TOPLUMSAL EYLEMDE BAŞARIYI BELİRLEYEN, TAŞIDIĞI HÂKİKAT GÜCÜDÜR (2.BÖLÜM)
Avrupa Merkezli Düşünce ve Akıl Bir Ekoldür
Pozitivizmin, bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm, çağımızın gerçek putçu dinidir.
Kapitalizmi, hakkında en çok söz söylenen ve eylem yapılan bir din olarak yorumlamak, doğru kavranmasına daha çok katkı sunabilir. Zafer kazandığı mekân olan Avrupa’ya özgü zihniyetin temsilcileri, hakkında çok söz söylemelerine ve eylem yapmalarına karşılık, her dinde görüldüğü gibi kapitalizmin varoluşsal gerçekliğini mistisize etmekten geri kalmamışlardır. Kapitalizme en karşıt güçler gibi duran Hıristiyanlar, Sosyalistler ve Anarşistler de bunlara dâhildir. Avrupa merkezli düşünce ve akıl, bir ekoldür. 16. yüzyıldan itibaren de bir dünya sistemi olarak hegemonya sürecini başlatmıştır. Şahsi yoğunlaşmama göre bu, öyle bir ekoldür ki, tanrısal sistemler inşa eden Sümer rahiplerinden çok daha fazla toplumsal gerçekliğin mistifikasyonunu geliştirme ustalığını göstermiştir.
Uygarlık ve kültürel etkenlere dayalı açıklamaların yorum gücü tartışmasızdır. Kapitalizm, esas olarak Uygarlıksal gelişmenin çürüme aşamasına denk gelmektedir. Benim daha çok ağırlık verdiğim tez, budur. Ana Uygarlık Nehrinin, okyanusa döküldüğü yer (sembolik olarak Amsterdam kıyılarındaki Atlas Okyanusu), bu sistemin de sonu olmaktadır. Şüphesiz sistem, okyanusun ötesine taşınmış, ABD ulus-devletiyle yeni bir hegemonya altında küreselleşmenin zirvesine tırmanmayı başarmıştır. Fakat yaşamın, aşırı simülakr ve medyatikleşme niteliği kazanması, gösteri ve tüketim toplumunun egemenliği, ekonominin arzuyu gidermek yerine azgınlaştırması, iktidarın tüm toplumsal kılcal damarlara kadar sızması, tarihsizliğin bizzat sistem ideologlarınca dile getirilmesi, çürüme ve kaos niteliğini belirgince ifade etmektedir. Batı Avrupa merkezli son dört yüz yılda yaşanan kadar savaş, talan, katliam, sömürü ve doğa tahribatının, insanlık tarihinde başka bir örneğine rastlanmaması, hegemonik sistemle bağlantılıdır.
Kapitalizmin doğuşunda akılcılık etkenine başat rol tanınır. Batı Düşünce Tarzı denilen bir kategoriye de tanık oluyoruz. Akılcılık, sanki Batı toplum biçiminin ayırt edici bir özelliğiymiş gibi sunulur. Diğer toplumların, tarih boyunca akıldan yeterince nasiplenmedikleri, bu varsayımın değer yargısıdır. Batı’nın, aklını kullanarak bilimi yarattığı söylenir; bilimin de güç olduğu kanıtlanınca, sistemin hegemonikleşmesi kaçınılmaz olur. Nitekim günümüzde, bu akıldan kaynaklanan dört başı mamur bir hegemonik sistemle kuşatılmış bulunmamız, söz konusu iddianın ciddiyetini gösterir. Ancak nükleer dehşet politikasıyla kendini ayakta tutan bu sistemin akıl tarzını tanımlamak gerekir.
İyi bilmek gerekir ki hiçbir insan topluluğu, zihniyet formunu uzun süre tanımadan ve denemeden, maddi hayat (ekonomik yaşam) tarzını inşa edip sistemleştiremez. Zihniyet gelişimini karanlıkta bırakarak yapılan sistem analizleri, bizzat bu sistemlerin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamaz.
Kapitalist Sistemin hegemonyasında siyasi ve askeri zorun yeri önemli olmakla birlikte, hegemonyayı esas ayakta tutan şey, toplumun, kültür endüstrisiyle teslim alınması, hatta felçli hale getirilmesidir. Denilebilir ki sistemin etkisindeki topluluk zihniyetleri, insana yakın maymun türlerinde olduğundan daha geri ve oynatılmaya müsait hale getirilmiştir.
Hayvanat bahçelerindeki düzen, aslında tüm toplumun hayvanat bahçesi tarzında düzenlendiğine dair çok aydınlatıcı bir örnektir. Nasıl hayvanat bahçesindeki hayvanlar seyirlikse, toplumun da bir gösteri toplumuna dönüştüğü, birçok filozofça tespit edilmiştir ve dillendirilmektedir. Başta seks endüstrisi, peşi sıra ve onunla iç içe spor ve sanat-kültür endüstrileri, geniş bir medyatik reklam kampanyasıyla duygusal ve analitik zekânın yoğun ve sürekli olarak bombalanması ve tamamen işlevsizleştirilmesi temelinde, gösteri toplumunun zihniyet fethi tamamlanmıştır. Bu toplum, teslim alınmaktan çok daha kötü duruma düşürülmüş, sistemin dilediği gibi sevk ve idare ettiği toplumdur. Aslında faşizmin, ilk gösteri toplumu deneyimi yenilmedi. Elebaşları tasfiye edildi. Fakat sistem, soğuk savaş ve sonrasında gösteri toplumu, ulus-devlet ve küresel finans şirketleriyle tüm topluluklara egemen kılındı.
Yaşanılan dönemde, kapitalizmin, toplumları maddi ve manevi olarak fethetmesi; Sümer, Mısır, Hint, Çin ve Roma başta olmak üzere güçlü imparatorluk sistemlerinin toplumlar üzerindeki fethini katbekat geride bırakmıştır.
Hegemonyasının (daha önceki sömürgecilik ve emperyalizm aşamalarının) zirvesi olan İmparatorluk Aşaması, objektif olarak kaotik özellikler taşısa ve çürüme belirtilerini yoğunca yaşasa da kapitalist sistemin, toplumla çok oynayarak yani zihnî hegemonyayı içinden çıkılmaz hale getirerek, bu çürümenin etkilerini telafi etmek istediği, çok iyi anlaşılmak durumundadır.
Denilebilir ki cinsel istismar, sistemin en temel hegemonik araçlarındandır. Sadece metalaştırılarak dev bir endüstriye dönüştürülmemiş; aynı zamanda toplumda cinselliği, hem yozlaştırmış hem de Hint fallus tanrısallığını kırk kat geride bırakan bir erkek egemen cinsiyetçilik dini haline getirilmiştir.
Kültürün endüstrileşmesi, diğer bir deyişle yaygın metalaşmış üretimi, köleleştirmenin en etkin araçlarından ikincisidir. Kültür, dar anlamıyla toplumların zihniyet dünyasını ifade eder. Düşünüş, beğeni ve ahlâk, üç temel konusudur. Kültür unsurlarının sistem dâhilinde siyasi ve ekonomik iktidar tarafından kuşatılıp, satın alınmaları, yüzyılların işidir. Tüm uygarlık tarihi boyunca kültür unsurlarını bağlamayı, meşruiyetleri açısından vazgeçilmez saymışlardır. Ekonomik ve iktidarsal erkler, bu hususu erkenden fark etmişler ve tedbir almakta gecikmemişlerdir. Kültürün, iktidarca asimilasyonu, hiyerarşilerin kuruluş dönemlerine kadar gider. Esas yönetim aracıdır. Kültürel hegemonya olmazsa, ekonomik tekeller ve iktidar tekelleri yönetemezler.
Kapitalist Uygarlıkta kültürün rolü, hayatidir. Tüm toplumsal alanların zihniyet toplamı olarak kültür, önce asimile edilir (ekonomik ve siyasi iktidara uyarlama), sonra da yaygınca ve yoğunca tüm dünya topluluklarına (uluslar, halklar, ulus-devletler, sivil toplum ve şirketler) taşırılmak üzere bir endüstri haline getirilir. Edebiyat, bilim, felsefe, sanatın diğer alanları, tarih, din ve hukuk gibi belli başlı alanlar, objeleştirilerek metalaştırılır. Kitap, film, gazete, TV, internet, radyo gibi araçlar, bu endüstrinin metaları olarak işlev görürler. Burada kültürel metalar, sadece dev bir maddi kazanca yol açmakla kalmazlar. Esas tahripkâr işlevlerini, zihinsel tutsaklığı tarihte eşi görülmemiş boyutlara taşırarak, bu temelde sığırdan beter sınıf, ulus, aşiret ve her tür cemaat oluşturarak, anlamını yitirmiş, özcesi amorf, şekilsiz ve maymun iştahlı bir kitle yaratarak yerine getirirler. Baş mimarları ulus-devletler, küresel şirketler ve medya tekelleridir. Esas olarak para kazanmak ve tüketmek dışında, toplumun hiçbir şeyi kendilerini ilgilendirmemektedir. En yoksullaştırılmış kesimler bile çok kazanarak bir günlüğüne bile olsa dilediklerince yaşama amacı dışında, düşünemez kılınmışlardır.
Yoksullaştırmanın, bir kültürel olgu olarak kullanıldığına dikkat edelim. Beğenmediğimiz Ortaçağlarda bile yoksullaşma, isyan nedeni olurken, bugünkü resmi kültürel hegemonya altında, bir ücrete kavuşmanın amaç haline getirilmesi, sistemin kültürel alandaki zaferini gösterir.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER