirmek olur. Bu yanlışlığa düşmemeye özen göstermek gerekir. Şüphesiz ulus-devlet komploya çok uygun bir devlet biçimidir. Fakat daha önemli olan, hakikat olarak değerini kapsamlıca belirleyebilmektir. Tüm pozitivist propagandaya rağmen, ulus-devletin içeriği en sırlı ve metafizik unsurlarla doludur. Tarihteki rolü aydınlatılamamıştır. Toplum üzerindeki etkisi daha da karanlıktır. Tüm anti-teolojik idealarına rağmen, en çok teokratik özellikleri taşıyan devlettir. Ulus-devletin Ortadoğu’daki görünümünü çeşitli yönlerden aydınlatmak büyük önem taşır. Aydınlatıldıkça ahlâkî ve politik görevler daha iyi belirlenir.
Ulus-Devletin Homojen Toplumu
Ulus-devlet tüm bilimsellik idealarına rağmen toplumsal hakikat olarak en zayıf ve olumsuz bir antite (varoluşsallık)’dir. Esas rolü toplumsal doğanın çok zengin olan zihniyet kodlarını homojenleştirme adı altında tekleştirmedir. Tek dil, tek tarih, tek bayrak, tek millet, tek tip siyaset, tek tip yaşam, tek tip ideoloji toplumsal doğanın homojenleştirilmesiyle iç içe yürür. Karmaşık ve farklı toplumsal yapılar basitleştirilip tek tipleştirilince, hakikat yerini değeri zayıflatılmış ve olumsuzlaştırılmış siyah-beyaz türünden bir ikileme bırakır.
En tutucu, şoven, softaca, faşist görüş denilen dünya bakış açısı bu basit ikilemli yapı üzerinden gelişir. Ulus-devletçi iktidarın bu tek tipleştirici uygulamaları kapitalizmin azami kâr eğilimi nedeniyledir. Toplumun çok farklı yaşam grupları özgürlüklerini ve onurlarını korudukça azami kâr eğilimi sürdürülemez. Ancak farklı çıkarlara dayalı tüm yaşam alanları tek tip ulusal hâkimiyet altında eritildikçe, toplumda iki sınıflı bir kutuplaşmaya (burjuva-proleter) doğru gidilir.
Kapitalist kâr süreci bu tip sınıflaştırmayla genelleşir ve gelişir. Tarih boyunca birikmiş maddi ve manevi kültür birikimleri iki sınıflı homojenleştirmeye kurban edilir. Bu gerçek bir kurbanlaştırmadır. Ne kadar farklı dil, düşünce, inanç, ahlâkî ve politik zihniyet ve yapı varsa, hepsi bu kurbanlaştırma kapsamındadır. İki yöntem uygulanır: Fiziki ve kültürel soykırım ile asimilasyon. Asimilasyon istenilen sonucu sağlayamazsa, fiziksel ve kültürel soykırımlar devreye girer. Yöntemler genellikle iç içe uygulanır. Tek tip zayıf ve olumsuz hakikatleştirme denilen süreç böyle işler. Marksizm’in yanlış olarak olumlu yansıtmaya çalıştığı iki sınıflı toplum hakikatinin doğrusu budur. Proleter denilen sınıfın hakikat değeri çok zayıf ve olumsuzdur. Genel olarak köleleşmiş bireyin toplumsal hakikati yok denilecek kadar zayıflatılmıştır. Kendisi efendi sınıfı içinde eritilmiş, eki durumuna indirgenmiş olduğu için, özgür iken taşıdığı hakikat efendi kesime aktarılmış oluyor. Marksizm’in bunu kavramaması büyük bir eksikliktir. Marks’ın Hegel’in kötü bir öğrencisi olduğu nokta, en çok bu hakikat konusunda karşımıza çıkar.
