İKTİDAR-DEVLET VE AHLAKİ-POLİTİK TOPLUM (1.BÖLÜM)
Nedir ahlak ve politika? Bu soruya cevap arayacağız ancak ondan önce doğal toplum çözümlenmesine odaklanmak yerinde olabilir. Nedir doğal toplum: Neolitik toplumun son aşamasına kadar gelen, yüzbinlerce yıllık süreci kapsayan ve kabile toplum formunda yaşayan toplumsallığa genel olarak doğal toplum diyoruz. Bu topluma aynı zamanda ve esas olarak ahlaki-politik toplumun mayasını taşıyor, diyoruz. “Ahlaki ve politik toplum, insan toplumunun başlangıcından bitimine kadar devamlı aranması gereken temel özelliğidir. Toplum esas olarak ahlaki ve politiktir. “ (Ali Fırat) Yine “eğer toplum özgürce ahlaki yapısını ve politikasını oluşturuyorsa, o toplum haline normal veya doğal toplum diyebiliriz.” (Ali Fırat) Doğal toplumun kendini sürdürme akışına bir müdahale, suni operasyon (insan eliyle) oldu. Bu operasyonun adı iktidar (tahakküm), emeğin gaspı ve sömürüydü. Bu iktidar, doğal toplumun bünyesine bir kanser hücresi olarak girip binlerce yıl sürecek doğallığını bozma savaşımına girişti.
“Elbette tüm doğal toplum ve yazılı tarih boyunca çeşitli biçimleri içinde toplumlar uygarlığın militarist gelişimine karşı kendini yoğunca savunmuştur.” (Ali Fırat) Tüm canlılar aleminde kendini savunma, çoğalma ve yaşamını sürdürme baki iken canlılar aleminin en akışkan enerji ve aklını yeteneğe dönüştürüp kullanan ve bu gücünü toplumsallığından alan insan toplumunun ona karşı geliştirilen operasyon ve saldırılara karşı kendini koruması, hatta karşı saldırılara geçmemesi düşünülemezdi.
Nitekim doğal toplum, yüzbinlerce yıl her türlü saldırı ve yok etmelere karşı kendini savunmuş, nüfusunu koruyup çoğaltmış ve kendi yarattığı emeği tüketerek ayakta kalmış, kendini toplumsallaştırmıştır. Tabi ki bunun biricik ve yegane gücü, dayanağı ahlak ve politika idi. O halde nedir ahlak ve politika?
Ahlaktan başlayalım: “Toplumsal töreler, kurallar ve alışkanlıklar” olarak günümüz literatüründe kavramlaştırılır. Ancak bu kavramlaştırma açıklamaları biçimsel ve dar kalmaktadır. Kaldı ki bunun dahi içi boşaltılmış, perdeleyici tanım ve yorumlara gidilmiştir. “Etik adı altında antikçağ ve yeniçağ filozoflarının (Platon, Aristoteles, Kant başta olmak üzere) giriştikleri çözümlemeler daha çok devlet teorisine girişten öte bir katkı sunmamıştır.” Ahlakı yorumlayışları daha çok hukuku tarif eder gibidir. Sanki hukukun önünü açmak için özel çaba içindedirler. Nitekim sonra ve günümüzdeki ahlaki yorumlar bunu doğrular niteliktedir.
“En iyi iş nasıl yapılıyorsa, o nasıllık en iyi ahlak kuralı olarak zihinlere yerleşir.” (Ali Fırat) Zaman içinde bu “en iyi” daha da sınanmış, yetkinleşmiş, toplum tarafından kabul görmüş, güvenilir, adeta refleks haline gelmiş bir gelenek olarak toplumsal hafızaya mal olur. Dualistliğin gereği iyinin karşılığında “kötü” de toplumsal hafızada aynı biçimde yerini alır. Kabul ve red ölçüleri, ilişki ve davranışlar, çalışma ve faaliyetler buna göre şekillenir. Bununla artık ahlak oluşmuş demektir. Töre-gelenek denilen davranışlar bütünü ve yaşam tarzı budur.
Toplum, canlı doğa aleminde ürettiği, biriktirdiği ve harcadığı enerji hareketliliğiyle en dinamik, akışkan ve dönüşken organizma konumundadır. Bu hareketlilik içinde kendini en iyi, en güzel, en doğru, en adaletliye göre dönüştürdükçe ortak akıl veya vicdan da dediğimiz ahlaki geleneğini, kolektif duygu, düşünce ve hafızasını oluşturur. Bu nedenle ahlak, toplum için hayatidir. Onun en büyük hazinesi, deneyim ve birikimi, ayakta kalma dayanağı, kendini sürdürme ve geliştirmenin temel organıdır. Bu organı yitirirse dağılacağını, yüzbinlerce yılın yaşam deneyiminden iyi bilir. İnsan adeta içgüdüsel bir refleksle ahlakı önemsemekte ve esas alıp yaşamaktadır.
Tarihsel, toplumsal süreç içinde ahlak ve dinin ilişkisine değinilmezse eksik kalacaktır. Dine, ahlakın katılaşmış hali demek mümkün müdür? “Din öyle anlaşılıyor ki, ahlakın daha çok tabu, kutsallık, büyüleyicilik, anlam vermekte güçlük çekmek, doğa güçlerini kontrol edememezlik, duygu ve düşüncesi boyutuyla ilgilidir.” (Ali Fırat) Bu boyutu öne çıkaracak olursak ahlakı da içine alan bir katılığın göze çarptığı açıktır. Ahlakın yüzbinlerce yıl toplum yaşamındaki akışını sürdürürken neolitik toplumda zirvesini yaşayıp köleci sermaye ve iktidar-devlet şebekesinin “hukuk” denen katı çıkarcı ve iktidar-devletçi operasyonel kural dayatmalarıyla ilk darbesini yiyerek doğal toplumun içlerine çekildi. Köleci sermaye iktidar şebekesi kendi amaç, çıkar ve ideolojisine göre yeni adlandırmalara giderek ahlakı manipüle edip hukukunu kutsallıklarla donattı. Bu kutsallıkların en tepesine tanrı kavramını koyup içinde oturdu. Yaklaşık 1500 yıl süren bir dehşetlikten sonra Zagros eteklerinde neolitik kültürün ahlakına sırtını dayayan Zerdüşt’ün, semitik kökenli tanrıyı “söyle sen kimsin?’ biçimindeki meşhur nidasıyla sorgulaması köklü kopuşu yansıtmaktadır.” (Ali Fırat) Böylece daha önce ahlakın “iyi-kötü, aydınlık-karanlık” vb. ile kendini yeniden yaşamsallaştırması söz konusu oldu. Ancak bu yarı ahlak ve yarı din olan zerdüştlüğün çıkışı tek tanrılı dinlere ilham kaynağı olup toplumun yeni ahlak ağırlıklı ibrahimi dinlerin ideolojilerine kapıyı aralamış oldu.
Ahlak ve hukuk ilişkisine dönecek olursak; hukuk, sermaye, tek yanlı çıkarlarını yansıtan sistemleştirilmiş kurallar bütünüdür. Lenin, “kendisini destekleyecek bir devlet olmaksızın hukuk var olamaz” (Devlet Kuramı) derken doğruyu söylemekle birlikte sanki hukuk iktidar ve devlet şebekesi dışından oluşturuluyor yanılgısına düşüyordu. Hukuk zor ve zorlama bir yönetim ve yönetme biçimidir. Hukuk, devlet zoruyla kanunlar aracılığıyla topluma dayatılarak yürütülür. Ahlakta zorla yürütme yoktur. Ahlak içten benimsenir ancak hukuk dıştan dayatılır. İçten benimsenmeyen bir kural zaten ahlaki kural olamaz.
Sermaye, iktidar ve devlet şebekesinin tarihi boyunca, bu şebekelerin organ, “toplumun ahlakı yerine ‘hukuk’, politika yerine ‘devlet’ idaresi adlı kurumları” (Ali Fırat) yerleştirmiştir. Bununla birlikte uygarlık tarihi boyunca toplumun ahlakı ile iktidar ve devletin hukuku çatışma içinde olmuştur. İktidar ve devlet şebekesi ahlakın alanını daraltmak ve onu ortadan kaldırmak için ne gerekiyorsa yapmıştır. Bu çatışma ve saldırılar ulus-devlet süreciyle en zirvesini yaşamıştır.
“Hukukun devlet zoruyla toplum üzerinde estirdiği teröre aldanmamak gerekir. Ahlak esas, hukuk halidir. Adaletli olduğu müddetçe hukuka saygı duyulur.” (Ali Fırat) “Saygı duymak” şartı, hukukun da ahlaka saygı duymasıdır. Ancak karşılıklı bir kabullenme ortamının oluşturulmasıyla bu mümkün olur. Aksi halde aynı zeminde buluşmak mümkün olamayacağı gibi birlikte yaşamak da mümkün olmaz. Ancak öyle anlaşılıyor ki toplum kendi ahlakını koruyup yaşarken daha uzun süre hukukla (adaletli hukuk) yaşamak zorunda kalacak. Çünkü günümüzde hukuk, toplumun tüm çeperlerini sarmış bulunuyor.
Doğal ve ahlaki-politik toplumun ikinci yaşamsal varlığını savunup koruyan çoğaltıp sürdüren ve besleyen olmazsa olmaz ikinci olgusu politikadır. Politika, başta söylemek gerekiyor ki her alanda olduğu gibi kavramsal anlamları, içerikleri ve işlerlikleri sermaye, iktidar ve devlet eliti tarafından manipülasyonla çarpıtılarak gerçek anlam ve içeriğinden uzaklaştırılmıştır. İktidar ve devlet elitine göre politika, “Devlet idare ve onun etkinliklerini düzenleme, devleti ilgilendiren işlerin tümü, devleti idare tarzı” olarak belirleyip kendine mal edip kendine göre düzenlemiştir.
Oysa politikanın gerçekliği ve toplum için anlamı şudur; toplumun kendi hayati işleri, çıkarları ve yapılması gerekenleri tartışmak, fikir alışverişinde bulunmak, danışmak, kararlar almak, deneyim alışverişinde bulunmak, görevlendirmek, en iyi ve en verimli iş yaptırmayı sağlamak, ortaklaşmak, ortak kararlar alıp uygulamak. Kısacası toplumu ilgilendiren her konuda her şeyi ortak bir zeminde yapılacakları, yapılabilecekleri en iyiyi yapmak için tartışmak, kararlar almak, uygulamak ve uygulatmak diyebiliriz.
Ahlakta olduğu gibi politikada da aynı hayatiyet söz konusudur. Klan toplumunun (Neolitik öncesi yüz binlerce yıllık zaman dilimi) politikası avcılığını, toplayıcılığını ve savunmasını nasıl ve hangi temelde yapacağı üzerineydi. Belki çok sade ve basitti ama bu onun önemini azaltmaz. Tam tersi politikanın olmaması, dağılması ve ölümü demekti. Bu nedenle hayatiydi. Aynı zamanda bu en doğrudan ve gerçek politikaydı. Neolitik süreç bu en verimli altın çağını yaşar.
Toplumun köy-tarım yerleşikliği büyüyüp gelişmesini sağlarken karmaşıklaşan ilişkiler ağına cevap verecek anacıl zihniyet ve ideolojinin karşısında kurnazca kenarda duran şaman ve erkek avcı, kendini ayrıştırıcı yol izleyerek hiyerarşik süreci neolitiğin bağrında şekillendirdi. Bir sonraki adımı iktidarlaşma oldu. Tamamen erkek zihniyetiyle (ataerkil) gelişen bu iktidarlaşmanın yeri ilk elden toplumun üstündeydi. Kendini toplumun dışında ve üstünde şekillendiren bu ataerkil iktidar baskı ve tahakkümüne alarak köleleştirdiği toplumun ilk kesimi de kadın oldu. Bunu toplumun tüm kesimleri izledi. Bununla da kalmayıp tüm hayvanlar alemi ve doğayı da tahakküm ve iktidar alanına aldı. Elbette gücünün yettiği, alabildiklerini aldı. Ahlak ve politikasında ısrar eden özgürlüğüne düşkün olan toplum kendi öz politikasıyla karşı koydu; direnişe geçti ve savaştı. Bu savaşımının en büyük ve biricik dayanağı öz politikasıydı. Bu savaş uygarlık tarihi boyunca hiç durmadı. Kimi zamanlar karşılıklı bir uzlaşı ve birlikte yaşayabilirlik ortamı doğasında (semavi dinler dönemi) karşılıklı mevziler hiç terkedilmedi, kıyasıya bir mücadele verildi.
Elbette bu mücadelenin biri haklı, diğeri haksızdı. Biri öz varlığını korumak, diğeri toplum üstünde sefahat sürmek içindi. Her zaman geçerli olmakla birlikte kölecilik dönemindeki kabile formunu yaşayan toplum, iktidar ve devlet şebekesi karşısında politika geliştirmemesinin karşılığının köleleşme ve özgürlüğünden yoksun kalma olduğunu yaşayarak görüyordu. Politika geliştirmsine engel olunmasının sadece özgürlüğünden değil, öz kimliğinden, hayati çıkarlarından, ahlak ve vicdanından yoksun kalacağını biliyordu. Direnişinin ve karşı savaşının kapsamı bunun için güçlü ve şiddetli oluyordu.
O halde tüm zamanlar için geçerli olacak bir gerçeklik önümüzde duruyor. Tek başına toplumsuz özgürlük, politikasız özgürlük istemleri asla olamayacağı çok net ortaya çıkmış bulunuyor. Günümüz liberalizminin özgürlük mantığı ve teorisi tam bir safsata ve saptırma oluyor. Aslında “bireysel özgürlük” bireyi toplumdan kopararak bu yolla da politika oluşturucu zeminden uzaklaştırarak savunmasız bırakıp köleliğe açık hale getiriyor.
Resmin tamamına baktığımızda iktidar ve devletin, politikanın inkarı olduğunu net görebiliyoruz. Yani iktidar ve devlet, politika inkar edildiği, yok edildiği ölçüde ve aşamalarda yaşam bulurlar. Politikanın bittiği yerde iktidar ve devlet başlar. Burası da politik sözün, dolayısıyla özgürlüğün bittiği yerdir. Burada “sadece idare etme, söz dinleme, buyruk alma ve verme söz konusudur: Kanun, tüzük vardır.” Burada, “Donmuş akıldır her iktidar ve devlet.” (Ali Fırat)
ABDULLAH DEMİR
YORUM GÖNDER