Hegel, Marks’a göre hakikati çok üstün düzeyde belirleme yeteneğindedir. Eserleri esas olarak hakikatin açıklanmasına yöneliktir. K. Marks’ın köleyi hakikat taşıyıcı öğe olarak saptaması öğretisinin önemli doğrular taşıyan diğer kısmını da yararsız bırakmıştır. Kapitalizm sadece kâr temelinde maddi güç biriktirmez. Onunla birlikte toplumsal hakikati de (toplumun zihniyet gücü) gasp eder. Kendi çıkarları doğrultusunda süzgeçten geçirip efendi sınıfa mal eder.
Hakikatçe de kendini müthiş güçlendirir. Ulus-devlet denilen olay, olgu özünde bu hakikati dönüştürme ve aktarma sürecidir. O halde hakikat anlamında iki değil, tek sınıf geçerlidir. İşçi sınıfının fiziki varlığı, hatta parti ve sendika tipinde dar örgütlenmesi toplumsal demokratik örgütlenmenin bütünselliği içinde bir parça olarak değerlendirilmedikçe, ücret kırıntıları dışında güçlü bir toplumsal hakikat değeri kazanamaz. Reel-sosyalizmin tarihi hakikat kazanımı ve kaybı konusunda da son derece öğreticidir. Özetle ulus-devlet ne kadar homojenleştirilirse, tekelci oligarşik sınıf adına o denli tek tip hakikatler belirlenir. Bu belirlemelerin içeriğinin spekülatif, kurgusal olması hakikat olmadıkları anlamına gelmez. Metafiziğin de bir hakikat belirleme türü olduğunu iyi bilmek gerekir. Mitolojiler de hakikat değeri taşırlar. Karşılığını doğada bulamamak, hakikat değerini taşımadıklarını kanıtlamaz. Unutmamak gerekir ki, hakikatin insanın zihniyet oluşumuyla her zaman bir ilişkisi vardır. İnsan zihniyeti hakikatin bilinebilen en gelişmiş biçimi olarak kavranmadıkça ciddi bilimsel, sanatsal ve felsefi çalışmalar yapılamaz. Şüphesiz insan zihniyetinin toplumsal koşullu olması hakikatin aynı zamanda toplumla ilişkisini zorunlu kılar. Hiçbir devlet ve toplum formunda hakikat ulus-devletteki kadar tahakkümle ilişkili, zayıf ve olumsuz kılınmamıştır.
Ulus-Devletin Teokratik ve Teolojik Unsurları
Ulus-devletin teokratik ve teolojik unsurları, üzerinde daha büyük bir önemle durmayı gerektirir. Hegel, ulus-devleti yeryüzüne inmiş tanrı olarak tanımlarken, salt simgesel bir değerlendirme yapmış olmuyordu. Ulus-devleti tüm çağlar boyunca tanrı adına biriktirilmiş fikirlerin bir gerçekleşmesi olarak yorumluyordu. Bunu anlamak için sadece Fransız Devrimi’ne yol açan fikirler toplamını incelemek yeterlidir. Pozitivistler ulus-devletle egemenliğin tanrıdan alınıp ulusa devredildiğini söylerken ne denli tanrıcılık yaptıklarının farkında değildirler. Çünkü egemenliğin kendisinin ne olduğundan habersizlerdi veya doğru açıklanmasını yapmak çıkarlarına uygun düşmüyordu. Egemenliğin kendisi tarih boyunca gelişen hiyerarşik ve devlet iktidarlarının toplamı olarak tanrı (efendi) adına toplum üzerinde yürütülen tekelci tahakküm ve bu temelde sağlanan artı ürün ve değerler sömürüsüdür. Tanrı kaynaklı egemenliğin kendilerini efendi (Rab demektir) kılmış insanlardan kaynaklı olduğu gerçeği çözümlenmeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. Kalkıp da “Fransız Devrimi ile birlikte egemenlik tanrı kaynaklı olmaktan çıkıp ulus kaynaklı oldu” demek sosyal bilim adına en büyük sahtekârlıktır. Pozitivizm bu sahtekârlığın mucididir. İlk ve orta çağların egemenliği ve tahakkümü ne denli tanrı kaynaklıysa, kapitalist modernitenin ulus-devlet egemenliği de katbekat fazlasıyla aynı kaynaktan beslenir. Burada üzerinde durulması gereken şey, millet ve milliyetçilik (ulus-ulusçuluk) kavramlarının tanrısallıkla bağıdır. Bilindiği gibi İslâm’da millet, din anlamına gelir. Tanrı ve millet özdeştirler. Milletin uluslaşması sonucu değiştirmez. Bir dil oyunu yapılmıştır, o kadar. İster Kutsal Kitaplarda ister kapitalist liberalizmin öğretilerinde geçsin, millet veya ulus, tanrının (efendinin, rabbin, egemen olanın, buyruk altına alanın) emrini yerine getiren cemaati veya toplumu ifade eder. Kapitalistler seküler-laik kavramlarıyla dini, tanrıyı ve egemeni inkar etmiş olmuyorlar. Milliyetçilik, ulusçuluk veya yeni bir dinsel mezhep adıyla kendi çıkarlarına uyarlanmış bir dinsellik geliştirmiş oluyorlar. Hatta faşizm sınırlarında seyreden milliyetçilik tarih boyunca görülen en bağnaz din konumunu alma ayrıcalığına sahiptir. Önemli olan dinin Hıristiyanlık, İslâmiyet, Budizm, Musevilik biçiminde eski formlarda olup olmaması değildir.
Toplumu tapınç düzeyinde saran her düşünce ve inanç rahatlıkla din olarak ifade edilebilir. Tanrılı olup olmaması da bu konuda belirleyici değildir. Esas özü bir toplumun mensuplarını kutsallık derecesinde ortaklaşa ve çok yoğunca yaşanan duygu, inanç ve düşünce dünyasına, ibadet denilen davranış biçimlerine, törenlerine bağlayabilmesidir. Ulus-devlet kapsamında ulus ve ulusçuluğun çok aşırı biçimde bu tanımlar gereği inşa edildiği açıktır. Dolayısıyla bunlar dinsel karakteri tartışmayı gerektirmeyecek denli açık kavram ve öğretilerdir.
Ulus ve ulusçuluk teolojisinde önemle göz önünde bulundurulması gereken husus, pozitivist bilimsellik maskesini takıp sanki din ve metafizik değillermiş gibi kendilerini yansıtmalarıdır. Hatta din ve metafizik karşıtı olmayı temel kural olarak bellemekle ‘bilimcilik’ adına dinsel bir soyutlamaya girişmekten çekinmezler. Ulus-devlet hakikatçiliğiyle dinciliği birbirleriyle sıkıca bağlantılıdır. Ortak amaç toplumsal gerçekliğin farklı, çeşitli yaşam biçimlerini eritmek, tasfiye etmek, karartmak ve tarihsizleştirmektir. Zengin hakikat ifadelerini bu temelde zayıflatıp kendi hegemonik sistemini tek meşru hakikat gibi sunmaktır.
Ortadoğu Kültürel Yaşamına Dayatılan Ulus-Devletçi Zihniyet
Ortadoğu kültürel yaşamına dayatılan ulus-devletçi zihniyet ve yapılanmaların sonuçları henüz bütünlüklü ve tarihsel süre perspektifiyle irdelenmeye alınmamış bir konudur. Bizzat bu zihniyet ve yapılanmaların sahipleri bile neyi uyguladıklarının çok az farkındadırlar. O da dar bir mekân ve kısa süreyle sınırlı iktidar ve maddi çıkardır. Ulus-devleti ideoloji ve yapılanma olarak uygulayanlar aslında “Kapitalist modernite hegemonyasından neyi kopardıysak kârdır” mantığıyla hareket ederler. Tüm stratejik ve taktik yaklaşımları bu bakışla sınırlıdır.
Hegemonik sistem başka tür gelişmesine fırsat vermez. Özünü vermeye çalıştığımız hakikatinden ve teolojisinden habersiz oldukları için, bir yandan keskin ulusal dogmatikler, diğer yandan sürekli şüpheciler olarak yaşamaktan kurtulamazlar. Daha da somutlaştırmaya çalışırsak, Ortadoğu’nun en eski toplumsal gerçeklerinden olan Arap kabile ve dinsel düzenlerine dayatılan yirmiyi aşkın ulus-devletçik sadece ortak kültürel yaşamı bölmekle kalmıyorlar, varlıksal özlerine görülmemiş boyutlarda bir yabancılaşmayı aşılıyorlar. Ortaya çıkan yeni Arap kimliği çokça eleştirilen eski ve ortaçağların kimliğinden daha yetkin değildir. Ulus-devlet temelinde bölünen Arap en zayıf, çarpıtılmış ve tarihsel-toplumsal hakikatlerden koparılmış Arap’tır.
Ne kadar keskin ulus-devletçilik yaparlarsa yapsınlar, sandıkları gibi güçlenmeyip daha da zayıflarlar. Kaldı ki, Arapçılık da güçlenmenin değil, zayıflamanın ve hakikatlerden uzaklaşmanın nedenidir.
Hiçbir milliyetçilik hakikatle beslenmediğinden güçlenmenin etkeni değildir. Bu durum en çarpıcı biçimde Hitler pratiğinde yaşanmıştır. Ulus-devlet bakış açısından kutsallık atfedilen sınırlar tamamen uydurmadır ve küresel hegemonyanın çıkarlarınca belirlenmiştir.
İçerdiği ülke ve millet kavramları yeni teolojinin simgeleri olarak aynı çıkarların kapsamı dışına çıkamazlar. Çıktıklarında hegemonik tanrının gazabından kurtulmaları çok zordur. Aslında son iki yüz yıldır inşa edilmeye çalışılan bölgedeki bütün sınırlar, vatanlar, milletler, orta sınıf ve bürokrasiler ulus-devlet tanrısallığıyla körelmiş durumdalar. Yaşadıkları gerçekliği ezeli ve ebedi gerçeklik sanırlar. Hâlbuki zihni biraz hakikate açık bir kişi tüm bu gerçeklerin son iki yüz yılın hegemonik çıkarlarını meşrulaştırmaya yönelik fantastik icatlar olduğunu bilir. Türkî ve İranî ulus-devlet inşaları aynı hegemonik çıkarların ürünüdür. Kapitalist modernitenin fetih damgasını taşıdıkları halde, meşruiyet krizlerini aşırı dinci ve milliyetçi ideolojilerle aşmak isterler. Hepsinde laik ve dinî milliyetçilik iç içe geçirilerek ulus-devlet sağlam bir ideolojik zırhla kaplanmaya çalışılır. Azınlık durumunda bırakılan tarihsel kültürler, etnisiteler, din ve mezhepler ulus-devlete karşı varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıyalar.
Ortadoğu kültürünün bütünselliği kapitalist modernitenin ulus-devlet parçalayıcılığıyla köklü bir çelişki içindedir. Modernite ortak yaşam gerçekliklerine dayatılan demirden kafes rolünü oynamaktadır. Şiddetin sürekli gündemde olması bu gerçeği doğrulamaktadır. Demokratik modernitenin çözümleme ve çözme gücü ulus-devlet karşısında çok daha nettir. Eski ve yeni hegemonik güçlerin sürekli unutturmaya çalıştıkları tarihleriyle uyutmaya terk ettikleri toplumsal gerçeklikler, demokratik modernite yaklaşımıyla öz tarihsellikleri içinde varlıklarının hakikatini ifade edebilmektedir. Hegemonik güçlere ilişkin çözümleme karşıtlarına ilişkin tarih ve hakikat olarak yanıt bulmaktadır. Toplumsal gerçeklikler hiçbir dönemde tarihsiz olmadıkları gibi hakikatsiz de değildir. Ortadoğu’nun tarihsel bütünlük taşıyan toplumsal kültürüne dayatılan ulus-devlet hegemonyacılığına karşı demokratik modernitenin antitezi ahlâkî ve politik toplumdur.
Ahlâki ve Politik Toplumun İnkârı Olarak Ulus-Devlet
Ulus-devlet ahlâkî ve politik toplumun inkârı olarak gerçekleşir. Ahlâk yerine ulusal hukuk denilen güç kurallarını ikame eder. Hukuk biçimindeki güç düzenlemeleri azami gelişmesini ulus-devlet çerçevesinde yaşar. Politik toplum yerine ise katı bürokratik idareyi hâkim kılar. Politik toplumun inkârı somut olarak demokratik sistemin işlemeyişinde kendini gösterir. Her ne kadar parlamento ve seçimler söz konusu edilse de, geçerli olan bürokratik oligarşinin idari yapılanmasının yazılı olmayan anayasasıdır. Toplumun kılcal damarlarına kadar yayılan ulus-devlet iktidarı kendini hukuki kılıf altında kamu idaresi olarak sunar. Seçim ve parlamento bu idarenin meşruiyet cilası rolü oynamaktan öteye pek anlam ifade etmez. Toplum, halk ve ulus, ulus-devletle özdeş kılınır. Kapitalist modernitenin evrensel kıldığı bu hegemonik gerçeklik karşısında ahlâkî ve politik toplumu savunmaktan başka çözüm yolu yoktur.
Toplumsal doğalar öz olarak ahlâkî ve politiktir. Ahlâksız ve politikasız toplum ve birey düşünülemez. Toplum ahlâksız ve politikasız kılınmaya zorlanabilir. Ahlâkî ve politik yetenek kötürümleştirilip rolünü oynayamayacak denli zayıf kılınabilir, ama asla yok edilemez.
Yok edilmesi ancak toplum olmaktan çıkmakla mümkündür. Ahlâk ve politika toplumsal hakikatin güçlü araçlarıdır. Ahlâk ve politikadan yoksunluk hakikatsizliğe yol açtığı gibi, güçlü ahlâkî ve politik eylemin olduğu alanlarda hakikatin kendini ifade tarzları da güçlü, şeffaf olur. Ahlâkı ve politikayı üstyapı olarak sunmak, Marksistlerin önemli yanılgılarından biridir. Ahlâkî ve politik olmayan hiçbir toplum birimi ve bireyi yoktur. Her toplum birimi ve bireyi hem ahlâkî hem de politiktir.
Demokrasi ahlâkî-politik toplumla orantılıdır. Demokrasi ahlâkî ve politik toplumun işleyen halidir. Toplumsal hakikatler kendini azami olarak demokratik toplum halinde açığa vurur. Hakikatlerin bilim, felsefe ve sanat halinde ifadeleri demokratik toplumla en iyi hallerine kavuşur. Bu belirlemeler ahlâkî ve politik toplumda neden hakikatin azami ifadelerine kavuştuğunu açıklamaktadır.
Ortadoğu toplumunda hâlâ güçlü olan direniş unsurları ahlâkî-politik unsurun sanıldığı kadar zayıf olmadığını kanıtlamaktadır. Ahlâksız ve politikasız birim ve bireyler direnemez. Sadece boyun eğmeye alıştırılmışlardır. Aile, kabile, aşiret, mezhep ve ulus boyutlarındaki direniş, göçerlik, varoşçuluk ulus-devletin reddi olduğu kadar demokratik topluma çağrıdır da. Ortadoğu kültüründe bu boyutlardaki gelişmeler oryantalizmin kabul ettirmeye çalıştığı gibi gerilik, ortaçağcılık, anarşi olmayıp demokratik modernitenin potansiyel zenginliğini teşkil etmektedir. Toplumsal olguların zenginliğini kırmak, anlam ve hakikat gücünü azaltmak sonucunu doğurur. Kültürel zenginlik ne denli homojenleştirilirse, anlamından ve hakikat olarak ifade edilmesinden o denli yoksunluk yaşanır. Ulus-devletin tek tip vatandaş üretme idareciliği anlam bakımından potansiyelini yitirmiş, ezberlenmiş birkaç dogmadan öteye zihni çalışmayan, resmi törenleri yeni ibadet biçimi olarak algılayan, hakikat açısından içi boşaltılmış bireyciliktir. Demokratik toplumla işleyişine kavuşan ahlâkî ve politik değerler, tersine olarak anlam zenginliği olan bir potansiyelden hakikat üretir. Sürekli hakikatle beslenen bir toplum ise ideal birey-topluluk dengesinde yaşar.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER